Sumru Bozok
Şenel Gökçe
Emine Demir, 5 kız kardeşin en büyüğü olarak 1953 yılında Çanakkale’nin bir kasabasında dünyaya gelmiştir. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarından itibaren kardeşlerine ve doğduğu yere bir aşkla bağlanan Emine Hanım liseyi öğretmen okulunda okuduktan sonra hayatını öğretmenlik yaparak kazanmaya başlamıştır. Babası da kendisi gibi öğretmen olan Emine Hanım’ın annesi ev hanımıdır. Hayatının her döneminde kendisini ailesine destek olmayı görev edinmiş ve kız kardeşleriyle yakın birer dost gibi yetişmişlerdir. Lisenin ardından uzun bir birliktelik yaşadığı eşiyle hayatını birleştirip kızı Ceren’i dünyaya getirmiştir. Şimdilerde hem hobi hem de sanatçı olarak farklı türde resimler yapmakta ve çeşitli sergilerde eserlerini sergilemektedir. Bunun yanı sıra yayınlanmış iki romanı bulunmakta ve boş zamanlarında bol bol okuyup yazıp çizmekten keyif almaktadır. Bahçe işleriyle uğraşmak, bahçesinde kedi-köpekleriyle vakit geçirmek, dernek faaliyetlerinde bulunmak gibi de gündelik hayatın getirdiği meşguliyetleriyle yaşamından son derece keyif alarak hayatını sürdürmektedir.
Çocukluk ve İlk Gençlik
Köy enstitüsü mezunu bir babanın en büyük çocuğu olarak dünyaya geldim. Annem 15 babam da 22 yaşındaymış evlendiklerinde. Annem beni doğurduğunda 16 yaşındaymış. Ben doğduktan kısa bir süre sonra babam İzmir’e asker olarak gitmiş. O zamanlar öğretmenler yedek subay olarak görev alıyorlarmış. Babam gidince bizi de aldıracağını söylemişti, henüz üç kardeştik. Biz de haliyle babamdan bir haber gelmesini umarak beklemeye başladık. Fakat ne kadar beklersek bekleyelim o haber bir türlü gelmiyordu. Çareyi Edremit’teki en büyük teyzemin yanına gitmekte bulduk. Annemin okur-yazarı yoktu, bir başınaydık. Yol iz bilmeden Edremit’ten teyzemi de alarak İzmir’in yolunu tuttuk. İçimizden kimse babama nasıl ulaşacağımızı bilmiyordu ama sanki sessiz bir anlaşma yapmışız gibi bu konuyu da açmıyorduk. Bu arada bu olay 1950’lerin ortalarında geçiyor, otobüsler ve ulaşım bugünküne göre çok farklı. Hiçbir şey bilmeden yola koyulduktan sonra İzmir’e ulaştık. Daha sonra yine bilgimiz olmadan bir belediye otobüsüne bindik, ben de yollara dikkatle bakıyordum sanki bir şey görmeyi umuyorum. Gerçekten sezmişim sanırım çünkü bir anda babamı kaldırımda gördüm. Anneme otobüsün içinde bir seslenişim vardı “Anne! Babam! Babam!” aklımdan çıkmıyor. Babam da doğal olarak çok şaşırmıştı, teyzem hemen otobüsü durdurdu tabii. Babam ev bulmakta zorlanmış ama nihayetinde bulmuş bizi de önümüzdeki günlerde alacakmış hatta. Ama önce davranan biz olmuştuk.
