Ersin Varlık Aşlamacı
Mehmet Öktem
Benim adım Asuman Özkarayel. 1937 yılında Kastamonu’nun Küre kasabasında doğdum. Beş çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldim.
Asuman Mı Halime Mi?
Ben dünyaya geldiğimde ağabeyim dört yaşındaymış. İsmini Asım koymuşlar. Ben doğunca annemle babam isim tartışıyorlar tabii. Babam ismimi Halime koymak istemiş, peygamber efendimizin süt annesinin adı diye. Annem “Oğlumuzun adı Asım, kızımızın da Asuman olsun.” demiş. Babam, annemden habersiz gidip kimliği Halime ismiyle çıkarmasın mı? Annem tabii çok kızmış. Babama “Bak sen görürsün, hangimizin dediği olacak.” demiş. Tabi kadının fendi erkeği yenmiş. Annem, her gelene adımı Asuman diye söylemiş. Ne komşu teyzeler ne öğretmenlerim ne de arkadaşlarım, hiç kimse bana Halime dememiştir. Hatta adımı koyan babam bile… Yine de evlenip İstanbul’a geldiğimde anneme mektup yazardım ‘kızın Asuman’ diye; babama mektup yazardım ‘kızın Halime’ diye…
Memleketim Küre
Küre benim için çok özeldir. Nerede ismini okusam ya da fotoğraflarına denk gelsem gözlerim dolar. Aslında Küre, İsa’dan önceden beri yerleşim yeri. Her tarafı ağaçlarla kaplı, İsfendiyar Ormanları’nın ortasında küçük, tarihi bir kasaba. Bu kasabada herkes birbirini tanır, sever, sayardı. Çok samimi ilişkilerin olduğu, insanlık dolu bir kasabaydı. Evimiz ise çok eski, ahşap bir evdi. Belki iki yüz senelik, kim bilir belki de daha fazla. Evimizden misafir eksik olmazdı. Sık sık komşu teyzeler, akrabalar ziyarete gelirdi. O zamanki ilişkiler bambaşkaydı. En çok da o samimiyeti, sıcaklığı özlüyorum…
Aile Bağları
Benim dedemin dedesi, sarayda III.Selim’in mühürdarıymış. Kökenlerimiz de Kastamonu’ya dayanıyor, tamamen Türk’üz. Annem biraz sert, tam bir Osmanlı kadınıydı. Söylediği işin hemen yapılmasını isterdi, çok prensipliydi. Çalışmazdı ev kadınıydı, daha çok çocuklarıyla haşır neşir olurdu. Babam ise on yaşında hafız olmuş, rüştiyeyi bitirmiş çok kültürlü bir kişiydi. Mürekkebini kendi yapar, kamış kalemleri vardı. Sabahlara kadar yazılar yazardı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u benim memleketim Küre’nin madenlerinden çıkan bakırlarla döktürdüğü toplarla fethetmiş. İstanbul’u fethettikten sonra ise hocası Akşemsettin’i cami yaptırması için Küre’ye göndermiş. İşte benim babam, o Akşemsettin Camii’nde kırk yıl imamlık yaptı. Çok aydın bir Osmanlı adamıydı. Dükkanında, askerde öğrendiği teneke işini yapardı. Biz üç erkek iki kız kardeştik. Benden dört yaş büyük ağabeyim, altı yaş küçük kız kardeşim, on üç yaş küçük bir erkek kardeşim ve on beş yaş küçük bir erkek kardeşim vardı. Kardeşler arasında ağabeyimin yeri bende ayrıydı…
Yağ Satarım Bal Satarım
Çok güzel geçti çocukluğum. Komşu kızlarıyla çok yakın arkadaştık, kardeşten öteydik. Birlikte ip atlardık, salıncağa binerdik, körebe, saklambaç, beş taş… Her türlü oyunu oynardık. Evde bir şey bırakmazdık, kapı önüne kilimleri yayar evcilik oynardık. Ne annem kızardı ne de babam. O yüzden en çok bizim kapının önünde oynardık. Biz oynarken ağabeyim bizi rahatsız eden komşu erkek çocuklarına karşı bizi korurdu. Ağabeyim sayesinde özgürce oynardık. En sevdiğim oyun ise ‘Yağ Satarım Bal Satarım’ idi. Ah ne çok oynardık…
