Ali Özgün - Denizlerin Ali Abisi
Netice Ulusu Altınay
İZ Bırakıyoruz Projesi’nde genç Aybike, yarı yapılandırılmış bir rehber doğrultusunda görüntülü telefonla yaptığımız görüşmeler sonunda, beni kendi ağzımdan böyle özetlemiş:
Annemle Babam
17 Aralık 1951 yılında İstanbul Fatih’te doğmuşum. Annem ve babam Yugoslavya’dan göçen ailelerin çocukları. Çocukluğumda altı aylıkken Ankara’ya taşınmışız. Benim çocukluğum da farklı yerlerde geçti: İlkokula Ulus’ta başladım, Keçiören’de tamamladım. Sonra Bahçelievler’e taşındık. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun oldum. Kariyerimin ilk yılları Ankara’da geçti; sonra İstanbul’a taşındım. Belki de bu yüzden küçüklüğümden beridir yeni ortamlara kolay alışırım. Annem beş çocukla ve torunlarla ilgilenen, bir yandan da ev işlerini halleden muhteşem bir kadındı, doksan iki yaşına kadar yaşamını sürdürdü. Babam da çok çalışkan ve fedakar bir babaydı. Çalışmayı severdi, yetmiş beş yaşına kadar çalıştı
Kız Kardeşlerim ve Ağabeyim
Ailemizin en küçüğüyüm. Üç ablam bir de ağabeyim var. Hep sevilen, korunan bir çocuk oldum. En büyük ablamla aramda on yedi yaş var. Büyük ablam ben çok küçükken evlenmiş ve evden ayrılmıştı. Ağabeyim ise özgür ruhlu bir insandı. Bazen eve geç geldiği zamanlar sorun olabiliyordu. Onun dışında evde çatışmalı bir aile ortamımız hiç olmadı. Herkes birbirini sever, sayardı. Küçük ablamla biraz daha mesafeli bir ilişkim oldu. Bize haber vermeden, annemle babamın onayı olmadan amcamın oğlu ile evlendi. Ailemizde akraba evlilikleri hoş karşılanmazdı, o nedenle aile ilişkimiz biraz bozuldu.
Küçükken ortanca kardeşim olan Gönül ablama çok düşkündüm, hala kuvvetli bir bağımız var. Okuldan gelince o gün neler yaşadıysam Gönül ablama anlatırdım, saatlerce konuşurduk. Gönül ablam ben on üç yaşlarındayken evlendi ve eşiyle beraber Adana’ya taşındı. Çok üzüldüğümü, ağladığımı hatırlıyorum. Her tatilde mutlaka Gönül ablamı ziyarete giderdim. Dört gözle şubat tatilinin gelmesini beklerdim. Trene tek başıma biner, Adana’ya giderdim. Ablam da beni istasyonda karşılardı. Tıp fakültesini bitirene kadar bu böyle devam etti. Hala Gönül ablamı çok severim, uygun oldukça beraber geziler yaparız.
Hayatımda Zor Kelimesi Yok
Ailemden zor kelimesini hiç duymadım. Annem de babam da çok çalışkan, yorulmayan, pozitif insanlardı. Zor işlerin üstesinden gelebilmeyi çocukken öğrendim. Ailemizde herkesin belirli görevleri vardı, birinin söylemesine gerek olmadan herkes sorumluluklarını yerine getirirdi. İş birliği yapılırdı, ben de ablamlara ve anneme yardımcı olurdum. Ablalarım dikiş dikerlerdi, benden bazı eşyaları getirmemi isterlerdi; makası getir derlerdi mesela. Bazen canım hiç getirmek istemezdi, yine de herkesin meşgul olduğunu görünce sözlerini ikiletmez, getirirdim. Fakat o zamanlar tuttuğum günlüğüme ben büyüyünce kendi yapabileceğim işleri çocuklardan istemeyeceğim diye yazmıştım. Sorumluluk almayı, bir şeylerle uğraşmayı çocukken de çok severdim. İlkokul yıllarımda büyük ablamın eşi ile yaşadığı ev bize yakındı. Okuldan eve dönerken ilk önce onlara uğrardım. Hatırlıyorum da ablamın çok güzel bir baharat dolabı vardı. İçine çeşitli baharatlarla doldurulmuş küçük, renkli, cam şişeler yerleştirilmişti. Teker teker tüm şişeleri boşaltır, şişelerin içlerini temizler, sonra her birini tekrar doldururdum. Gıcır gıcır olurlardı.
