Ayşe Şule Tunca

Şule Hanım, 1949 Fatih/İstanbul doğumludur. İstanbul’dan Bursa’ya geçip üç yaşına kadar burada yaşamıştır. Ardından Ankara’ya taşınmıştır. Eğitim hayatı boyunca Ankara’da yaşayan Şule Hanım Lisans öğrenimini ODTÜ Sosyoloji bölümünde görmüştür. Ardından yüksek lisans ve doktorasını Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsünde Demografi üzerine yapmıştır. Doktora sonrasında profesyonel iş hayatına başlamıştır. Bu sırada çeşitli alanlarla ilgili işletmeler kurmuş ve bunları işletmiştir. Elli bir yıllık çalışma hayatının ardından emekliye ayrılmıştır. Şimdilerde Göktürk’te, şehre biraz uzak sessiz bir yerde yaşıyor.

Karlı Bahçe

Çocukluğuma dair hatırladığım en eski anı 1953 kışından. O sıralar üç yaşındaydım. Evimizin bahçesi, sokaklar yani her yer karla dolmuştu. Karın içine atladım abimle birlikte yuvarlandım. Kar normalde soğuktur ama ben o günleri hatırladıkça içim sımsıcak oluyor.

Evin İçi

Ailem tipik küçük burjuva bir memur ailesiydi. Evin içinde iletişimler sağlıklı ve düzgündü. Evdeyken huzurlu, sevgi dolu ve güvende hissediyordum. Evde anne babam, abim, ben ve  babannem kalırdık. Dayım memurdu, bazen yolu düştükçe o da bizimle kalırdı.

Annem Boşnak kökenli bir ev hanımıydı. Çok becerikli, hamarat, düzenli ve ilgili, anaç bir anneydi. Okuldan döndüğümüzde günümüzün nasıl geçtiğini, neler yaptığımızı sorardı hep. Bir çerkez tavuğu yapardı ki en sevdiğim yemekti.

Babam Ladik/Samsun kökenli biriydi, Milli Eğitim Bakanlığında çalışıyordu. Babam çok naif bir insandı. İşi gereği köyleri, okulları gezerdi. Çay ikram edenlerin çayını bile içmez, içemezdi: ‘Ben devlet memuruyum, yarın bir gün işleri çıkar, vefa borcu olarak üstüme kalır, olmaz.’ derdi.

Annem ve babam birbirlerine karşı çok naiflerdi. Babamın bir kalp rahatsızlığı vardı; annem de bu sebeple eğilmesini istemezdi. Babam sabah işe giderken annem eğilir ayakkabılarını bağlar, akşam eve geldiğinde de çözerdi. Babam da ona karşı böyleydi. Karıcım yorulmuşsundur deyip onu koltuğa oturtur kahve yapardı. Aralarında bir tartışma olduğunda bizim ruhumuz duymazdı. Kendi aralarında çözerler, hiç de bize yansıtmazlardı. Ben çocukluğumda tüm karı koca ilişkileri böyle sanırdım. Büyüyünce fark ettim böyle olmadığını, biraz da hayal kırıklığına uğradım açıkçası.

Abim çok çalışkan ve zeki bir çocuktu. Okula birlikte gidip gelirdik. Abim de benimle çok ilgiliydi. Sokağa arkadaşlarının yanınq çıkarken beni de çağırırdı, onlarla birlikte vakit geçirirdim. Hiç de gocunmazdı. Abimler sokakta futbol maçı yaparlardı, beni de kaleye alırlardı.

Ben ise ailenin ikinci ve son çocuğuydum. Uyumlu, sosyal, neşeli, çalışkan ve çok okuyan bir çocuktum.

Şimdi ben sana bu yaşadıklarımı anlatıyorum ya, düşününce sanki masal anlatıyor gibiyim ama gerçekten de o kadar güzel bir ailede büyüdüm işte.

Çocukken günlerim oldukça rutin sayılır: Uyanıp kahvaltı ederdim. Annem, abimle beni okula bırakırdı. Okuldan eve gelince üstümü değiştirip ödevlerimi yapardım. Akşam babam gelince de yemek yenirdi.

Babam eve geldiğinde beni kucağına oturtup ona gazete okumamı isterdi. Babacım yorgunsun, sonra okuyayım derdim. ‘Yok kızım, sen oturunca ben dinleniyorum.’ derdi.

Akşam saat yedide annem, babam ve babannem Ankara Radyosundan haberleri dinlerlerdi. Haberlerin başlamasına yakın hazırlanan, tüm eve mis gibi koku yayan Türk kahveleri içilirdi.