Saka Arısı
Ben küçükken bizim arılarımız vardı, tam otuz kovan. O otlu, çiçekli bahçede çömelir arıları izlerdim. Arılar gelirdi ayakları polenle dolu, vızır vızır içeri girerler çıkarlardı. Bir keresinde arının bir tanesini, 3-4 tane arı ısırarak kovandan çıkarıp atıyordu. Ben de onu görüp üzülürdüm. Sonra babamdan öğrendim ki meğer o, kovana su getiren saka arısıymış. Saka arıları kovana su getiremediğinde işçi arılar onları tutup ısırarak kovandan atarlarmış. Sonra babama dedim ki, iyi ki biz arı ailesi değiliz…
Gelin Olma Hayali
Küçükken gelinleri çok severdim. Hayran hayran izlerdim onları. O yüzden gelin olmayı çok istiyordum. Sürekli başıma beyaz bir şeyler örtüp aynaya bakardım. Öyle oynardım kendi kendime. Çocukken çok fazla hayalim yoktu ama gelin olma hayali kurduğumu hatırlıyorum.
Şarkılar Bizi Birleştirirdi
O yıllarda radyomuz yoktu ama gramofonumuz vardı. Ağabeyim plaklar koyardı, dinlerdik maaile. Hatta komşu kızlarla buluşur oyun oynayıp çok güzel şarkılar söylerdik. Mahallede de çoğu zaman komşu teyzeler bir evde buluşur gürül gürül şarkılar söylerdi. Birlikte vakit geçirirlerdi. Hala gözümün önünde fotoğraf karesi gibi net o günler. Şarkılar bizi birleştirirdi…
Yarının Edebiyatçısı
Kardeşlerim de ben de ilkokuldan sonra okuyamadık. O zamanlar imkanlar çok kısıtlıydı. Babamın bizi okutacak imkânı yoktu. Tabii bir de o yıllar Küre’de ortaokul yoktu. Ortaokul için uzaklara, Kastamonu’ya gitmek gerekiyordu. Babamlar da kız çocuklarını asla uzaklara göndermezlerdi. O yüzden ben de sadece ilkokula gittim. Ama okulda başarılı bir öğrenciydim. Tabii o zaman müdürün adı müdür değil baş öğretmendi. Bir gün ben üçüncü sınıftayken baş öğretmen sınıfa geldi. “Çocuklar herkes bir hikâye yazacak, ben de sizi yazdığınız hikayelerden imtihan edeceğim.” dedi. Ben de ‘Ağlayan Bilezik’ isimli bir hikâye yazdım. Hikâyede çöplükte bir ağlama sesi duyuyorum, sonra bir bakıyorum çöplüğe bir altın bilezik atılmış. Sahibim beni attı diyerek ağlıyor bilezik. Sonra sahibini soruyorum bileziğe, sahibini bulup ona veriyorum bileziği. Sahibi de bilezik de çok seviniyor. Böyle güzel bir hikâye yazdım. Öğretmenim benim bunu yazacağıma ihtimal vermediği için baş öğretmene “Ben bu çocuğu sınıfta bırakacağım.” demiş. Baş öğretmen de benim hikayemi okudu, çok beğendi. “Bu çocuğu sınıfta bırakamazsın. Yarının edebiyatçısı o…” dedi. Tabii o zamanlar edebiyatçı nedir bilmiyorum ama çok sevindiğimi hatırlıyorum.
En Özel Bayramlar
Cumhuriyet’in daha yepyeni yıllarıydı. O yıllarda 23 Nisan, 19 Mayıs gibi bayramlar çok güzel kutlanırdı. Davullar, zurnalar, etkinlikler… Hiç unutmuyorum ben birinci sınıftayken 23 Nisan için yedi tane kız öğrenci seçtiler. En güzelini gelin yaptılar, onun boyunca süslü bir kutu yaptılar. Ortada o kutunun içine girdi. Biz altı kıza da öğretmenlerimiz beyaz grafon kağıdından elbiseler dikti. Kutunun üzerinde bir çivi çakılıydı. Hepimize kırmızı grafon kağıdından kedi merdivenleri verdiler. Biz altı kız ellerimizde çiviye bağlı olan kedi merdivenleri tuttuk. Meğer Altı Ok’u temsil ediyormuşuz. Çok güzel yıllardı.