İzmir haricinde çocukluğum babamın öğretmen olmasından dolayı genellikle köylerde geçti. Beş kız kardeş olmamızdan dolayı çoğu zaman kavga dövüşlü ama neşeli bir çocukluktu da aynı zamanda. Bir de kardeşlerimle aramdaki yaş farkı çok az olduğu için her birimizin çocukluğu-ergenliği neredeyse aynı dönemlere denk geliyordu. Bu sebeple hem arkadaş hem de bazen –çoğu zaman- bir şeyleri paylaşamayan kişilere dönüşürdük. Köyde olmayı seviyordum bazı avantajları da vardı. Babam ava giderdi mesela tazecik ürünlere erişme imkânımız olurdu böylece. Köydeki çocuklar da köy hayatını sevmemin başka sebebi olabilir. Onlar yalınayak gezerlerdi, sanki hiçbir şey umurlarında değilmiş gibi… Bizim de evimizin arkasında bir alan vardı orada ayakkabılarımızı çıkarır gezerdik, onlar gibi olmak istiyorduk.
İlkokula başladıktan sonra okumayı çok sevdiğimi anladım. Ama o zamanlar ince hikâye kitapları, çocuklar için ayrı kategoriler falan yoktu. 5.sınıfta ilk kez kütüphaneyle ve kitaplarla tanıştım. Kitaplarla tanışmamı sağlayan yazar da Yaşar Kemal’di. Giderdim kütüphaneye kalın kalın Yaşar Kemal kitapları okurdum, anlar mıydım bilmiyorum ama etkisi bende hala duruyor.
Beşinci sınıfın yazında ortaokula geçmeden yazın tarlada amele olarak işçi alıyorlardı. Ben de orada çalışmaya gittim. Babam öğretmenmiş müdürmüş pek öyle havalarım yoktu açıkçası. Karpuz çekirdeklerini ayıklama işi yapıyordum. Oradan gelen parayı da biriktirip kendime güzel bir saat almıştım. Bir gün beni Ezine’ye pazara göndermişti ailem. Orada da dedem yaşıyordu, çok güzel köfte yaptığı bir restoranı vardı. Ben de o köftelerin güzelliğinden olsa gerek köye dönüş arabasını kaçırmışım. Çocuk aklıyla köyümüz olan Üvecik’e nasıl giderim onu düşünmeye başladım. Başka bir köy arabasına binip oradan ulaşmaya çalışmak kulağa mantıklı gelmişti. Ben de öyle yapmak için yola koyuldum. Oraya vardığımda da kahvedeki amcalar son arabanın buradan da kalktığını söylediler. Daha sonra hiç tanımadığım bir amca onun da çocuklarının olduğunu evde eşinin yemek hazırladığını bu gecelik onlarda kalabileceğimi söyledi. O zamanlar güven ortamı da vardı sanırım, kabul ettim ben de. Eve gittiğimde uyku saati geldiği zaman aklımda olan tek şey saatimi çalacakları düşüncesiydi! Saatime sıkı sıkıya sarılıp uyuduğumu hatırlıyorum. Neyse ki ne saate ne de bana hiçbir şey olmadan ertesi gün köye döndüm. Ailem de hiç meraklanmamış dedemde kaldığımı düşünmüşler…
Çocukluğuma dair köydeki evimizde salıncakta sallanmayı, oynadığımız saklambaç, çelik çomak ve daha adı aklıma gelmeyen sayısız oyunları, ramazan ayında yapılan yufkayı çok özlüyorum. Hele ki yufkadan bir börek yapardı annem, sahura bizi de kaldırmaları için dua ederek yatardık.