Diyana ile Arkadaşlık
İlkokula başladığım Ulus’ta bir apartman dairesinde yaşıyorduk. Bahçede değil, evlerde görüşürdük arkadaşlarımızla. O zamanlar Diyana isimli bir sınıf arkadaşım vardı, bazı zamanlar evine oynamaya giderdim. Bir gün bir komşumuz “Gitme sen Diyanalara, seni iğneli fıçıya atarlar” demişti. Sanırım, arkadaşım Türkiye’de yaşayan bir azınlık ailesinin çocuğu olduğu için onunla görüşmemi istememişti. Çocukluğumda söylenen şeylere hemen inanmazdım, muhakeme ederdim. Komşumuzun söyledikleri de bana çok anlamsız gelmişti. Diyana ile evinde arkadaşlık yapmayı sürdürdüm.
Uzun, İnce Bir Kız Çocuğu İdim
Küçükken uzun boylu, ince bir kızdım. Akrabalar babama et yemiyor mu bu çocuk diye espri yaparlardı. Kendimi iyi ifade edebilen bir çocuktum. Kimseyi üzmemek için gayret gösterirdim fakat kendime göre doğru olan şeyleri yapmaktan geri durmazdım. Çocukluğumda örgü örmeyi severdim. Kazaklar, masa örtüleri yapmıştım ablalarıma. Resimle uğraşmayı çok severdim, en çok röprodüksiyon yapmayı severdim. Degas’nın balerin tablolarının kopyalarını yapmıştım. Tıp fakültesi başlangıç yıllarımda da Dr. Albert Schweitzer’in karakalem bir portresini büyük boy olarak kopya edip, gençlere cesaret veren özlü sözlerini resmin çevresine yazarak bir tablo hazırlamıştım, bu tabloyu hala saklarım.
Tabiatla ilgilenmeyi, yeni şeyler öğrenmeyi severdim. O zamanlar hayvan ve bitki resimleri satılırdı. Ben de bu resimlerden koleksiyon yapmıştım. Koleksiyon yapma hobim çocuklarıma da geçti; oğlum çocukken futbolcu resimleri, kızım da pul biriktirdi. Küçükken kağıt bebeklerle oynardık. Kağıt bebekleri kesip üzerine kıyafetlerini ekleyip katlardım. Babamın patronu sık sık Almanya’daki gıda fuarlarına giderdi. Bir keresinde döndüğünde bana Elizabeth Taylor’a çok benzeyen, silikona benzer bir yapısı olan bir bebek getirmişti, çok mutlu olmuştum. Jules Verne’in kitaplarını okumayı çok severdim. Seksen Günde Devrialem, Dünyanın Merkezine Yolculuk kitaplarını severek okumuştum. Küçüklüğümde televizyonda çıkan filmler siyah beyazdı. Pilli Bebek adında bir çizgi filmi izlemeyi çok severdim.
Çocukluk Hayallerim
Çocukken çok fazla hayal kurmazdım, yaşadığım hayattan memnun, şanslı bir çocuktum. İlkokulda hangi mesleği yapmak istediğimiz hakkında bir kompozisyon yazmıştık, ben insanların haklarını savunmak için avukat olmak istemiştim. Müzikle tanıştıktan sonra ise bir orkestrada virtüöz olmak isterdim. İlkokul yıllarımdan beri müziğe çok ilgi duyuyorum. Mandolin çalmayı çok seviyordum. Keçiören Çizmeci İlkokulu’nda üçüncü sınıftan başlayarak, hafta sonu mandolin dersi aldım. Özel bir müzik öğretmeni vardı, bizimle birer saat süre ile teke tek zaman geçiriyor, solfejle birlikte mandolin çalmayı öğretiyor, gelişmemizi izliyordu. Beşinci sınıfı bitirince Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonu’nda dört sesli eserlerle mandolin konseri vermiştik. Daha sonra başarılı olan öğrenciler keman çalmaya başlamıştı fakat ben okulum değiştiği için o yıllarda keman çalmayı öğrenemedim. Hep içimde kalmıştı. Yıllar sonra, kırk beş yaşında keman çalmaya başladım, hala da severek çalıyorum.
Öğrencilik Yıllarım
İlk öğrencilik yıllarım Atatürk İlkokulunda geçti. O zamanlar Ulus, Çıkrıkçılar Yokuşu’nda bir apartmanda oturuyorduk. Babam bir gıda müessesesinin Türkiye temsilciliğini yapıyordu. İşi gereği farklı şehirlere gider, aylarca evde olamazdı. Banka işlemlerinin yaygın olmadığı o yıllarda, tahsilat yaptığı paraları da yanında getirirdi. Lise yıllarımda, ona yardım ederdim; liste yapar, kimden ne kadar para toplandığını hesaplayarak birlikte kontrol eder, gerektiğinde paraları da sayardım. O nedenle olmalı, para benim için fazla önem taşıyan bir nesne değildir. Çalışkan bir öğrenciydim, derslerimin tümünde başarılıydım. İlkokul bitmeden biz Bahçelievler’e taşındık. Bir süre Bahçelievler’den otobüse binip Ulus’ta otobüs değiştirerek, Keçiören’deki okuluma gittim. Bahçelievler’e Deneme Lisesi öğrencisi olmam için taşındık.