Aşı Macerası
Ben aşıdan hep kaçardım, bu yaşıma kadar hiç aşı olmadım. İğneden çok korkardım. Okulda aşı olacağımız zaman sıranın en arkasına geçerdim. Herkes aşısını olurdu. Sıra bana gelince ben tuvalete gideceğim diye bahane uydurur, koşarak eve giderdim. Öğretmenler arkamdan iki üç tane öğrenci gönderirdi beni çağırsınlar diye. Ama ben eve gitmezdim tabii. Bahçedeki otların arasına yatıp saklanırdım. Hiç kimse bulamazdı beni
Annenin Yardımcısı
İlkokulu bitirdikten sonra okuyamadım. Ev işlerine yardım ederdim, her işi yapardım. Annem bir yere gideceği zaman bana şu yemeği yap derdi. Ben de koştura koştura giderdim komşu teyzelere sorardım, bana tarif ederlerdi. Sonra koştururdum eve. Hemen hızlıca yemeği yapardım, annem gelmeden yetiştireyim diye çabalardım. Çok hamarattım. Hiçbir kursa gitmememe rağmen köydeki ablalara baka baka nakış öğrendim. Sonra nakışta onların hepsini geçtim. Nakışın yanında çok iyi dikiş de dikerdim. Babamın ağabeyimin eski gömleklerini, pantolonlarını ters yüz edip tekrar dikerdim. Dantel de örmeyi öğrendim. Herkes çok beğenirdi benim dantellerimi, parayla örerdim çoğu zaman. Bütün bu koşuşturma içinde iki küçük kardeşime de ben bakıp büyüttüm. Her şeyleriyle ben ilgilenirdim. Annem kardeşlerimi verirdi kucağıma, giderdi işlerini hallederdi. Kolay mı çocuk büyütmek… Annemin en büyük yardımcısıydım.
Osmanlıca Öğrenmek
Ağabeyim arada İstanbul’a giderdi. İstanbul’da yaşayan akrabalarımızda da eski Osmanlıca gazeteler varmış, ağabeyime vermişler. O da hepsini toplayıp Küre’ye getirmiş. Benim de dikkatimi çok çekerdi tabii o gazeteler. Bütün işlerimin arasında koşturur gelir gazeteden kelime kelime, cümle cümle okumaya çalışırdım. Zaten bir tane kelime okuduysam ikincisi de gelirdi. Hele bir cümle tamamladıysam gerisi çorap söküğü gibi gelirdi. Nasıl öğrendiysem, o Osmanlıca gazetelerden kendi kendime Osmanlıca okumayı öğrendim. Daha sonra kalın kalın bir sürü Osmanlıca kitabı yalayıp yuttum. Okumayı hep çok sevmişimdir.
Ben on iki yaşlarındayken bir Emel ablam vardı. Hâlâ da görüşürüz kendisiyle. Ankara’da yaşıyordu o zamanlar. Senelik izinde Küre’ye, memlekete gelirdi. Benden altı yaş büyüktü. Ankara’da tahsil yaptı, öğretmen oldu. Bir de onun yaşıtı komşu ablam vardı. Ben onların ikisinin arasından çıkmazdım, bayılırdım onlara. Beraber ağaçlara çıkar, meyveler yerdik. Şarkılar, türküler söylerdik. En sevdiğim şarkı ‘Kanaryam Güzel Kuşum’ idi. Allah’ım bir güzellikti yaşadığım… Anlat anlat bitmez.
