Aydın Ilgaz – Değsin Elim

Savaşın ortasına doğmak

1940 yılında, bir dünya savaşının en şiddetli zamanlarına doğuvermişim. O zamanlar müthiş bir yokluk yaşanıyormuş. Kömür, ekmek, giysilik kumaş… Her birine ulaşmak çok zor, çok zahmetliymiş. Bu sıralarda her ikisi de öğretmen olan anne ve babamsa, yeni doğmuş olan çocuklarının hayatta kalması için ellerinden geleni yapmakla meşgulmüş. 

Aydın Ilgaz ve annesi

Felaketlerin başlangıcı

1943 yılında, babam Yarenlik isimli bir şiir kitabı çıkarmış ve Nazım Hikmet gibi dönemin büyük şairlerinden övgüler almıştı. Ardından Sınıf adlı bir şiir kitabı daha çıkarmış ve bununla birlikte ailemizde felaketler de başlamıştı çünkü bu kitap o zamanın yönetimi tarafından; isminin sınıf oluşu, kabının kırmızı oluşu gibi gerekçelerle sakıncalı bulunarak babamın öğretmenlikten uzaklaştırılması gerektiğine karar verilmişti. Babamın siyasi suçlu olarak addedilmesi, annemin de mesleğini yapması yolunda bir engel oluşturuyordu ve böyle biriyle evli olan bir öğretmenin de mesleğini yapmaması gerektiği söyleniyordu. Bunun üzerine annemle babam kâğıt üzerinde ayrılmak zorunda kaldı. 

Kız okulu

Ardından biz büyükannemin Çengelköy’deki evine taşındık, böylece annem Kandilli Kız Lisesi’nde öğretmenlik yapmaya başladı. Oradan da Kuzguncuk’a taşındık. 1946 yılında da kız kardeşim Yıldız doğdu. Annem, iki çocuğuyla bir yaşam mücadelesi vermeye çalışıyordu o dönem. Hafta sonları nöbeti olunca okulda, kardeşimle beni de almak zorunda kalıyordu yanına. Böyle hafta sonlarında beni gizliyorlardı yatakhanede geceleri. Ben de yaşlıca bir hademe vardı, onun odasında kalıyordum ki laf söz olmasın, kız okulunda oğlan dolanıyor ortalarda diye. Orada çok iyi ablalar vardı bana sahip çıkan, göz kulak olan. O ablalardan bir tanesi de Türkan Saylan idi. Hayat öyle garip ki, aradan yıllar geçip de Amerika’dan döndüğümde benim yatakhanede gizli saklı kaldığım zamanlar bana yardım eden Türkan ablayla yollarımız tekrar kesişti ve beraber Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nde çalıştık, çocuklar için.

“Patatesleri düdüklüye koy!”

Annem devamlı çalıştığından, kız kardeşime mahallede yaşayan bir kadıncağız bakıyordu. Annemin bazen toplantıları oluyordu. Öyle günlerde karşımızdaki muhallebicinin umumi telefonundan bana haber gönderiyor, dükkânın sahibi de sesleniyordu: “Aydın! Annen geç gelecekmiş, ‘Patatesleri düdüklüye koy, haşlansın, yemek hazır olsun.’ diyor.” 

Çocukluk, mahalle, oyun arkadaşları

Kuzguncuk’ta birçok farklı kültürden insan yaşıyordu o zamanlar. Musevi, Yahudi, Rum… Onların yaşam biçimine, kültürüne tanık olmak benim çocukluğumun çok renkli geçmesine neden olmuştur. Şimdi bile hatırlarım, o yaptığımız mahalle maçlarını.  