Okul yıllarımda güven içinde mutlu bir öğrenci oldum. Sınıfta bazı arkadaşlarım devamsızlık yapardı, ben de bunun nasıl bir şey olduğunu merak ederdim. Bir gün okulu asıp arkadaşımla sinemaya gittik. O gün 19 Mayıs gösterimizin provaları varmış fakat prova zamanı değişmiş. Bir arkadaşım bizim eve gidip anneme “Yarın prova olacaktı ama zamanı değişti, Ayşen’e söyleyin boş yere eşya getirmesin.” demiş. Böylece, okula gitmediğim ortaya çıkmıştı. Annem eve döndüğümde şakayla karışık bugün okula gitmemişsin ama yarın eşya götürmene gerek yokmuş, arkadaşın haber verdi demişti. Çalışkan ve sorumluluk sahibi bir öğrenci olduğum için, sanırım, kimse bunu sorun yapmamıştı
Sınav Günü
Ankara’da Bahçelievler Deneme Lisesi, sadece orta okul girişinde öğrenci alan bir okuldu. O yıl sınavla öğrenci alınıyordu. Yaz tatili dönüşünde belirlenen tarihte sınava girmek için babamla beraber okulun yolunu tuttuk. Baktık, okulda kimse yok. Meğer sınav tarihini bir hafta öne almışlar ve bizim haberimiz yok. Ne mektup gönderdiler ne de haber verdiler. Babamla beraber müdüre gittik. Babam “Sınav tarihinin öne alındığını bize bildirmediniz, kızım sınava giremedi. Ayşen’in bu okulda okumaya hakkı var.” dedi. Müdür bana şöyle bir bakıp burası zor bir okul, bir nahiye ilkokulundan gelen öğrenci burada başarılı olamaz. Kızınızı Ankara Kız Lisesine kayıt ettirelim dedi. Ankara Kız Lisesi de kolay kayıt olunamayan kıymetli bir okuldu. Babam kabul etmedi, kızım derslerinde başarılı bir öğrenci, ilk dönem notlarına bakın; başarısız olursa Ankara Kız Lisesine kayıt ettiririz dedi. Böylece Deneme Lisesi öğrencisi oldum. Babamın bu güvenli davranışına minnettarım. Okul müdürü Refet Angın’ın bu ayrımcı değerlendirmesi de beni yaralamış, unutamadığım bir anıdır.
Sinemalar ve Diskolar
Ergenlik yıllarımda Ankara, Bahçelievler’de oturuyorduk. Ablalarımın özenle diktikleri güzel elbiseler giyerdim. Saçlarım da uzundu. Uzun boylu, ince bir genç kızdım. Mahallemizde platonik aşklar vardı. benim de hoşlandığım biri vardı. Pencereden bakar, geçmesini beklerdim. Fakat onunla hiç yüzleşmedik. Benden hoşlananlar da vardı. Daha sonra lisedeyken erkek arkadaşım oldu. O zamanlar arkadaşlarım diskoda dans etmeye giderlerdi. Ben arkadaşlarımla sinemaya gitmeyi severdim. Gençlik parkı çok güzeldi. İçinde kocaman bir havuz vardı, o havuzda kayıkla gezerdik. Bazen Gölbaşı Gazinosu’na, bazen de lunaparka giderdik.
Meslek Seçimi
Lisede yakın arkadaşım Alev matematikçi olmak istiyordu, ben de matematikçi veya mimar olmak istiyordum. Alev’in babası ise onun doktor olmasını istiyordu. Babası Hacettepe’de öğretim üyesiydi ve halk sağlığı alanında önemli bir uzmandı. Benim ailem ne olmak istediğime müdahale etmezdi. Aklımda tıp fakültesinde okumak hiç yoktu. Bir gün Alev’in babasına neden kızınızın tıp fakültesinde okuması için bu kadar ısrar ediyorsunuz diye sordum. Babası bizi karşısına alıp açıklamaya başladı. Tıp eğitiminin içeriğinin çok güzel olduğunu söyledi; insan kendisini, yakınlarını, başkalarıyla olan ilişkilerini öğrenir, topluma faydalı olur dedi. Onun rehberliği beni çok etkiledi. Doktor olma fikrini bana Alev’in babası aşılamıştır.
İkimiz de hem Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde matematik bölümü hem de diğer üniversiteler için giriş sınavlarına girdik ve yüksek puanlar alarak kayıt hakkı kazandık. Sonra ben Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne gitmeye karar verdim. Alev de kıymetli bir matematik profesörü oldu. Alev hala yakın arkadaşımdır.