Meydan Sofraları
Ben on beşli yaşlarımdayken komşuluk ilişkileri bir başkaydı. Aileler birbirine çok tutkundu. Her fırsatta bir araya gelirlerdi. Kocaman meydan sofraları kurulurdu. Büyüklü küçüklü herkes dizilirdi o sofranın etrafında. Çeşit çeşit yemekler olurdu. Su börekleri, baklavalar, hindiler… Sohbet, muhabbet her şey çok güzeldi. Daha dün gibi hatırlarım o sofraları. Çok güzel zamanlardı.
İlk Evlilik
Kültürlü bir aile olduğumuz için çevremiz tarafından sevilirdik. İstanbul’dan Küre’ye gelen aileler bizi ziyaret etmeden gitmezlerdi. Bir keresinde bir aile bana görücüye geldiler. Daha sonra nişan getirdiler, böylelikle ben on yedi yaşımda evlendim. Evlilik yılları iyi gitmedi, bir sürü sıkıntı çıktığı için baba ocağına geri döndüm. On dokuz yaşındayken de baba ocağında anne oldum. Kızımın babasının ailesi tarafından gelen baskılarla üç yaşını bitirdiğinde kızımı babasına bırakmak zorunda kaldım. İstanbul’a gidecektim, yeniden evlenecektim.
En Yakın Arkadaş
Genç kızlık zamanlarımda İrfan diye bir arkadaşım vardı. Çok yakın arkadaştık. Hem birbirimizi çok severdik hem de çok kavga ederdik. Aramızdaki ilişki bambaşkaydı, sürekli birlikteydik. Evlenince İstanbul’a geldik ikimizde, o zamanlar bile hep görüşürdük. Hiç ayrılmadık, hiç kopmadık. Ölümle koptuk birbirimizden.
Rüya Gerçek Oldu
Ben genç kızken bir gece rüyamda elimde bir paket kumaşla bir yere gidiyordum. Yerebatan Sarnıcı’nın önünde lacivert elbiseli, uzun boylu, güneş gözlüklü ve şapka takmış bir beyefendi bekliyordu. Bana nereye gittiğimi sordu, konuştuk. Yıllar sonra Osmanbey’de oturan teyzemin vesilesiyle yirmi iki yaşındayken bana tekrar nişan geldi. Evlenip İstanbul’a gidecektim. Her şey tamamlandı, Eyüp Sultan’a gittik nikah için. İlk defa kocam Raci’yi orada gördüm. Bir de ne göreyim iki üç sene önce rüyamda gördüğüm kişi, karşımda duruyor. Meğer rüyamda gördüğüm kişi, evleneceğim adammış. O anki heyecanımı, şaşkınlığımı hiç unutmam. Rüyam gerçek olmuştu…
Bir Oda Bir Sofalı Ev
Allah’a hep “Evleneyim, kocamın kolunun altında bir somun olsun katık istemem. Sadece bir evim, odam, ocağım olsun. Başka bir şey istemem.” diye dua ettim bu zamana kadar. İlk evlendiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu. Zor günler ama güzel günlerdi. Hiçbir şeyden şikâyet etmedim, hep şükürle yaşadım. Kocamı işe gönderince kuzinenin ışığında dikiş, nakış yapardım, dantel örerdim. Sonra hepsini Sirkeci’ye götürüp satardım, kocama destek olmaya çalışırdım. Kocam Raci’yle aramızda tam on üç yaş vardı. Biraz deli dolu bir insandı. İETT garajında otobüs tamircisiydi. O yıllarda Güngören’den bir arsa aldık. Borçla harçla arsaya ev yapıldı, kocamın İETT’den arkadaşları ev yapılırken bize çok yardımcı oldu. Her şeye rağmen bir oda, bir sofalı evimiz oldu. Bahçesine mısır, turp, domates her şeyleri ekerdim. O bir oda bir sofalı evimizin bahçesinde bolluk, bereket vardı. Evimi, yuvamı, kocamı çok severdim…
Merkezefendi’ye Komşu
Güngören’deki evimizde otururken İETT lojmanları yapılacaktı Zeytinburnu’na. Tabii bizim ona girecek imkânımız yok. Ben de gittim Zehra teyzeme, kendisi memleketlim olur. Durumu anlattım Zehra teyzeme, o da sağ olsun hemen çıkarıp giriş için gerekli parayı verdi. Sonra üzerinden vakit geçti, kuranın çekileceği gün geldi çattı. Ne çıkarsa ben razıydım zaten ama Rabbim gönlüme göre verdi. En güzel yer çıktı bize kuradan. Evimiz, Merkezefendi’yi olduğu gibi görüyordu. Çok şükür ki Merkezefendi’ye komşu olmak nasip oldu. O zamanki heyecanımı anlatamam… Tam kırk beş sene oturduk o evde.