Anne-babamla ilişkilerim küçüklükten beri hep saygı merkezinde gelişmişti. Ama küçükken anneme göre babamdan biraz çekinirdim. Kız kardeşlerimle birlikte babamın eve nasıl geleceğini hep merak ediyorduk. Bir gün küçük kız kardeşimizi kapının önüne gönderdik. Git bak bakalım babam nasıl geliyor diye. Koşarak eve geldi. Nasılmış diye sorduğumuzda valla abla “Karışık” demişti. Hepimiz çok gülmüştük. Yani aslında babamı anlayabilmek o yaşlarda bile zordu. Babam için tatlı-sert desem yanlış olmaz herhalde. Çünkü sertti ama içi giderdi bize bir şey olacak diye, duygusaldı yani. Anneme gelince o da ben kendimi bildim bileli hep hastalıklarla boğuşurdu. Ortaokula kadar geldiğimde bildiğim kadarıyla beş farklı ameliyat geçirmek zorunda kalmıştı. E öyle olunca haliyle biz evde olduğumuz sürece ev işlerini kız kardeşlerimle iş bölümü yaparak paylaşırdık. Ev işi dediysem de o zamanlar ne çamaşır makinesi ne de elektrikli süpürge vardı. Yani, bahçede sıcak suyla çamaşır yıkamaktan yerleri elimizle silmeye kadar çeşitli işlere dalardık. Annemin okur yazarı yoktu. Hatta bir gün biz dört kardeş arkadaşlarımızın evlerine gitmiştik. Evde de küçük kardeşim ve annem kalmıştı. Onlar da bir yere gideceklerdi herhalde. Küçük kardeşim hiç düşünmeden kapıya not bırakmış. “Biz çıkıyoruz anahtar maşinganın içinde” diye. O zamanların soba-fırını gibi bir şeydi maşinga. Biz tabii buna çok güldük sonrasında. Hırsızlara açık davetiye çıkarmıştı yani. Ama Allahtan anahtara da sobaya da bir şey olmamıştı! Doğrusu zaten hırsız girse de çalacak pek bir şeyi yoktu.
Çocukluğumda özellikle dini bayramların yeri bizim ailede apayrıydı. Biz zaten beş kardeş ve anne-babam yeterince kalabalıktık ama bayramlarda herkes anneannemlerde toplanırdı. O kalabalığın verdiği mutluluk daha başka olurdu. Özellikle kurban bayramlarında teyzelerim ve biz belki 15-20 kişi toplanırdık.
Ortaokul üçe geldiğimde Edremit’e büyük teyzemin yanına gittim. Onun çocuğu yoktu, ben de hem okumaya hem yardımcı olmaya gitmiştim. Orada da yoksulluk vardı her yerde olduğu gibi. Ayakkabım yırtılmıştı, sözlüye kalktığım zaman çok utanırdım ama bana ayakkabı alın da diyemezdim, öyle yetiştirilmedim çünkü. Ortaokul bitince de parasız yatılı sınavlarına girdim. Bursa Kız Öğretmen Lisesi’ni kazandım. Öğretmen lisesinde güldüğüm, sinirlendiğim, ağladığım günlerim oldu. Pek çok duyguyu bir arada yaşadığım bir dönemdi. Okulumuzdaki başkan seçimlerini asla unutamıyorum mesela. Hani Türkiye sandığa gider ya oy kullanmaya bizi okulda da öyle coşkulu anlar olurdu. Ben de öğrencilik dönemimde çok aktiftim aday olmam kaçınılmazdı. Lise üçe geldiğimde kendimize bir grup oluşturmuştuk sanıyorum ki ismi “Özgürlük Grubu” gibi bir şeydi. Alt sınıfları dolaşarak oy toplamaya başlamıştık. Nihayetinde seçilememiştim ama çok eğlendiğim, resmen seçim propagandası yaptığım günlerdi. O kadar hareketliydim ki o zamanlar bir keresinde delicesine yağmur yağıyordu, bahar yağmuru. Biz de çıktık arkadaşımla bahçeye neredeyse iç organlarımıza kadar ıslandık. Gençlik işte… Nöbetçi öğretmen yukarıdan isyan edercesine cama vurunca da içeri girmek zorunda kalmıştık. Tam delidolu denilen o günleri yaşadım. Bu kadar çok anı biriktirince ayrılmak da çok zor oldu haliyle.