“Ayşen Bak Bir Tanesi Çok Güzel Bakıyor”
Prof Dr. İhsan Doğramacı 1967’de Hacettepe Üniversitesi’ni kurdu. Ben de Hacettepe’nin ilk öğrencilerinden biriydim, 1969’da üniversiteye başladım. Hacettepe Tıp Fakültesi’nde ilk yıl hazırlık sınıfında dil eğitimi vardı. Sadece İngilizce ve Türkçe dersi vardı. Derslerin seviye sınavında başarılı olan öğrenciler birinci sınıfa geçebiliyordu. Türkçe dil sınavına girdim ve sınavı geçmeyi başardım. Lisede yabancı dil eğitimim Fransızca olduğu için İngilizce öğrenmek amacıyla hazırlık öğrencisi oldum. Daha sonra kolej ve Fen Lisesi mezunları hazırlık sınıfını atlayarak birinci sınıfta bize katıldılar. Bize göre daha havalıydılar. Bir arkadaşım aralarından birini göstererek “Ayşen bak bir tanesi çok güzel bakıyor, daha normal herhalde” demişti. Melih’i işaret ediyordu. Melih’le çok iyi arkadaş olduk, sevgili olduk, eş olduk. Mezun olduktan sonra da evlendik ve beraber yaşamaya başladık. Melih okul bitince çocuk cerrahı oldu.
Hacettepe Tıp Fakültesi Yıllarım
Hacettepe’de Toplum Hekimliği Enstitüsü adı altında yeni bir bölüm kurulmuştu. Benim bir önder olarak gördüğüm Prof. Nusret Fişek de İhsan Doğramacı’nın teklifi üzerine bu enstitünün başkanı olmuştu ve toplum hekimliği kavramını geliştirip tıp eğitimine yerleştirdi. Nusret Fişek, Türkiye’de sağlık hizmetlerinin topluma yayılmasını sağlamış, tıp fakültelerinde halk sağlığı eğitiminin kurumsallaşmasını sağlayan dünya çapında çok değerli bir öğretim üyesi. Onunla tanıştığım, öğrencisi olduğum için ve tıp eğitimi programına yaptığı katkılar için çok müteşekkirim. İlkelerinden ve bakış açısından çok etkilendim. Tıp eğitiminde o zamanlar öğrenciler anatomi, biyokimya, farmakoloji gibi ayrı ayrı dersler görürlerdi. Fakat Hacettepe’de biz bu alanları vücudun sistem bütünlüğünde, entegre olarak ve de toplumda insanların neye ihtiyacı olduğu, nelerden etkilendiği, halk sağlığının nasıl düzeltilebileceğini ve tüm bunlarda sağlık eğitiminin ne kadar önemli olduğuyla ilgili pek çok bilgiyi öğreniyorduk. Birinci sınıftan itibaren toplum hekimliği uygulamalarının cazibesine kapılmıştım.
Tıp fakültesinin beşinci senesinde toplumda staj uygulamamız vardı. Üç arkadaşımla beraber Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün işbirliğiyle eğitim, hizmet ve araştırma bölgesi olarak yönetilen Etimesgut’a bağlı Sincan Sağlık Ocağı’nda çalıştım. Burada araştırma ve raporlama yapmayı öğrendim. Son sınıfta da bu bölgede, hastanede elektif staj yapmıştım. Uzman denetiminde yüze yakın doğum yaptırmıştım. Son yıl, intörn öğrenci olarak nöbet tutardık, bir gece evde uyur, bir gece hastanede olurduk. Çok yoğun bir tempoda çalışıyordum. Eve geldiğimde naylon çoraplarımın topuk kısmının aşındığını fark ederdim. Yine de çok zorlandığımı hatırlamıyorum, o dönemleri güzel hatırlıyorum.
Tez Dönemi
Mezun olduktan sonra, Toplum Hekimliği Enstitüsü’nde halk sağlığı uzmanlık eğitimine başladım. Asistan olarak Çubuk ilçe merkezinde çalışmaya başladım. İki yıl boyunca yönetici olarak sağlık ocağı hekimliği yaptım. Görevli hemşire ve ebelerle birlikte çok yoğun çalıştığım bir dönemdi. Resmi sağlık işlerini de ben sürdürüyordum, bir yandan da uzmanlık tezimi yazmaya çalışıyordum. Nusret Fişek, tezimin danışmanı olarak her hafta çalışmalarıma destek olmak için sağlık ocağına geliyordu. O zamanlar isteğe bağlı olarak gebelik sonlandırmak yasal bir hak değildi fakat kadınlar dünyanın her yerinde kendi yöntemleriyle düşük yapmaya çalışıyorlardı ve bunun sonucunda ölüyorlardı. Ben de Çubuk’ta kadınların ne yaptığını merak ederek, bu konuda bir uzmanlık tezi seçtim. Sağlık Ocağında çalışırken fark ettim ki öğrenciyken sadece kadınları doğurtmasını bilen bir hekim olarak yetiştirildim. Fakat kadınlar toplumun temeli. Her şeyi kadınlar yönetiyor, bütün sıkıntıyı kadınlar çekiyor ve aslında çok güçlüler. Sonrasında halk sağlığında bütün ilgi alanım kadın sağlığı oldu.