Zor Karar
İkinci evliliğimden biri erkek, dördü kız olmak üzere beş tane çocuğum oldu. Günlerim kocamı işe gönderip çocuklarla ilgilenerek geçerdi. Çocuklarıma hiç hazır kıyafet almadım. Hep elimle dikerdim, özenle giydirirdim her birini. Her biriyle ayrı ayrı ilgilenirdim. O zamanlar kız kardeşim evliydi ama çocuğu yoktu. Ben de dördüncü çocuğum dünyaya gelince onu manevi evlat olarak kız kardeşime vermek durumunda kaldım. Daha sonra kız kardeşimin kocası vefat etti ve kız kardeşimin tekrar evlenme durumu olunca kızımızı geri aldık. Kızımız 5 yaşındayken yuvamıza geri getirdik onu. O zamanlar böyle olaylar çok yaygındı ama ben bugün bunların doğru olmadığını düşünüyorum. Ayrılmak çok zordu, zor zamanlardı…
Bir Kitap Bir İnsan Değerindedir!
Kitaplarım her zaman çok kıymetlidir benim için. Evlenmeden önce de sonra da okuyup hepsini saklardım sandığıma. Bir gün oğlum ilkokula giderken okulda bir kitap sergisi açacaklarmış. Herkese kitap getirin demişler. Ben de sandığımda sakladığım kitaplardan verdim oğluma, sergiye konuldu. Sergi bittikten sonra ben iki üç kere okula gittim kitaplarımı sordum. Her seferinde yok dediler, beni geri gönderdiler. En sonunda müdürün yanına gittim ısrarla kitapları istediğimi söyledim. Müdür de cüzdanını çıkardı kitapların parasını vermeye kalkıştı. Ben de “Müdür Bey, cüzdanını çıkarma boşuna. O kadar paran yoktur senin.” dedim. O da “Katır parası mı bu, parasını veririm olur biter.” dedi. Sonra müdüre “Müdür Bey, benim için bir kitap bir insan değerindedir. Ödeyebilecek misin?” dedim. Müdür de bunu duyunca sustu. Yani benim için kitapların değeri paha biçilemez, paradan da kıymetlidir. Bir kitap bir insan değerindedir!
Tepedeki Çiçek
Bir gün küçük kızımın okul pikniği vardı. Öğrencilerle, velilerle dolu toplam yedi tane otobüs… Belgrat Ormanları’na gittik. Öyle dolaşıyoruz derken, yüksek bir tepede güzel bir çiçek gördüm. Kızıma da “Kızım şu uzakta tepede çok güzel bir çiçek var. Bana onu koparır mısın?” dedim. Oradan da bir yılan kıvrıla kıvrıla gidiyormuş. Kızım “Anne, şu yılan gitsin de öyle gideyim.” dedi. Meğer orada yılan varmış ama kızım hiç korkmadı. Yılanın gitmesini bekledi, sonra gitti o çiçeği oradan aldı bana getirdi. O anki mutluluğumu hiç unutmuyorum…
Ev İlaçları Kitabı
Ben kolay kolay hasta olmazdım, doktora gitmezdim, doktorların verdiği ilaçları kullanmazdım. Hep doğal tedavi yöntemleriyle tedavi oldum. Benim altmış senelik Hürriyet gazetesi tarafından verilerin ev ilaçları kitabım var. Halen de gazete ve dergilerden sağlıkla ilgili doğal tedavi yöntemlerine ait yazıları keser saklarım. Bir gün Güngören’deki o bir oda bir sofalık evde otururken kocam belinden çok rahatsızlandı. Ameliyat olacak dediler, tabii ben çok korktum. Hürriyet Ev İlaçları kitabından bulduğum kara hardal tohumunu un haline getirip orasına koydum. Ertesi gün iyileşiverdi. O zamandan beri kara hardal tohumu alır minik değirmenimde çeker grip, enfeksiyon için hep kullanırım. O kitap benim doktorum.