Tüm mahalle çocuklarıyla yüzmeyi çok severdik. Denize de suyun yavaş yavaş yükseldiği bir yerden girmez, yıkılmış olan yalıların oralardan atlardık. Benim çocukluğumun en mutlu anlarıydı onlar. Bazen kaçak girerdik denize, annelerimize haber vermeden. Mayomuzu götürürsek annemiz hemen anlıyordu denize girdiğimizi, e biz de izinsiz gidiyoruz biraz yüzmeyi öğrendik ya. Biz de ne yapalım, donumuzla giriyorduk. Sonra denizden çıkıp annemiz anlamaz nasılsa diye keyif içinde eve vardığımız zaman annemiz o don lastiğini şöyle bir gerince bütün foyamız ortaya çıkıveriyordu, meğer lastiğin araları ıslak kalırmış. Bunu öğrenince dedik ki bu böyle olmaz, biz mayosuz girelim öylece. Derken bir Mehmet amca vardı, sivil polis. Gizlice gelmiş oraya bizi görmeye, ne yapıyor bunlar diye. Biz de tabi iç çamaşırlarımızı saklamışız oraya koymuşuz, büyük bir neşe içinde denizde yüzüyoruz. Bu sırada Mehmet amca gitmiş tüm o giysileri toplamış bize haber vermeden. İçimizden biri gördü, “Eyvah!” dedi, “Bizim elbiseler gidiyor.”  Biz hemen çıktık “Mehmet amca yapma ne olur.” diye arkasından koşmaya başladık ördek yavruları gibi. Mehmet amca ise bizi dinlemeyip o halde epey bir dolaştırmış, bizim bu halimize de neredeyse tüm Kuzguncuk şahit olmuştu.

En büyük zevklerimizden biri de vapurdan atlayıp boğazı yüzerek karşıya geçmekti. Bir gün, denizin ortasında sahipsiz ipini koparmış koca bir tekne bulduk. Hemen teknenin içine atladık, baktık kimse yok. Biz de denizde bulunan ganimettir diyerek tekneyi sahiplendik. Sonra onu bin bir çabayla Üsküdar’a yakın bir yerde kıyıya çekmeyi başardık. Üç beş gün sonra birileri gelmesin mi, biz bir tekne arıyoruz diye. Biz bir birbirimize baktık, bir de orada duran tekneye. Dedik “Amca biz bunu denizde bulduk, bu bizim malımız.”. Onlar da bize “Hadi oradan haytalar!” deyip üstüne bir güzel de küfür savurduktan sonra tekneyi de alıp gitti. 

Bazen oyun arkadaşlarım mahalledeki diğer çocuklar değil, görüş günlerinde hapishaneye gelip anne babasını görmek için sıra bekleyen diğer çocuklar oluyordu. Onlarla arkadaş oluyor, çelik çomak oynuyorduk sıra bize gelinceye kadar. Oyun oynamasını orada öğrenirdik hatta kimimiz. 

Babam, Rıfat Ilgaz

Bizim evde klasik sille tokat diye bir şey yoktu. Çocuklara nasıl davranması gerektiğini bilen, iki ideal cumhuriyet öğretmeninin kurduğu bir aileydi bizimkisi. Ne var ki o dönemin siyasi iktidarı yüzünden annemle babamın bir araya gelmesi imkânsız gibi bir hal almıştı. Öyle ya o dönemde annemle babamın bir arada olması en büyük suçtu. “Sizi bir arada görürsek öğretmen Rikkat Hanım’ı da işten atarız.” diyorlardı. O yüzden de annemle babam mümkün olduğunca birlikte görülmemeye çalışıyordu. Biz gidiyorduk babamın işyerine, orada buluşuyor sıkıntımızı anlatıyorduk; maaşı varsa o bize destek çıkıyordu, yoksa da biz ona. 

Şimdilerde “İyi ki doğdun.” dedikleri Rıfat Ilgaz’a o günlerde hiç de böyle bir şey söylemiyor, “Sen siyasi nedenlerle makul adam değilsin, seni hastanede tedavi edemeyiz.” diyerek hastanelere bile kabul etmiyorlardı. Sonunda babam bin bir zorlukla tedavi olmayı başardığı hastanenin faturasını ödeyebilmek için, yazdığı Hababam Sınıfı romanını götürüp en ucuzundan birine satmak zorunda kalmıştı ki hastaneden çıkabilsin. 

Bir keresinde babam yazdığı bir şiirden dolayı aranırken, bizim Kuzguncuk’taki evimizde yedi ay geceli gündüzlü saklanmıştı. Ben o zamanlar on yaşında filandım, kardeşim de dört. Kimselere söyleyemiyordum babamın bizde olduğunu. Bazen eve arkadaşlarım gelirdi benim. Öyle zamanlar için babamla bir anlaşma yapmıştık. Babam, “Yanında bir arkadaşın olduğunda merdivenlerden çıkarken ayaklarını biraz sert vur ki ben yalnız olmadığını anlayayım, öksürmemek için ağzımı kapatayım yastıkla. Sen arkadaşlarını getirmezlik etme.” demişti. On yaşında bir çocuk olarak bunları yaşamak, ama aynı zamanda dışarı çıkınca ıslık çalabilecek kadar da neşeli görünmek… Çünkü karamsar görünürsen şüphelenirlerdi.