Kadın Sağlığında Önemli Bir Adım
Çubuk Bölgesi de Toplum Hekimliğine bağlı bir bölgeydi. Hastanenin kadın doğum bölümünü yöneten ve başhekim olan Doç. Ayşe Akın’ın yönetiminde çok önemli araştırmalar yapılıyordu. O zamanlar gebelikten korunmak için rahim içi araç yerleştirilmesini sadece doktorlar yapabiliyordu. Ayşe Akın, Dünya Sağlık Örgütü üyeleri ve değerli halk sağlıkçılar iyi bir şekilde eğitilirse ebelerin de rahim içi araç takabileceğini düşündüler ve ebelere eğitim programı düzenlenmesini sağladılar. Filipinler’de ve Çubuk’taki ebeler için ortak bir eğitim programı uygulandı. Ben de bu araştırmaların etkisiyle birlikte çalıştığım ebelere rahim içi araç uygulaması konusunda eğitimler düzenledim. Prof. Ayşe Akın meslek hayatımda önemli yeri alan, örnek aldığım bir büyüğümdür.
Uzman olduktan sonra bir arkadaşımla beraber Ayşe Akın’a “Türkiye’deki sağlık hizmetlerinde çalışmak istiyoruz ne yapabiliriz, bize yol gösterir misiniz?” diye sorduk. Güzel bir cevap verdi: “Çubuk’taki ebelerin rahim içi araç uygulaması gibi Türkiye’deki başka şehirlerde ve farklı sağlık kuruluşlarında çalışan ebe ve hemşirelerin de bunu yapabileceğini ispatlamamız lazım” dedi. Bize bu eğitim programını öğretecek ve denetleyecek hekimler siz olur musunuz diye sordu ve bu görevi seve seve kabul ettik. Daha sonra Ayşe Akın’ın İngiltere’ye gitmesi gerektiği için araştırmayı yürütme görevini de ben devraldım. Farklı şehirlerde eğitim programına katılan bütün ebeler Ankara’ya geldiler, hepsinin denetimini yaptık, çalıştıkları yerlerde denetlendiler ve böylece Türkiye’nin her ilinde eğer denetlenirse ebelerin de rahim içi araçları takabileceklerini kanıtlamış olduk. Türkiye’de 1983 yılında ilgili yasa değişti ve ebelerin rahim içi araçları takabilecekleri kabul edildi.
Ankara’dan Sıcak, Kalabalık, Karmaşık Bir Şehire
Eşim de ben de yoğun çalışıyorduk. Çubuk Hastanesinde haftada bir veya iki kez nöbet tutmayı sürdürüyordum. Uzmanlık sonrası bölgenin eğitim sorumlusu olmuştum, ayrıca kadın sağlığı ile ilgileniyor, stajyerler öğrencileri de eğitiyordum. İşimden çok büyük keyif alıyordum. 1980 yılında, uzmanlık döneminde, yoğun işler arasında doğum yaptım, kızımız Kiraz dünyaya geldi. Kiraz üç yaşındayken, İngiltere’de bir akademik yıl burslu olarak katılma hakkı kazandığım bir programdan yararlandım. Bu program, nüfus araştırmalarıyla ilgili, disiplinlerarası bir eğitimdi. Öğrendiklerim benim için çok faydalı oldu. Buradan döndükten sonra Etimesgut Bölgesinde çalışmaya başladım. Kadınlar ve çocuklarla ilgili çalışmalar yapmaya odaklanmıştım. YÖK Yasası doğrultusunda tıp fakültelerinde yeni halk sağlığı bölümleri kuruluyordu. Tek başına gidip bir halk sağlığı bölümünde sadece ders anlatan bir akademisyen olma fikri bu kadar renkli bir meslek hayatından sonra bana yavan geliyordu. Gelecekte, kadınlar ve çocukların bir arada hizmet alacağı, üniversite öğrencilerinin rahatça uygulamaları göreceği ve gelişeceği bir merkez oluşturmak istiyordum.