Lisede bütün etkinliklere katılmaya çalışıyordum. Hatta bando takımındaydım 19 Mayıs’ta bandoda yürüyüşlerde görev alırdım. O zamanların duygusu bambaşkaydı tabii. Törenlerde duygu o kadar çok yaşatılırdı ki resmen ağlardık. Duygu bambaşka dediysem her anlamda duygudan bahsediyorum. Aşk meşk flört işleri de bambaşkaydı. Öğretmen okulunu kazandığım henüz belli olmadan başka bir liseye kaydolmuştum. Üst dönemlerden bir çocuk vardı. Edis Hun’a benziyordu, öylece birbirimize bakardık konuşmazdık hiç. O geçerdi ben pencereden bakardım, ben geçerdim o kapıya çıkardı… Öyle bir duygu yoğunluğu vardı yani o zamanlar.
Liseden mezun olduktan sonra köyde öğretmenlik yapmaya başladım. O zamanlar da başka bir aşka düştüm. Benden hiç beklenmeyen, yanıma hiç yakıştırmayacağım –işi gücü olmayan ve biraz da fiziksel özelliklerini beğenmediğim- bizim oralardan birsiydi bu. Konuştuğumuz konular ortaktı ve belki de bu yüzden kendimi bu aşka kaptırdım. Hatta ailemden gizli nişanlanmıştık bile. Ama bu aşktan da çıkardığım bir ders oldu. Her ne olursa olsun aşkın gözümü bu denli kör etmesine izin vermemeyi öğrendim. Çünkü ilişkimiz babamın hastalanmasına kadar çevreme ve bana zarar vermeye başladı. Kimse istemiyordu görüşmemizi. Annem de en son yanıma gelip uyarınca bir gece karar aldım, istifa dilekçemi yazdım ve teyzeme de söyleyip eşyalarımı topladık. Onun bana aldığı ve ona ait olan her şeyi gönderip İstanbul’a doğru yola çıktık. Amacım izimi kaybettirmekti, kısmen başarılı da oldum. Teyzemle birlikte küçük bir ev tuttuk ben de konfeksiyon, tezgahtarlık gibi çeşitli işlerde çalıştım, kafam da rahattı. Bir gün yine konfeksiyonda çalışırken oradakilerden biri benim öğretmen olduğumu öğrenmiş, Çapa’da fabrika işçilerine gönüllü okuma yazma öğretecek birinin arandığını söyledi. Seve seve kabul ettim tabii ki. Esas mesleğimi de özlemiştim zaten. Hayatımı tam yoluna koymuşken bir gün eve gittiğimde posta kutusunda –sözde- eski nişanlımın mektubunu buldum. Sitem dolu bir mektup yazmıştı, evlenmiş. Yine de geçmişe dönüp baktığımda bu kararı vermek zorunda olduğumu hissediyorum.
Yirmilerime geldiğimde hayat beni evleneceğim adamla karşılaştırdı. O zamanlar hem Şişli’de bir tezgahtar olarak çalışıyordum, işçilere gönüllü olarak ders veriyordum bir yandan da üniversite sınavlarına hazırlanıyordum. Bu arada ders verdiğim işçilerden Ahmet beni birisiyle tanıştırmak istediğini söyledi, ben de itiraz etmedim. Hayat eşimi tam karşıma çıkarmaması gereken bir zamanda çıkarmıştı. Çok yoğun bir dönemdeydim, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatları’da kazanmıştım ancak yol, mesafe, geçim derdi derken o hayalimden vazgeçmek zorunda kaldım. Onun yerine şimdiki Marmara Üniversitesi’nde akşam okuluna gitmeye karar verdim. Gece dersler biterdi sabah sekizde ben yine tezgahtar olarak çalışmaya devam ederdim. Ders bitimlerinde ben Ahmet ve eşim üçümüz konuşurduk genelde. Daha sonra Ahmet’in devreden çıkmasıyla eşim beni eve bırakmaya başladı. Konuşmayı en sevdiğimiz konu politikaydı, onun siyasi duruşuna bir nevi hayrandım.
20’ler 30’lar ve Yaşam Mücadelesi
26 yaşıma geldiğimde eşimle evlenmeye karar verdik. Okuldan da o zamanki siyasi olayların ardından türlü çeşitli zorluklarla mezun olmuştum. Siirt-Kozlu’ya atanmıştım hatta. Ama gidemezdim. Çünkü eşimin askerliği de İskenderun’a çıkmıştı, onunla birlikte ben de gittim. Küçücük bir lojmanda yaklaşık on sekiz ay yaşadık. Ben de orada vekil öğretmenlik yapmıştım. Oradan İstanbul’a döndüğümde gebeydim. Doğumum hayatımdaki belki de dönüm noktalarından biriydi. Eşimin iş dolayısıyla yurt dışına gitmesi gerekiyordu ve tam onun gittiği günün ertesi de doğum sancılarım başladı. Benim de o zamanki aklım şimdi hayret ediyorum ama tutturdum ben Zeynep Kamil’de doğurmak istiyorum diye. Belediye otobüsüyle Zeynep Kamil’in yolunu tuttuk ama o kadar çok gebe kadını bir arada görünce benim algılarım kapandı bir türlü doğuramadım, kimse de ilgilenmedi. Teyzemle birlikte hastaneden verilen bir formu imzalayıp evin yolunu tuttuk. Nihayet aracı olan bir tanıdığımız beni ikna etti de Haseki Hastanesi’ne gittik. Orada kontrol falan da olmadan direkt ameliyathaneye alındım. İçinde olduğum durumun bu kadar ciddi olduğunu bilmiyordum. Saat altıda suni sancı vermeye başladılar ve tam üç saat sonra doğumu yapabildim. Hastanede yer yoktu, kütüphaneye yatak attılar orada geçirdim doğum sonrasını. O dönemler benim için çok zordu, zaten kim için zor olmaz ki? Yalnız başıma doğum sancılarım başladıktan neredeyse 24 saat sonra doğum yapabildim. Eve geldiğimde eşimin sandalyeye asılı hırkasını gördüm, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Kızım 7 aylık olduğunda babası ülkeye anca gelebildi. Ama onu affedip affetmeme konusunda kendimle çok ikileme düştüm. Sanırım bir süre sonra affettim 45 yıllık evlilik sürmezdi yoksa.
Eşimle ayrı kalmaya pek alışık da değiliz. Tuzla’ya yedek subaylık için dört aylığına eğitime gittiğinde ilk bir ay görüş izni yoktu. Bir ayın sonunda görmeye gittiğimde resmen yeniden aşık oldum. Heyecandan elim ayağım titriyordu, sanki ilk buluşmaya gidiyordum. Neyse ki ilerleyen aylarda hafta sonları görüşme iznimiz vardı da sık sık gördüm.
Otuzların başları ve ortaları benim için yeni ve zorlu bir hayatın başlangıcının işaretiydi. Çünkü ülkede bazı siyasi olaylar baş göstermişti ve eşim de ben de insanlardan biraz uzaklaşmak istemiştik. Bundan dolayı da Çanakkale’de bir dağda arsada ev yaptık kendimize. Evimizin manzarası çok güzeldi boğazı görüyordu ancak ev dediysem de ev konforundan çok uzak bir evdi. Elektrik, su ya da herhangi bir teknolojik alet yoktu. Suyu tulumbadan kendim çekip çamaşırları öyle yıkıyordum. Bu şekilde yılın yarısını o evde geçirerek yaklaşık 13-14 yıl yaşadık. Başlarda ben de seviyordum bu hayatı ama zaman geçtikçe her şey daha da zorlaşmaya başladı ve bir süre sonra artık o hayat tarzında yaşamak istemedim. O sıralar kızım Ceren üniversiteye hazırlanıyordu. Ben de onun yanına taşındım ve üniversite sınavına birlikte çalıştık. Bu karar da benim dönüm noktam oldu. Çünkü geri dönmedim bir müddet yalnız kalmak istedim, o eve ve eşime 3 yıl kadar dönmedim, İzmir’e teyzelerimin yanına gittim. Yazları kız kardeşimin yazlığına gidiyordum, kızım da bana eşlik ediyordu çok özgürdüm. İlk romanımı da tam bu ayrılık esnasında yayınladım hatta. Ama gece olunca kendimle hesaplaşmalarım başlardı, eşimin bensiz nasıl vakit geçirdiğini düşünüp dururdum. Düşünmemek için Fransa’da yaşayan kız kardeşime ve yeğenime saatlerce mektup yazardım. Sonuçta böyle bir ara vermek ikimize de iyi geldi. İkimiz de neler istediğimizi daha net anladık şimdi de bunun meyvelerini topladığımız bir dönemdeyiz.