Akrabalarımızın çoğu devlet memuru olduğundan, babamı çok sevmelerine rağmen bu durumlardan dolayı bizimle çok da içli dışlı olmamaya çalışırlardı. Biz sessizce gidip gelirdik evlerine. Çünkü bu öyle bir lekeydi ki, bir kere bulaştı mı yanınızdan geçen sinek bile şüpheli olurdu. Hatta öyle ki, ben Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okurken Rıfat Ilgaz’ın benim babam olduğunu hiç kimseye söyleyemez, ismini değiştirirdim.  

Aydın Ilgaz ve babası

Okuldan kaçmak

Lisedeyken bazı akşamlar arkadaşlarla okuldan kaçar Taksim’e giderdik. Annemin öğretmen arkadaşları veyahut babamın dostları görüp de “Senin oğlan hayta gibi Taksim’de ipini koparmış dolaşıyor.” demesin diye okuldan kaçarken bile muhakkak kravatımı takardım. 

Bir keresinde, sınava çalışamadık diye okuldan kaçmaya karar verdik. Tam elli bir öğrenci, hep birlikte kaçtık okuldan. Her birimiz cebimizdeki paraları birleştirip atladık gittik Adalar’a. Eğlendik, top oynadık, yemek yedik. Akşam oldu, artık dönme vakti geldi. Dönüş vapuruna binip de oturunca birden “Biz şimdi bugün kaçtık ama, ya başımıza bir şey gelirse, ya bizi okuldan atarlarsa.” diye de kara kara düşünmeye başladık. Ertesi gün bizim her birimizi sıraya dizip başladılar sorguya: “Neredeydin sen dün?”. Tam on üç tane yalandan mazeret uydurduk bu soruya. On dördüncü kişide bizim mazeretler başa dönünce hocalar anladı tabii durumu. Sonunda gündüzcüler evlerine gitti, biz yatılı olanlar da üç gün uzaklaştırma aldık.  

“… kızlar bana ıslık çalıyor.”

Bazen başka liselerden kız öğrenciler gelirdi bizim okula tiyatro çalışması için. Bütün haytalık lisede olur ya, biz de bir kız öğrenci gördük müydü ıslık çalardık, kızcağızın eli ayağına birbirine dolanırdı. Kendi aramızda “Ayıp be bu yaptığımız.” der, yine de yapmadan edemezdik. O kız öğrencilerin ıstırabını bazı zamanlar ben de anlardım. Çarşamba günleri harçlığım biter, geçerken annemin çalıştığı okula uğrardım. İşte o zaman da okulun kapısından içeri girdiğim zaman kızlar bana ıslık çalardı ve o kızların eli ayağına dolansın diye ıslık çalan benim elim ayağıma dolanırdı bu kez, “Anne ben gelmek istemiyorum kızlar bana ıslık çalıyor.” derdim.

Yeni Melek, sonra Amerika

1950’li yıllarda o zamanın meşhur filmlerini sinemada izlemeye gider, sesin iki ayrı hoparlörden geldiğini görünce filmi unutur teknolojinin nasıl geliştiğinden etkilenirdik. Yeni Melek Sineması vardı, meşhur. Oraya giderken bir büyük ayran, bir de sosisli sandviç alırdık ketçaplı. Kaç sosisli yediğimizle övüne övüne Yeni Melek’e giderdik. O zamanlar liselilerin kız arkadaşlarıyla bilet alıp sinemaya gitmesi yeni yeni başlamıştı. Üniversite okumak için burs kazanıp Amerika’ya gittiğim zamanlar geliyor aklıma bunu düşününce. Bizim okulun, Michigan Üniversitesi’nin basketbol takımı çok meşhurdu. Eğer o gece takımın maçına gitmek istiyorsan, iki erkek gitmek çok ayıptı, mutlaka bir kız arkadaşın olacaktı yanında. Bazı ritüelleri vardı tabi bunun bir de. Misal maç saat sekizde başlıyorsa, kızı saat yedide mutlaka almak gerekirdi, eğer gecikirsen kıza önem vermiyorsun demekti. Gidebilmek için bir araba bulmak lazımdı ama babasının arabasını kimse almazdı çünkü kız “Babanın arabasıyla bana hava atma.” derdi. Tam yedide kızın evinin kapısını çaldığın zaman, kapıyı kız açmaz, mutlaka başka bir odada hazırlanıyor olurdu, önce kızın ailesi seni şöyle bir süzüverir, eğer uygun görürlerse kıza bir işaret verip çağırırlardı. Yani önce ailenin onayından geçmek şarttı.

Üniversite günleri

Michigan Üniversitesi’nde elektrik mühendisliği bölümünü burslu olarak okumaya hak kazanmıştım ama bana o kadar kötü şartlar sağlanmıştı ki, pasaportumu geç aldığım için hazırlık kurslarına bile katılamadan, o lise İngilizcesiyle kendimi bir anda okulun içinde bulmuştum. Bir ailenin yanında kalmak üzere anlaşma yapılmıştı, orada yatıp kalkmak için. İşe bakın ki, benim yanında kalacağım ailenin kızı da Türkiye’de, benim ailemin yanında kalacaktı ancak sonradan kızın Türkiye’de biriyle evlenmeye kalkması ve annesinin gidip kızı alıp eve getirmesi üzerine, benim de kalmak için başka bir yer bulmam gerekti. Vietnamlı bir arkadaşım vardı, Lanx, o çok yardımcı olmuştu bana kalacak yer bulmam için. O olmasa geri dönmek zorunda kalacaktım. O zamanlar öğrencilere kahvaltı servis etmekten çocuk bakmaya kadar birçok farklı iş yaptım, hatta yanlarında kaldığım ailenin kimi işlerini de. Böylece hem çevrem genişledi hem de az da olsa kendi paramı kazanmaya başladım. Bazı hafta sonları arkadaşlarımız bahçe partileri düzenler, bizi de davet ederlerdi. Biz de giderdik Lanx’la beraber. Ama bizim evimiz olmadığı için kendi arkadaşlarımızı çağıramazdık. Bir defasında bana evini açan kişiler “Biz bu hafta sonu çok yemek yaptık, ama son anda bir yere davet edildik. İstersen bu yaptığımız yemekleri arkadaşlarınla yiyin, bahçe partisi düzenleyin.” dedi. Sonra o hafta sonu Lanx’la ben de büyük bir mutlulukla arkadaşlarımızı çağırdık ve kendi çapımızda bir bahçe partisi verdik. Sonradan anladım ki, aslında bunu bizim için yapmışlar, ortada aniden bir yere davet edilme yokmuş. Bizi rencide etmemek, üzmemek için de böyle bir bahane uyduruvermişler.

“Bizden olan beyaz”

Yaz geldiğinde kara kara düşünür olmuştum ne yapacağımı çünkü memlekete gidemezdim çok masraflıydı. Bu durumu gören bir hocam da, bana yaz kamplarında çocuklarla birlikte çalışmamı tavsiye etmişti. Bir defasında, geceleyin pencere açık kalmış yağmur da içeri yağıyor yedi yaşında zenci bir çocuğun yatağının oraya. Bunu görünce hemen koştum çocuğun üstünü örtmeye. Derken o yedi yaşındaki çocuk karanlıkta gözlerini açtı dehşet içinde, ve “Beyaz adam, beyaz adam!” diyebildi yalnızca, ona bir zarar getireceğimden korktu. Hafta sonu olup da babası çocuğu almaya geldiğinde, adamcağız gelip bana sarıldı, teşekkür etti. Sonra bir gün bir gazete geldi. Meğerse o adam daha çok zencilerin satın aldığı bir gazetenin genel yayın müdürü imiş. Bir manşet atmıştı ki hiç unutmam: “Bizden olan beyaz.”. Sonra da beni anlatmıştı, çocuğu ıslanmasın diye üstünü örttüğümü. İşte bu var ya, bu yetiyor insana, insan olmaya.

1966 yılında Amerika’dan Türkiye’ye döndüm üniversite eğitimimi tamamlayıp. Yedi sene evvel bıraktığım, en son o zaman gördüğüm bir yerdi burası. Geldiğimde birdenbire dünya küçülüverdi sanki. Edirne hududundan ülkeye girdiğimde ilk gördüğüm şey kocaman bir kola reklamı olmuştu, o yaşadığım şoku dün gibi anımsıyorum. O an daha bir farkına vardım, gidişimin üstünden tam yedi yıl geçtiğinin. Yedi yıl boyunca yalnız mektupla haber aldığım ülkeyi kendi gözlerimle görüyordum artık. 

Evlilikler, çocuklar

İki kez evlendim, bu evliliklerimden bir kız iki erkek üç çocuğum, çocuklarımdan da beş torunum oldu. Çocuklarımın ikisi ilk eşimden, biri ise otuz sekiz senelik eşim Nilgün’den. Nilgün’le ilk defa Türk Hava Yolları camiasında rastlaştık. Aynı yerde fakat farklı bölümlerde çalışıyorduk. Aradan sekiz sene geçtikten sonra 1983 yılında evlendik. Beraber o kadar çok şey atlattık, birbirimize yol arkadaşlığı ettik ki… 12 Eylül zamanı Cide’de küçük bir kasabada Yıldız Karayel romanını yazan Rıfat Ilgaz, yine çeşitli nedenlerden tutuklandı. Düşünün ki 70 yaşındaki babanız tutuklanıp bir yere kapatılıyor ve siz onu bulup oradan çıkarmaya uğraşıyorsunuz. İşte Nilgün benim bu zor, dağılmış günlerimde dertlerimi en iyi anlayıp derman olan kişi olmuştu. Yalnızca benim değil, babamın da yanında oldu. Hatta üçümüz beraber yaşadık tam on sene. Sonrasında ise Nilgün’le birlikte Çınar Yayınevi’ni kurduk, ben Türk Hava Yolları’nın üst düzeyinde yöneticiliği bırakıp babamın ve arkadaşlarının haklarını savunmak için yayıncılık işine girmeye karar verdiğim vakitlerde. 

Aydın Ilgaz ve eşi

Yemyeşil bahar

Şimdilerde biraz karamsarım, tüm bu gidişattan. Üzülerek söylüyorum ki birçok açıdan olumlu görmüyorum olan biteni. Düşünüyorum, nasıl bu gençlerin geleceğini garanti altına alacağız? Misal ben de yurt dışına gittim ama ben gençken umut vardı. Şimdi gidenler geri dönmemek üzere gidiyor. Beni en çok üzen ve kaygılandıran da bu aslında. Yine de yarının yemyeşil bir bahar olacağına inanmak istiyorum, tıpkı babamın şiirinde söylediği gibi:

“Yüzyılımı dörde böldüm… / Her bölümü bir mevsim, / Biri kaldı, üçü gitti… / Yazı gitti, güzü gitti, / Karlı, tipili kışı gitti, / Yemyeşil bir bahar kaldı!”

“Boşa gitmesin son sıcaklığım.”

Ben, bir öğretmen ailesinin çocuğu olarak, eğitimle insanın yaşamının nasıl iç içe geçmiş olduğunu görüyor, ve tüm meselenin de bu olduğuna inanıyorum. Gerek bireysel, gerekse toplumsal ilerlemenin eğitimle mümkün olduğunu savunuyor, onsuz olmayacağını düşünüyorum. Bütün bunları anlatmamın sebebini ise çok sevdiğim babamın şu şiiriyle özetlemek istiyorum:

“Elim birine değsin, / Isıtayım üşüdüyse / Boşa gitmesin son sıcaklığım.”

En sevdiği şarkı: Şimdi Uzaklardasın
En sevdiği şairler ve şiirler: Rıfat Ilgaz – Dört Mevsim, Rıfat Ilgaz – Okutma Üzerine, Ahmed Arif, Can Yücel

Tuğçe Tekin, Yazar
Tuğçe Tekin, Yazar

Aydın Bey’le yollarımız bu proje olmasaydı kesişir miydi inanın bilmiyorum ama şuna inanıyorum ki birbirimizle karşılaşmamızın bir sebebi vardı. Yaptığımız her görüşme öylesine etkileyici, öylesine dolu dolu geçti ki… Hüzünlendiğimiz de oldu, kahkahalarla güldüğümüz de. Ve bu anların her birinden de bir şeyler öğrendim ben hep. Kelimelerle ifade etmeye çalışmak çok zor ama, babası Rıfat Ilgaz’ın yaşadığı zorlukları anlatırken, şimdi bile onun eserlerine sahip çıkmak için verdiği mücadelelerden bahsederken ki tavrı öyle örnek alınasıydı ki. Bunları konuşurken sık sık gözlerimin dolduğunu ve hayran kaldığımı anımsıyorum şimdi. Her biriniz bu anlara şahit olabilseydiniz keşke, çok isterdim bunu. Dilerim bir gün onu dinleme fırsatı olur her birinizin. Sözün kısası, eli iyi ki değdi Aydın Bey’in benim hayatıma. Yaşadığı tüm zorluklara nispet yaparcasına mutlu bir hayat sürmesini diliyorum tüm sevdikleriyle.