Bir gün Sağlık Bakanlığı’nın bir eğitim programında hayallerimi anlatırken, katılımcılar arasında olan, İstanbul’dan bir öğretim üyesi bana “Olcay Neyzi senin gibi bir halk sağlığı uzmanıyla çalışmak istiyor, İstanbul’a gelir misin?” diye sordu. O zamanlar İstanbul’a taşınmak gibi bir düşüncem yoktu. Biz sadece tatillerde İstanbul’a giderdik. İstanbul bana sıcak, kalabalık ve Ankara’ya göre daha karmaşık gelirdi. Hatta Eşim İstanbul’a taşınıp orada bir klinik açarak yönetmek istediğini söylüyordu fakat ben gitmek istemiyordum.
Prof. Olcay Neyzi ile Tanışmam
Bir cumartesi günü evde, tesadüfen televizyonda Olcay Neyzi’nin konuşmasına denk geldim. Olcay Neyzi, Türkiye’de ilk defa çocukların büyüme persentil eğrilerini çıkartan çok ünlü bir çocuk metabolizma ve endokrin uzmanıydı ve çok sevilen, sayılan bir insandı. İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Çocuk Sağlığı Enstitüsü hakkında konuşuyordu. “Toplumda çocuk sağlığını geliştirmek için belediye ile anlaştık. İstanbul’da sağlık hizmeti veriyoruz. Böylece öğrencilerimiz, asistanlarımız toplumda çocukların sağlığıyla ilgilenme imkanı buluyor. Sadece hastanelerde uzman yetiştirmek doğru değildir.” diyordu. Konuşmasından çok etkilenmiştim. Tam da benim işimi anlatıyordu. Eşime “Ben İstanbul’a gidiyorum, Olcay Neyzi benim gibi birisini arıyormuş.” dedim ve böylece İstanbul’da, bir Halk Sağlığı Doçenti olarak, Olcay Neyzi ile çalışmaya başladım. Olcay Hanım hem çocuk hem de anne sağlığını kapsayan programlar yürütmek istiyordu. İkimiz için de güzel bir buluşma oldu. 2008 yılına kadar, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde de görevlendirilerek akademisyen olarak çalıştım. Olcay Neyzi emekli olduktan sonra bile beraber çalışmaya ve görüşmeye devam ettik. Yaşamım boyunca, çok yönlülüğü ile de, beni çok etkileyen ve örnek aldığım kişi olmuştur.
Eğitimci Olmakla Gurur Duydum
Kariyerimde hep üniversitede halk sağlığıyla ilgili çalıştım gibi görünse de aslında her beş senede bir kulvar değiştirdim. Bunların bazıları bilinçli bazıları ise tesadüf oldu. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarında gönüllü işler yapmak beni renklendirdi. İnsanlara ve topluma yararlı olmak işimin en sevdiğim kısmıydı. Yaptığım işleri, hiçbir zaman iş gibi görmedim bana hayat bilgisi gibi geldiler. Üreme sağlığı alanında tıp mensupları dışında sosyal bilimler ve diğer disiplinlerden de pek çok kişi çalışıyordu. Bu alanda çok fazla eğitim verilmekteydi ve çalıştığım dönemde ben de bu tür eğitimlerden faydalanmıştım.
Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nde, çalışma arkadaşlarımla birlikte farklı yerlerde bu alanda çalışacak doktorlar, hemşireler, psikologlar, eczacılar ve eğitimciler için Avrupa Birliği’nin desteğinde eğitim programları oluşturmuş, örnek bir hizmet merkezi olarak Kadın ve Çocuk Sağlığı Eğitim ve Araştırma Birimi’ni kurmuş, uygulamalar yapıyorduk. Bu ilgiyle; İstanbul Tıp Fakültesi yönetimi, öncülük yaptığım bu etkinlik gibi benden tıp fakültesi öğretim üyeleri için de eğitimciliği geliştirecek eğitim programları yapmamı istedi. Riskli bir şeydi çünkü iyi bir program olmazsa sonuçları kötü olabilirdi. Fakat hazırladığımız program çok başarılı oldu ve öğretim üyeleri akın akın bu programa gelmeye başladı. Benim için önemli bir başarıydı bu.
Büyükevren Köyü
İstanbul’a taşındığımız dönemde oğlumuz Ali doğdu. Eşim de ben de çok çalışıyorduk. Melih İstanbul’a yakın bir ev bulup arada ferahlamak için gidelim istiyordu. Temmuz 1990’da bir haftalığına bir tatile gittik. Edirne’nin Enez ilçesinde, Büyükevren Köyünde bir yerdi. Saros Körfezi’nde, Yunanistan’a on dört kilometre mesafedeydi. Sakin ve yemyeşil doğa içinde bir yer. Tam istediğimiz gibiydi, çok beğendik. Köyde bir ev yaptık. Her yaz oraya gittik. Çalıştığımız dönemde her ay bir hafta sonu mutlaka köyde olurduk. Çocuklarla oyunlar oynar, önemli konularımızı orada konuşurduk. Kaçış yerimiz oldu. Ali tarlalarda, toprakla haşır neşir olarak büyüdü. Çocuklarımızın tabiat içinde olmasına çok önem verdik. Köy denize yakın mesafede, meşe ormanının altında, kilometrelerce doğal plaja sahip bir yer. Kendi güneş şemsiyelerimiz, hasır yaygılarımızla denizden yararlanmayı, uzun yürüyüşler yapmayı, yüzmeyi sürdürüyoruz orada yine. Çocuklarımız, eşleri ve torunlarımız da bu güzelliği yaşıyorlar.