Ben Varsam Ölüm Yok Ölüm Varsa Ben Yokum
Hayatım boyunca hevesle tutku arasındaki ince çizgide gidip geldim. Ama yaptığım her işte tutkulu olmaya hayatım boyunca özen gösterdim. Bu, aslında herkese de tavsiye ettiğim bir şeydir. Mutlaka bir hobiniz olsun ve ona tutkuyla bağlanın derim hep. Bunun değeri çok sonradan anlaşılıyor.
Hayatım hep meşakkatli yolları kat etmek zorunda kalarak ve dolu dolu geçti. Bu yüzden yaşadığım hayatın her saniyesine şükrediyorum. Belki hayatımda bir şeyi değiştirmek istesem eşimin gezmeyi sevmesini sağlardım sanırım. Birlikte gezmek nasıl olurdu merak ediyorum çünkü evliliğimiz boyunca sadece bir kere tatile gitme imkanımız oldu. Marmaris’e gitmiştik. Evliliğimizin ilk yıllarıydı. Ceren’de 1,5 yaşındaydı. Ama sonra gitmedik. Bundan sonra da gider miyiz bilmiyorum.
Yaşadığım hayat her ne kadar bana göre yeterli ve güzel olsa da. Yine de geriye dönüp baktığımda evliliğimin ilk üç yılına geri dönmek isterdim. Çünkü galiba ikimizin de en verimli ve hareketli zamanlarıydı. Evimiz, yaşadığımız yer, eşyalarımız çok kötüydü ama epey mutluyduk. Bir de geri döndüğümde hatırladığım 2000’li yılların başında Güzel Yazılar isimli dergiye bir öykü göndermiştim. Tamamen tesadüfi yani bir şey çıkmasını umduğum yoktu. Gittim ben bir öykü yazdım dedim, öyküyü bıraktım ve evime döndüm. Sonraki sayıyı aldığımda öykümü karşımda dergide görünce kendimle ne kadar gurur duyduğumu asla kelimelere dökemem. Kitabım basıldığında bile belki o kadar gurur duymamışımdır kendimle.
Yaşadığım her an benim için çok değerli ancak gelecekten en büyük beklentim sağlık. Sağlığım yerinde olduğu sürece resim yapma tutkumun devam etmesini de isterim. Bir de büyük şehirlerden birinde bir resim sergisi düzenlemek istiyorum. Çünkü hayat bana şunu öğretti, isteklerimi asla küçük görmemeyi. Ben onlarla varım, beni ben yapan şey onlar. O yüzden gelecekten beklentilerim konusunda cimri olamayacağım ne yazık ki!
Hikayemi benim mücadeleci ruhumu çok iyi anlatan çok sevdiğim felsefeci Epikuros’un şu sözleriyle noktalamak istiyorum: Ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum…
En sevdiği şarkıcı: Yıldırım Gürses
En sevdiği yabancı yazar: Dostoyevski
En sevdiği yazarlar: Ahmet Hamdi Tanpınar, Tahsin Yücel
En sevdiği şairler: Nazım Hikmet, Cahit Sıtkı Tarancı
Dinlemekten en zevk aldıkları: Caykovski, Ravel, Neyzen Tevfik