Okumak, okumak, okumak!
Okumayı, araştırmayı çok seviyorum. Kitapların yeri bende bambaşka. İstanbul Üniversitesi kütüphanesine giriş kartım var. Her fırsatta okur öğrenirdim. Osmanlıca’yı da kendi kendime, ağabeyimin İstanbul’dan getirdiği Osmanlıca gazetelerden öğrenmiştim. En çok da Serhat Kestel’i, Muazzez İlmiye Çığ’ı okumayı severdim. Bir edebiyat öğretmeni olan Serhat Kestel ile otobüste tanışmıştık. O zamandan beri çok yakın bir dostum oldu, kardeşten öte… Her kitabını imzalayıp bana vermişti. Onun insanlığını teraziler tartamazdı. Yirmi beş senelik dostluğumuz ölümle sonuçlandı… Beni Muazzez İlmiye Çığ ile de o tanıştırdı. Muazzez İlmiye Çığ’ın da bütün kitaplarını okumuşumdur. Her ikisinin de bende yeri ayrıdır.
Alışkanlıklar Önemli
Eşimi kaybedeli otuz bir sene oluyor. Bütün çocuklarımı evlendirdim barklandırdım, on bir tane de torunum var. Şimdilerde yalnız yaşıyorum, kırk beş sene oturduğum evim kentsel dönüşüme girince taşınmak zorunda kaldım. Sekiz aydır burada kirada oturuyorum. Her şeyi aldığım yer bellidir. Tam elli beş senedir gittiğim bir marketim var, İdris Market. Rahmetli kocam Topkapı İETT garajında çalışırken aylığını alır, hep oradan alışveriş yapardık. Şimdi de taksiye biner gider, alışverişimi yine oradan yaparım. Alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçemem.
Oturmak Hastalık Toplamaktır
Bu zamana kadar birçok yer gezip gördüm. İzmir, Amasra, Bartın, Ankara… bir sürü şehir gezdim. İstanbul içi turlara katıldım. Bu yaşımda da hep bir şeylerle meşgul olmaya çalışırım. Kumaş alıp kıyafet dikiyorum. Çok titizimdir o konuda, çizgisi çizgisine denk gelir diktiklerimin. Tarhanamı kendim yapıyorum. Dülgerlik yapıyorum, kitap okuyorum. Bir tanıdığım “Oturmak hastalık toplamaktır.” derdi. Çok inanırdım bu söze. Bundan daha üç sene evvel, 82 yaşındayken İSMEK’in iğne oyası kursuna gittim. Dışarı çıkıp ihtiyaçlarımı kendim giderebiliyorum, çok şükür. Buradaki komşularım darda kalayım hemen yetişir, sağ olsun. Muhtarımız da keza öyle. İnsanlığını teraziler tartamaz. Bayramda seyranda arayanım soranım eksik olmaz çok şükür. Neye ihtiyacım olsa bir alo diyorum, her şeyi getiriyorlar. Bu yaşın en güzel tarafı da bu. Nereye gitsem saygı görüyorum. Pek fazla eşya tutmuyorum, çevremdekilere dağıtıyorum. Ama bir dosyam var, çok kıymetlidir benim için. Altmış senelik emek var içerisinde. Doğal ilaçlar, tarihi fotoğraflar, gazete kupürleri… Biriktirdiğim her şey var. Her şeye rağmen acı tatlı bir hayat yaşadım, hep şükrettim. Ama şu hayattan öğrendiğim bir şey varsa o da her insan bir romandır, okunması mümkün olmayan…
En sevdiği yazar: Serhat Kestel, Muazzez İlmiye Çığ
En sevdiği söz: Yalan doğruluktan kaçar, kötülük iyilikten kaçar. Kargalar sürüyle, kartallar yalnız uçar.
En sevdiği şarkı: Kanaryam Güzel Kuşum