Hiçbir Şey Yapmadan Yatmak
Meslek hayatımın son döneminde daha da çok çalışıyordum ve işten çok geç çıkıyordum. Bir arkadaşım beni yaşam tarzındaki değişiklikleri konu alan bir toplantıya konuşmacı olarak davet etti. Aynı gün toplantıda yoga konusunu işleyen bir yoga öğretmeni vardı ve bize yogayla ilgili bir sunum yaptı. Ben de böylece yogayla tanıştım. Toplantının yapıldığı otelde parkelere havlu serdik ve bize bir deneme dersi yaptı, çok etkilendim. Bir psikolog arkadaşım danışanlar için yoga öğretmeni tuttuk diyerek derslere katılmam için beni de davet etti. Her dersin başında ve sonunda savasana yapıyorduk, sırt üstü yatarak rahatladığımız bir hareketti. Savasana hareketini yaparken fark ettim ki, hayatım boyunca hiç boş zaman ayırıp sırt üstü yatarak, anda kalıp düşünmemiştim. Hiçbir şey yapmadan yatmak bana çok iyi gelmişti. O günden beridir ekip arkadaşlarımla yoga yapmayı sürdürüyorum. Yoga benim için bedenime saygı göstermenin bir işareti oldu.
Yeni Bir Sayfa
2008 haziranda, emeklilik yaşımın gelmesine daha on sene varken üniversitede çalışmayı bıraktım. Yıllar önce bir sağlık sorunu geçirmiştim ve tanı konulduktan bir hafta sonra ameliyat oldum. Bu dönem çok yoğun çalıştığımı, kendime ve çevreme yeterince zaman ayıramadığı fark etmemi sağlamıştı. Bana göre, hayatta çevremizde olup biten her şeye eşit derecede önem vermeliyiz. Enerjimiz varsa hepsine harcamamız lazım, yoksa bazılarını bırakmamız lazım. Ben de yoğun çalışma hayatımı bırakmayı seçtim. İçinde bulunduğum iş yaşamı bu dengeyi bozuyordu. Ayrıca, ömür boyu bu şekilde çalışmayı sürdürsem bir halk sağlığı profesörü olarak, yapmak istediklerimin tamamlanamayacağını düşündüm. Bu sayede hayatımda yeni bir sayfa açıldı ve yeni hayat düzenimi de çok seviyorum. Görmek istediğim yerleri gezdim: Arkadaş grubuyla Peru’ya, Arjantin’e gittik; ablamla Rusya’ya gittim. Bir zamanlar anne babamın doğduğu Yugoslavya’yı ziyaret ettik. Laponya gezisini bir arkadaşımla yaptım. Eşimle Zanzibar’ı ve Tayland’ı gezdik. Pandemiden önce son gezimiz, eşimle Arap Yarım Adası’nda bir gemi gezisi oldu.
Ailem
Eşim Melih ile Hacettepe Tıp Fakültesi’nde sınıf arkadaşıyız. Melih toplumsal sorumluluk bilinci çok yüksek bir insandı, hala da öyle. Bu özelliği beni çok etkilemiştir. Kızımız Kiraz, uzman olduğum dönem, 1980 doğumlu. Oğlumuz Ali de doçentlik sınavından sonra İstanbul’a taşındığımızda doğdu. Çocuklarımıza sıkı kurallar koymaya hiç ihtiyaç duymadık. Kendileri sorumluluklarını biliyorlardı. Eve ne zaman gelmeleri gerektiğini, görevlerini bilirlerdi. Çok mesafeli değildik ama arkadaş gibi de olmadık. Diledikleri arkadaşlarının evlerine kalmaya gidebilirlerdi fakat onların da bize gelip kalmalarını kural olarak koymuştuk. İkisinin de arkadaş çevresi çok geniş değildir ama sıkı arkadaşlıklar kurdular.