Çocuk Kütüphanesi

Hafta içleri okuldan gelip de ödevimizin olmadığı zamanlarda annem, abimle beni o dönem Ankara’da bulunan çocuk kütüphanelerine götürürdü. Bu kütüphaneler o kadar güzeldi ki; içeride binbir çeşit kitap vardı, arkasında büyükçe bir bahçesi ve Oyun parkı vardı. Burada kitap okumamıza, ödünç almamıza ve oyun oynamamıza izin verirdi. O dönemler benim en çok sevdiğim ve okurken keyif aldığım yazar Jules Verne idi. Şimdi bakıyorum da Jules Verne’nin öngördüğü ve okurken aklımın almadığı, çok şaşırdığım şeylerin hepsi birer birer gerçekleşiyor.

Biz kültürel birikim aşkıyla yanıp tutuşan çocuklardık. Her hafta sonu kitapçıya giderdik. Seçtiğimiz üç parça kitap alınırdı bize okumamız için. Mesela bir keresinde annem manavı bize düz kâğıtla sebze meyve versin diye uyarmıştı. Normalde manav sebze meyveyi gazete kağıdına sararak verirdi. Biz o gazeteyi okuyana kadar eve gitmezdik.

Çocukken oynadığımız oyunlar genelde oyuncaksız olurdu çünkü; İkinci Dünya Savaşı olduğundan dolayı Türkiye’de o zamanlar pek ürün bulunmazdı. İp atlama, seksek,  saklambaç, birdirbir gibi oyunlar oynardık sokakta. Evde abimle dama ve satranç oynardık. Büyükler de tavla oynardı.

Evin Efsanesi

O dönemler çok acıydı: Türkiye’de bir toplu iğne bulmak bile zordu. Babamsa iş seyahati gereği Amerika’ya giderdi. Oradan bize Türkiye’de bulunması zor olan hediyeler getirirdi: Ayakkabı, fabrikasyon oyuncaklar vs. Hiç unutmam bir seferinde yirmi dörtlü kuru boya seti getirmişti. Sevinçten havalara uçuştum. Boya seti evin efsanesi olmuştu abim ve benim için.

Becerikli Bir Anne

Giydiğim kıyafetlerin tamamını annem dikerdi. Sümerbank’tan kumaş ve ip alır, onlarla babama, bana ve abime kıyafet dikerdi. Babam ve abimin takım elbiselerini bile annem dikerdi, o kadar becerikliydi. Benim için dikmediği ilk kıyafet düğünüm için giyeceğim gelinlik olmuştu. Ama onun için de gidip terzinin başında durdu.

Annem o kadar becerikliydi ki, daha unuttuğum neler vardır kim bilir. Babam da bir o kadar beceriksizdi; bir ampulü değiştiremezken, annem trafoyu bile tamir edebilirdi.

Bayram Günleri

“Bayram günlerimiz gerçekten bayram olurdu bize. Geceden yastığımın altına koyduğum ayakkabılarım ve bayramlık kıyafetlerimi giyerdim sabah kalkınca. Tüm aile mükellef bir sofraya oturur kahvaltımızı yapardık. Anneannem Boşnak olduğu için hamur işlerinde çok iyidir. Kahvaltıdan sonra önceki gece yaptığı taptaze börek ve baklavaları yerdik.”

“Bizim sokakta ziyaret kültürü vardı. Buna uygun olarak öğlenleri de komşularımıza bayram ziyaretine giderdik. Bir keresinde ziyarete gittiğimiz komşudan eve dönüyorduk. Tam eve girdik kapı çaldı. Kapıyı açınca ne görelim: Az önce evinden çıktığımız komşumuz bize bayram ziyaretine gelmiş. Sanki az önce birlikte oturmamış gibi ‘Aaa hoş geldiniz!’ deyip buyur ettik.”

Yarım Asrın Ötesinde Bir Çocukluk

Çocukken yaz tatillerinde çok eğlenirdim. Şimdi bakıyorum da çok şanslıymışım çünkü o zamanlar yokluk zamanıydı ve biz buna rağmen yazın altı hafta Gemlik’e deniz kenarına, kışın da iki haftalığına Uludağ’ a kayak tatiline giderdik. Yaklaşık altmış yıl sonra ise insanların yazın sadece birkaç haftalığına tatil yapabiliyor olması üzücü.

Aileden Kalan Yadigârlar

Ailemden bana kalan şeyler arasında en önemlisi kazandırmak istedikleri ahlâktı. Babam namuslu ve dürüst olmak, kul hakkı yememek konularında çok öğütlerde bulunurdu.

Babam hep derdi ki ‘Kızım, başının dışını değil, her zaman içini süsle.’

Baba tarafından dedem bizim ailemizin vefakârlık örneğiydi. İşlettiği dükkanı devretmiş. Devir parasıyla kendisine bir asker üniforması alıp Sarıkamış Harekâtına gönüllü olarak katılmış. Artan parayı da ailesine vermiş ve gitmiş.

Ailemden kalan, kendi kurduğum ailede de yaşattığım, bir ailenin bana gerçekten aile olduğunu hissetiren şeylerden biri sofra kültürüdür. Ailede ne yaşanırsa yaşansın, sofrada küslük olmaz, kötü şeyler konuşulmaz. Sofraya birlikte oturulup birlikte kalkılır.

Ergenlik Hayatı

Ergenlik döneminde hayatımda annem ve arkadaşlarımın önemi giderek arttı. Ortaokul ve liseden beri süregelen arkadaşlıklarım var halen. Hatta birisiyle sekiz sene sıra arkadaşlığı yaptım. Şimdi de İstanbul’da komşuluk yapıyoruz. Annemse bu dönemde aldığım tüm kararımda bana destek çıktı, ihtiyacım olduğunda fikirlerini belirtti, beni doğru yönlendirdi.

Ergenken beni derinden etkileyen iki şey olmuştu. Bunlardan en önemlisi Mübeccel Kıray’dı. Mübeccel Kıray’ı öğrendikçe Sosyoloji okumaya yönelik hevesim artıyordu.

Sonradan ODTÜ Sosyoloji kazandım ve kendisi benim hocam oldu. Diğeri ise Shirley MacLaine’in oynadığı bir filmde ülke ülke dolaşıp akademisyenlik yapmasıydı. ‘Ben de bir akademisyen olup üniversiteden üniversiteye koşturup ders vermek istiyorum.’ demiştim.

Zorluklarla Geçen Dört Koca Yıl

Liseyi bitirdiğim yılın yaz aylarında babamı kaybettim. Babamın vefatı bizi çok zorladı. Hem duygusal hem de maddi açıdan. O sıralar vefat eden kişinin ardından aileye maaş bağlanması yaklaşık altı ay sürüyordu ve biz yeni bir ev almıştık, her ay onun ücretini ödememiz gerekiyordu. Abim Hacettepe’de Tıp Fakültesinde okuduğundan ve dersleri çok yoğun olduğundan dolayı çalışmaya vakit bulamazdı. Bense derslerimin bitişinden sonra para kazanmak için kapı kapı dolaşır işportacılık -o dönemler adı pazarlamacılıktı- ve hocalarımdan Şerif Mardin sağ olsun bana birtakım çevirmenlik işleri verirdi, onları yapıp eve ek gelir olarak bir şeyler katmaya çalışırdım.

Şerif Mardin üniversite hayatım boyunca beni çok destekleyen kişilerden biriydi. Çevirmenlik işinin dışında daha düzenli bir gelir sağlayabileceğim Sosyal Bilimler Derneği’ne sekreter olarak önermişti ve işe alınmıştım.

Daha 19 yaşında Sosyoloji ikinci sınıfken Mimarlık bölümünde okuyan Faruk’la evlendim. Faruk standartların dışında bir tarza sahipti, oldukça da iyi bir karaktere sahipti.

Evliliğin Panoraması

Baba evinde de bazı temizlik işlerini yapmayı hiç sevmezdim. Faruk sağ olsun bu konuda bana çok destek çıktı. Bulaşıkları yıkamayı, camları temizlemeyi o üstlendi. Haftanın bazı günleri yemekleri de o yapardı. O sıralar ikimiz de öğrenciyiz. Haliyle eve eşya almak problem oluyordu. Bir gün Faruk manavdan bir tane portakal kasası, marangozdan da bir tane sunta parçası almış. Bunları birbirine monte etti. İranlı bir arkadaşımız da ev hediyesi olarak sehpanın üstüne örtmek için çok güzel bir iran kumaşı getirmişti. Öyle kullandık o sehpayı.

Hedefe Giden Adımlar

Sosyoloji’yi bitirdikten sonra burslu olarak Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsünde Demografi üzerine yüksek lisans yaptım. Şartları biraz ağırdı tabi, her dersin AA olmasını istiyorlardı. Sonrasında Demografi yüksek lisansını tamamlayan öğrenciler için yine burslu  olacak şekilde doktora programı başlattılar. Yüksek lisansta on kişiysek doktorada iki ya da üç kişiydik herhalde, sayı çok azalmıştı.

Hayatın En Büyük Sürprizi

Doktoramı yaparken hamileydim. 1972’de ilk doğumumu yaptım. İkiz çocuk doğurdum. Çocuklarımdan birinin kalp rahatsızlığı vardı. Kalbi pis ve temiz kanı birbirinden ayıramıyordu. Hayatın sürprizleri olur ya, işte her zaman iyi olmayabiliyorlar. Doktorlar on günlük ömür biçmişlerdi ama Faruk allem etti kallem etti, eve bir oksijen tesisatı kurdu. Çocuğun tam altı ay yaşamasını sağladı. Bu hastalığa sahip bir çocuğun altı ay yaşaması o dönemlerde tıp tarihinde görülmemiş bir şeymiş. Teksas’tan doktorlar bizimle iletişime geçip nasıl başardığımızı sordu.

Yarım Asırlık İş Hayatı

DSÖ Proje Görevlisi: DSÖ’nün Ana Çocuk Sağlığı ile ilgili yürüttüğü bir projede görev aldım. Proje devam ederken DSÖ’den maaşlı iş teklifi aldım ve 2500 dolar maaşla işe başladım. İş sırasında Ankara’nın sekiz ilçesindeki yerleşim yerlerini dolaşıp ana çocuk sağlığı ile ilgili veriler toplardım. Bu sırada ikinci doğumumu yaptım.

Mobilya Atölyesi: Faruk’un ricası üzerine DSÖ’den, onun işte gösterdiği üstün gayretlerine destek olmak amacıyla ayrıldım. Bu süreçte demir atölyesi, ahşap atölyesi, cila atölyesi, kumaş alma, kereste bakma, kaplama seçme gibi birçok farklı “kelaka” işlerle uğraştım. Bu işte sekiz sene çalıştım. Sekiz senenin sonunda üçüncü doğumumu yaptım.

O zamanlar başlangıç aşamasında olan firma, şu anda uluslararası sahada iş yapan, yakın zamanda da borsada işlem gören bir şirkete dönüştü. Burada harcadığım tüm emeklerim için oldukça mutluyum.

Üçüncü çocuğun doğumunun ardından Faruk’un ve benim kişisel yaşantılarımızın yoğunluğu sebebiyle evliliğimizi sürdüremeyeceğimizi fark ettik. İstanbul’a taşındığımızda, ben 35 yaşındayken boşanma kararı aldık.

Deri Konfeksiyon Atölyesi: İstanbul’da bir iş yapmam gerekiyordu. Modadan hiç haz almamama rağmen o sıralar epey revaçta olan deri konfeksiyon işine yönelik bir firma kurdum. Roma, Kopenhag ve Paris’te arkadaşlarım vardı. Roma’da yapılan tasarımları Çanakkale ve İstanbul’da üretip Paris ve Kopenhag’a satıyordum. Bu sırada iş seyahati adı altında da bol bol Avrupa’yı geziyordum. İki sene civarı konfeksiyon işini yaptıktan sonra atölyeyi kapatma kararı alıp başka bir işe el attım. Moda işi pek benlik değildi, sadece iki sene dayanabildim.

Karum: Kendi kendime ‘Kırk sene boyunca ne yaparsam bıkmam?’ diye sordum. Bunun sonucunda ‘Karum’u kurdum. Karum’la birlikte ticareti de kendi istediğim gibi yeniden şekillendirmiş oldum. Nişantaşı’nda bir dükkan kiraladım. Burayı; plak, poster, kitap ve kırtasiye malzemeleri satan bir yere çevirdim. Karum’da hem Türkiye’de üretilen hem de yurtdışından gelen bulunması zor ürünleri tedarik ederek ürün portfolyosunu epey geniş tuttum. Tedarik edeceğim ürünleri gidip yerlerinde, yurtdışı fuarlarında gördüm. Hem çok sevdiğim kitaplarla ilgili bir iş olduğundan hem de bolca yurtdışını gezmesini sağladığından dolayı Karum’u çok seviyordum. Burada kendime birçok güzel anı biriktirdim. Tam 36 yıl işlettikten sonra ise devredip emekliliğe ayrıldım.

Karum bana çok güzel bir sosyal çevre ve arkadaşlık kurma fırsatı sağladı. Bununla birlikte getirdiği şeylerden biri de STK’larla ilgili oldu. Aziz Nesin, Galata’da beş veya altı odadan oluşan bir ofiste BİLAR adında bir dernek kurdu. Bu dernek, bir açık üniversite olma amacı taşıyordu. Üniversiteden atılan akademisyenler gönüllü olarak katılan öğrencilere ders anlatırdı. Aziz Bey’in ricası üzerine iki üç sene kadar bu kurumun yöneticiliğini yaptım.

En Büyük Hazine

Anne olduğumda, aslında anneliğin içgüdüsel değil de öğrenilen bir şey olduğuna kanaat getirdim. Çünkü bakmak çok eğlenceli, tatmin edici olduğu kadar zor bir şeydi başlarda. Neyse ki bu süreçte Faruk hep bana destek oldu; sorumlulukları paylaşarak çocuklarımızı birlikte büyüttük. Çocuklarım benim hayattaki hazinem. Onlarla birlikte geçirdiğim günler, özellikle de onların daha bebek olduğu dönemler çok güzeldi ama çabuk büyüyorlar.

Tıpkı ailemin bana öğretileri gibi benim de çocuklarıma öğrettiğim en önemli şey ahlâklı ve dürüst olmaktı.

Annelik sürecindeki bu günlerini şöyle özetliyor Şule Hanım: “Çocukları okuldan alıp koştur koştur Beyoğlu’na giderdik. Önce Fitaş’a gider ilk filme yetişmeye çalışırdık. Filmden sonra yemek yiyip Emek sinemasına giderdik. Oradan da Atlas sinemasına geçerdik. Atlas’tan sonra ‘Aa gece on iki seansı varmış, hadi ona da girelim.’ dediğimiz günler olurdu bazen.

En Büyük Şanssızlık

Kansere yakalanmak. Hayatımdaki en büyük şanssızlığımdı. 40’lı yaşlarımda kansere yakalandım. Beni fiziksel, sosyal ve sağlık açısından çok olumsuz etkiledi. Ancak sadece %4 yaşama şansım varken bunu başarabildiğim ve kanseri yenebildiğim için kendimle gurur duyuyorum.

Geçmişe Bakış

Geçmişi düşündüğümde getirdiği sorumluluklar, acılar ve mutluluklara rağmen mutluyum. Kanser olduğum dönem hariç, yaşamımdaki her dönemi yeterli şekilde yaşadığımı düşünüyorum. Geri dönebilsem kesinlikle kırklı, ellili yaşlarıma dönmek isterdim.

Ben gençken evime çok hırsız girerdi. Birisi bunun üzerine bana ‘Hırsızların çalamayacağı tek şey biriktirdiğin anıların.’ demişti. Bu cümle beni çok etkiledi, üzerine düşündüm ve anı biriktirmeye karar verdim. Kendimi mutlu edecek kadar çalıştım, kazandım. Bu kazancımla istediğim gibi yedim, içtim, giyindim ve gezdim.

Hayatta tatmin olduğu üç şey olarak şunları sıralıyor: “Çocuklarım, Karum ve Sosyal Çevrem”

Hayatımda tanıştığım ve beni etkileyen çok kişi oldu. Ama bunlardan ilk üçü: Mübeccel Kıray, Nurşin Asgari ve Faruk Malhan.

Şule Hanım’ın yaşam öyküsünü okuyan gençlere bir de tavsiyesi var: “Gençliğinizi son enerji kırıntınıza kadar kullanın ve kesinlikle kıymetini bilin. Yaşlanınca yeterince dinlenip istediğiniz şeyleri büyük oranda yapabilirsiniz.”

Güne Bakış

Şu anda tek başıma İstanbul’da yaşıyorum. Karum’dan emekli olduğum ve başka bir işle uğraşmadığım için daha çok evimde vakit geçiriyorum. Boş vakitlerimi çok sevdiğim kültürel faaliyetlerle doldurmaya çalışıyorum. Gözlerimden dolayı kitap okuma sürem azaldı. Ben de bu boşluğu film izleyerek dolduruyorum.

Geleceğe Bakış

Yaşlılığın altmış beş değil de seksen yaşından itibaren başladığını düşünüyorum. İstenç kapasitesi hep aynı ama yapabilme kapasitesi işte o zaman düşüyor.

Şu günlerde hayattan isteğim fiziksel olarak daha sağlıklı olmak ve daha çok yürüyebilmek. Geleceğe yönelik mirasım kesinlikle çocuklarım. Onlar benim en değerli hazinem.


En sevdiği yazar: Yaşar Kemal, Jack London, John Steinbeck
En sevdiği film: To Kill A Mocking Bird

Mehmet Can Çelikel, Yazar
Mehmet Can Çelikel, Yazar