Kiraz, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde okuyordu. Bir dönem Amerika’ya öğrenci değişimi programıyla gitti. Oradan döndüğünde Amerika’da Hukuk okumaya karar verdiğini söyledi. Columbia Üniversitesi’nden mezun oldu, evlendi, anne oldu. İki torunumuz var: Ekin on bir, Levent dokuz yaşında. Torunlarımızla sık görüşüyoruz, büyümelerini izliyor, katkı yapıyor, bundan mutluluk duyuyoruz. Ekin’e de örgü örmeyi öğrettim, artık beraber örgü yapıyoruz. Kiraz Cenevre’de uluslararası bir vakıfta çalışıyor. En geç üç ayda bir görüşüyoruz. Programlı bir şekilde, eşimle Cenevre’ye ziyarete gidiyoruz, onlar da Türkiye’ye geliyorlar. Oğlumuz Ali, Sabancı Üniversitesi’nde Üretim Sistemleri Mühendisliği okudu. Yelkenlilerle çok ilgiliydi, yelken kulübündeydi. Yelkenli tekneler üzerine master yaptı ve tekne mühendisi olarak Tuzla’daki tersanede çalışmaya başladı. On yıl sonra, istediği hayatın bu olmadığını fark edip Marmaris’te yelkenli tekne kullanma eğitmeni olmaya karar verdi. Eşi de Marmarisli, orada yaşıyorlar. Oğlumuz ve eşiyle, aynı şekilde sık görüşüyoruz. Çocuklarımla buluştuğumuzda mutlaka bir daha ne zaman buluşacağımızı kararlaştırıp öyle ayrılıyoruz.
Günümüz
Yaşam, aksi bir durum olmadıkça, uzun bir süreç. Evreler halinde çocukluk, gençlik, olgunluk, kadınlarda menopoz, yaşlılık gibi bölümlerle yaşandığı kanısı varsa da, insan her yaşa ve duruma kendini aynı kişi olarak taşıyor. En azından bu benim için öyle. Çok sevdiğim bir deyiş, Halk Sağlığı Uzmanı büyüğüm, Prof. Nazmi Bilir’den alıntı ile “Yaşlılıkta Sağlık İçin Gençlikte Zaman Ayırmak Gerekir”. Bedensel, psikolojik ve toplum içindeki iyilik halimiz de büyük ölçüde, her yaşta, bize bağlı.
Hayatım boyunca insanlarla hep derin ilişkiler kurup sürdürdüm. Sevdiğim insanlarla vakit geçirmeye, onları arayıp sormaya özen gösteriyorum. Hala, benim için önemi olan, okul arkadaşlarımla, iş arkadaşlarımla görüşüyorum. Keman çalmayı, Yoga yapmayı çok seviyorum. Keman çalmaktan çok keyif alıyorum, içimde güller açıyor sanki. Bahar aylarında orada yaşamak için, işten ayrıldığımız dönemde, bir apartman dairesine sahip olduğumuz Fethiye’de dağları tepeleri aşarak yaptığımız yürüyüşler, köyde bahçe işleriyle uğraşmak beni çok mutlu ediyor. Evdeyken eşimle kart oyunları oynuyoruz. Covid’ten sonra eşimle beraber film izlemeyi de hobi haline getirdik. Kitap okumaya özellikle zaman ayırırım. Tarihi ve biyografik romanlara ilgim var, bildiğim olayları başka bir bakış açısından okumak hoşuma gidiyor. Yeni yemek tariflerine ilgi duyarım. Değişik yemekler pişirmek ve yaptığım yemeklerin takdir edilmesi çok hoşuma gider.
Şimdilerde bir belge hazırlığındayım. Tüm anılarımı Her Şey Bir Arada adını verdiğim bir metinde birleştiriyorum. Kitap olması şart değil ama birlikte yaşadığım ve çalıştığım kişilerin ulaşabileceği bir formatta olmasını istiyorum. Hala, halk sağlığı alanında ve üreme sağlığı ile ilgili gönüllü işler yapmaktan zevk alıyorum. Hayatıma bütünüyle baktığımda şanslı bir hayat geçirdiğimi düşünüyorum. Kötülüklere maruz kalmadım. Çevremin bana sağladığı koşulları iyi değerlendirdim. Okuduğum okul, yaşadığım ortam, ailem konusunda çok şanslıydım. Hayatımda keşke şöyle olsaydı dediğim bir kısım yok. Belki, daha iyi İngilizce bilmeyi ve bunu başarıyla kullanmayı isterdim.
En sevdiğim şiirler:
Tevfik Fikret – Sis
Yahya Kemal Beyatlı – Deniz Türküsü
Ahmet Haşim – O Belde
Orhan Veli Kanık – Hürriyete Doğru
En sevdiğim kitaplar:
Oliver Sacks – Karısını Şapka Sanan Adam’la başlayan ilgi ile bütün eserleri
Ursula K. Le Guin – Sözcüklerdir Bütün Derdim
Virginia Woolf – Bütün eserleri
D. H. Lawrence – Bütün eserleri ve Mina Urgan’ın ilgili kitabı
En sevdiğim filmler:
Gandhi
Don’t Look Up
Flashdance
Billy Elliot
En sevdiğim atasözü: Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz.