Hüseyin Ayyıldız - İz Bırakanlar Unutulmaz
Fatma Ersan
Kızılırmak ve yeşillikler
1950 yılında Sivas’ın Zara ilçesinde, sekiz çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya geldim. İlçenin güneyinden Kızılırmak akardı; kuzeyinde de tepeler vardı. Boydan boya kavak ağaçlarıyla kaplı, zengin bir yeşilliğin içindeydik. Babam at sırtında celp dağıtan bir müvezziydi ama hayvancılıkla da uğraşırdık. Uzun süreler boyunca yaylada kaldığımız olurdu. Babam sorumluluk sahibi, otoriter biriydi; annem ise eşine ve çocuklarına bağlı, çocuklarını çok seven nahif bir kadındı. Kişiliğimin oluşmasında, anne ve babamın karakterinin etkisi büyüktü.
Kağnının gıcırtısı
Çamların altında, ormanın içinde taştan yapılmış bir yerimiz vardı yaylada. Sivas’ın kışı uzun olduğundan toprak suya doymuştu; toprağı biraz eşelediğimizde su fışkırırdı. Öyle lezzetliydi ki o su, kana kana içerdik. Ben hem inek sağardım, kömüş denirdi bizim orada, hem de keçi ve koyun. Küçük kardeşim Çetin ile dağlara çıkıp çobanlık yapardık. Biber adında bir köpeğimiz vardı; yanımızdan hiç ayrılmazdı. Herkes eşyalarını kağnı arabasına koyar, kağnının bir tekeri olur, iç kısmına da kömür konurdu. Kağnı arabası da gıcır gıcır gıcır yaylaya varırdı. O kömür, “Ben yaylaya gidiyorum, haberiniz olsun.” demekti. Ah ne hoş bir sesti o, bilir misiniz?
Gelenek böyleydi…
Kızılırmak’ın suyu öyle güzel öyle berraktı ki… Biz kadınlar yalnızca kilim, çamaşır tokaçlamaya giderdik, o da iki üç kişi ile birlikte… Kadınların yalnız gitmesi hoş karşılanmazdı. Erkeklerin hepsi yüzmeyi iyi bilir, Kızılırmak’ın keyfini çıkarırdı. Biz bu fırsatı bulamazdık. Akşamları sofra kurulur, önce babam gelirdi, sonra abilerim… Onlar yemeğe başlar, biz daha sonra yerdik. O zamanlar gelenek böyleydi…
On beşinde ilkokulda
Hayvancılık yaptığımız için erkenden yaylaya çıkıp geç dönerdik. İki sene yaylada kaldığım olurdu, çok ağlayıp üzülürdüm okuldan uzak kaldığım için. Meğerse o yıllarda bir ay devamsızlık yapınca sınıfta kalma varmış. Ben de üçüncü sınıfta devamsızlıktan sınıfta kaldım. İlkokulu bitirdiğimde on beş yaşındaydım. Onlardan büyük olduğumdan, sınıftakiler bana saygı duyardı. Çok çalışkan, iftiharla geçen bir öğrenci oldum hep. O yıllarda bazı aileler çocuklarını okutmazdı. Ben babamı hala minnetle anarım, o devirde beni ve kardeşlerimi okuttuğu için.
Öğretmen okulu
Ortaokulu bitirdikten sonra öğretmen okulu sınavlarına girdim. Kazanıp kazanmadığımızı öğrenmek için bir müddet beklememiz gerekiyordu. Okullar açılıp uzun bir süre haber gelmeyince, Balıkesir’de yaşayan Seyit abim okutmak için beni yanına çağırdı; oraya gittim. Okula başlamıştım ama aklım hala öğretmenlikteydi. Ben öğretmen olmak istiyordum. Abim bir gün gelip “Gülhan, öğretmen okulunu kazandın!” diyince dünyalar benim oldu. Kayseri’deki sözlü sınavı da başarıyla geçince hayallerime giden yolun yarısındaydım artık: Kayseri Kız Öğretmen Okulu… Çok güzel zamanlar geçirdim burada. Pencereden kafamızı uzattığımızda bembeyaz karlarla kaplı Erciyes Dağı, tüm ihtişamıyla karşımızdaydı. Büyülü gibi gelirdi bize. En güzel elbiselerimizle lokale gidip dans eder, şarkılar söylerdik. Hafta sonları dört beş saatlik izinlerimiz olurdu, arkadaşlarımızla dışarı çıkar gezerdik. Ne güzel yıllardı o yıllar…
Beklenen telgraf
Öğretmen okulundan 1970 senesinde mezun oldum. Öğretmen olarak gitmek istediğimiz dört il yazdırdılar; tercihlerimi yapıp beklemeye başladım. Ne heyecanlı bir bekleyişti o… Bir gün kapı çalındı. Antalya’ya tayinimin çıktığını bildiren telgraf gelmişti nihayet. “Aman Allahım, ben öğretmen oldum!” dedim, içim içime sığmadı mutluluktan. Annem de, babam da, ben de çok heyecanlandık; sevinçten birbirimize sarılmıştık o gün.
Sınıftan ev
Babamla birlikte Alanya’dan bana bir masa, halı, somya alıp görev yerim olan Demirtaş Nahiyesi’ne vardık. Bizi okul müdürü karşıladı; diğer yeni gelen öğretmenlerle de tanıştık. Demirtaş; deniz kenarına bir kilometre yakınlıkta, okulu, bakkalı, fırını bir de jandarması olan küçük bir yerdi. Benle beraber tayini çıkan diğer iki öğretmenle bir türlü kalacak yer bulamadık. Hal böyle olunca, okul müdürü sınıflardan birinde kalmamızı teklif etti. Sınıfın üçer köşesine somyalarımızı atıp ocağımızı da kurduk mu, o büyükçe sınıf bizim için bir ev olmuştu artık…
Artık bir öğretmen
Öğretmenliğe başladığım ilk gün o kadar güzeldi ki… Birinci sınıf olarak aldım kırk öğrencimi. Çok severdim çocuklarımı; onlara faydalı olabilmek, hiçbirini incitmemek isterdim. En ön sıradakiyle en arka sıradakini ayırmadan, her birine eşit davranmaya özen gösterirdim. İlk sınıfımdaki öğrencilerim halen beni arar. İyi ki öğretmen olmuşum diyorum hep; dünyaya yeniden gelsem yine sınıf öğretmeni olurdum. Çocuklar yedi yaşından on iki yaşına kadar sizin elinizde büyüyorlar; ne verirseniz ona göre gelişip şekilleniyorlar… Duyguları ve ruhları tertemiz, dünyadaki en masum varlıklar onlar…
Fareli ev
İki yılın ardından, müfettişlerin durumdan rahatsız olmasıyla sınıftaki evimizden ayrıldık. Aramızdan biri de evlenince iki kişi kalmıştık zaten. Köylülerden birinin bize verdiği odada yaşamaya başladık. Gezmeden döndüğümüz bir gün, loş bir ışıkla aydınlanan odaya girdiğimizde neye uğradığımızı şaşırdık. Odanın bir köşesinden diğer köşesine giden kocaman kocaman fareler… Bizi görünce tek sıra halinde tahta zemindeki delikten kaçıştılar. Geceleri yattığımızda ben ve oda arkadaşım birer sopa alır, fareler gürültü yaptıkça küt küt yere vururduk. Biz, tam bir sene, o fareli odada yaşadık. Bir süre sonra arkadaşım da evlenip gidince ben o odada tek kaldım. Fareli bir odada hem de tek başına yaşamak, kuyudan su çıkarmak gibi zorluklar, evlenip kendi düzenimi kurma fikrini cazip kılmaya başladı.
Yeni bir çevre: Evlilik
O zamanlar Alanya’da yaşayan bir ilçe milli eğitim müdürümüz vardı: Hasan Yaylalı… Gurbette bir başına öğretmenlik yapan kızları kendi kızı gibi seven, iyi niyetli biriydi. Öğretmen arkadaşlarla orada olduğumuz bir gün, genç bir adam ve annesi aramıza katıldı. O genç adam, benim evleneceğim oğlan Necdet’ti. Onu ilk defa orada gördüm. Annesine beni beğendiğini söylemiş; “Uzun saçlı kız olsun.” demiş. Ben de onu beğenmiştim, evliliğe sıcak bakıyordum. Necdet ve ailesi bir sonraki hafta geldiler bize. Aileler tanıştı, yemekler yendi, sohbetler edildi. 1973’te nişanlandığımızda yirmi üç yaşındaydım. Yaklaşık bir yıl sonra da evlendik. Antalya’da kiralık bir ev bulduk, eşyalarımızı yerleştirdik. Yeni bir hayata başlamanın heyecanını yaşıyordum. Çevrem, iş arkadaşlarım, eşimin ailesi… Hepsi bana yabancıydı, alışmaya çalışıyordum. Eşimle anlaşmak da bazen zorlayıcıydı çünkü annesi baskın karakterli biriydi ve eşim ona çok bağlıydı. Ben, her şeye rağmen öğretmenliğime duyduğum sevgi ve güvenden destek alıyordum. Yeni görev yerim Antalya’nın Varsak köyüydü. Arkadaşlarım iyi insanlardı; yeni sınıfım da çok güzeldi. O yıllarda biz, eşimin ailesiyle görüşür, arkadaşlarımızla pikniğe giderdik. En büyük eğlencemizse sinemaya gitmekti.
Bambaşka bir heyecan
Evlendikten bir yıl sonra, bir bebeğim olacağını öğrendim. Hepimiz çok sevindik, bambaşka bir heyecandı yaşadığımız. O tarihlerde ultrason yoktu, bebeğin cinsiyetini doğana kadar öğrenemezdik. Sadece kalbini dinleyebilirdik ancak o bile çok hoş gelirdi bize. Cinsiyetini bilmediğimiz için renk seçmez, her şeyi beyaz alırdık: zıbını, kundağı, giysileri… 14 Kasım 1975’te gece üç ile dört arası kucağıma aldım bebeğimi, mavi gözlü güzel bir kız çocuğu… Dört kilo doğdu Demetçiğim. Hepimiz çok sevindik. Demet sağlıklı bir bebekti fakat doğduğunda göz kanalları tıkalıydı. İki seçeneğimiz vardı: Ya bir göz damlasını gece gündüz demeden üç saatte bir masaj yaparak uygulayacaktım ya da Demet altı yaşına geldiğinde ameliyat olacaktı. Ben hiç yorulmadan masajı da damlayı da uyguladım; bir ay sonra kızım iyileşti. Doktor da bunu beklemediğini söyleyip beni tebrik etti. Bunun dışında her şey güzel gidiyordu; Demet’in gelişimi gayet iyiydi. Bir yıl emzirdim onu. Açlığa hiç dayanamazdı, o acıkıp ağlamaya başladığında elim ayağıma dolaşır, emzirmek ya da mamasını vermek için koştururdum. Aşılarını zamanında yaptırdım fakat her çocuk gibi bazı çocuk hastalıklarını da atlattı. İlk adımlarının heyecanını yaşadığımızda on bir aylıktı…
Bir de hamileyken eşimle benim aramda kan uyuşmazlığı olduğunu öğrenmiştik. Bundan sonra doğacak bebeğin hayatı için tehlikeliydi bu durum. Çaresi de, Almanya’dan gelen ve yalnızca Ankara’da bulunan, doğumdan sonra yirmi dört saat içinde yapılması gereken bir iğne… Hal böyle olunca, eşim arabasına atladığı gibi Ankara’ya doğru yola çıktı. Yedi saatlik yolu beş saatte gidip o iğneyi bana getirdi. İki yıl sonra, güzel kızım Gülsüm’ün aramıza katılacağını bilmeden aldığımız bir önlemdi bu.
Rapunzel
Aradan biraz zaman geçtikten sonra ikinci kez hamile kaldım. Güzel bir hamilelik dönemi geçirdim. Küçük kızım Gülsüm’ün, 8 Haziran 1977’de, sabaha doğru altı gibi dünyaya gelmesiyle evimize yeni bir neşe, mutluluk da geldi. Gülsüm, iki kilo yedi yüz elli gram doğdu, çok sağlıklı, güzel bir bebekti. Aşılarını zamanında yaptırmaya özen gösterdim; bir yıl boyunca da anne sütüyle besledim. Dünyayı keşfetmek için ilk adımlarını attığında bir yaşındaydı. Sakin ve sevecen bir çocuktu. Bense iki çocuk annesiydim artık… Gülsüm’ü emzirirken Demet’i ayağımda sallardım uyusun diye. Onlara şarkılar söyler, masallar anlatırdım. En çok da Rapunzel’i… Küçük olsalar da birbirleriyle iyi anlaşır, neşeyle gülüşürlerdi. Uyutmak için yatağa yatırdım mı ikisi ayrı bir taraftan “Anne bana dön.” diye tatlı bir telaşa sokarlardı beni. Onlara çok değer verir, şefkatimi ve sevgimi esirgemezdim. Her ikisine de zaman ayırmak çok hoşuma giderdi; keyifli vakit geçirirdik. Yalnız hafta sonu olup da eşimin ailesi bize geldiğinde biraz canım sıkılırdı çünkü bizim evimizle ilgili kararlara müdahil olurlardı. Hem çalışmak hem de çocuklarımla ilgilenmek de yorucuydu tabii. Evle işim arasında koşturuyordum. Neyse ki o zamanlar çalıştığım okulda çift öğretim vardı; ben öğlene kadar okuldaydım, sonra eve gelip erkenden çocuklarıma kavuşurdum. Çoğu zaman onların yanında olup büyümelerine eşlik edebildim bu sayede. Onları komşu çocuklarıyla oynasınlar diye mahalleye indirir; parka oyun oynamaya götürürdüm. Necdet de işten eve geldiğinde onlarla oyunlar oynar, banyolarını yaptırırdı, kızlar da gülüşür dururdu.
Hayatımızın seyri
Büyük kızım 1981 yılında ilkokula başladığında, küçüğüm anaokulundaydı. O zamanlar hazır elbiseler yoktu; kızlarıma bayramlık elbiseler diktirirdim. Her sabah tertemiz siyah önlüklerini, beyaz yakalıklarını ve çoraplarını giyip de okula gitsinler diye hepsini akşamdan yıkayıp hazır ederdim. Ben işteyken de onlarla bakıcıları ilgilenirdi. Derslerine yardımcı olmaya çalışır, veli toplantılarına katılırdım. Her toplantıda öğretmenleri çocuklarımı takdir eder, başarılı olduklarını söylerdi; çok mutlu olurdum. O dönemler eşimin bankadaki arkadaşları ve aileleriyle piknik yapar, denize giderdik. Keyifli zamanlar geçirirdik. Fakat 81’de, eşimin bankadaki işinden ayrılıp sanayide kendine dükkan açmasıyla bizim de hayatımızın seyri değişti. Geçinmenin günden güne zorlaştığı, ekonomik sıkıntıların başladığı bir sürece girdik. Bu maddi sıkıntılarla uğraşırken bir de 1988 senesinde babamı kaybetmenin acısını yaşadım, ruhu şad olsun…
Ayrılık zamanı
Kızlarım, ortaokul ve lise yıllarında da çalışkan, öğretmenlerinin sevdiği öğrencilerdi. Maalesef, maddi zorluklar, onlar büluğ çağındayken de devam ediyordu. Yaşadığımız sıkıntılar sebebiyle eşimin kişiliğinde değişimler başlamıştı: gelgitli ruh haline bürünmüş bir adam… Hafta sonları Alanya’ya giderdik. Eşimin annesi ev işlerini benim yapmamı isterdi: ütüsü, çamaşırı, bulaşığı… Onlar bize geldiğinde de eve sığmaz çocukların odalarını paylaşmak zorunda kalırdık. Kızlarım o zamanlar arkadaşlarıyla sinemaya, gezmeye giderlerdi. Fakat bunun için babalarından izin istediklerinde, bazen izin alırlar bazen alamazlardı. Bu gelgitler de ara sıra evde gerginliğe sebep oluyordu. Her şeye rağmen okullarını başarıyla bitirdiler. Demet, liseden mezun olup da Eskişehir’de üniversiteyi kazanınca dünyalar bizim oldu. Çalışma ekonomisi bölümünü kazanmıştı. Eskişehir bildiğim yerdi; ben de 1988 yılında, Eskişehir’de ön lisans programını bitirmiştim. Şimdiyse kızımı oraya gönderecektim. Demet’i, babasıyla birlikte, Eskişehir’de bir yurda yerleştirdik. Demet için de bizim için de yeni bir dönem başladı. O sırada Gülsüm de dershaneye devam ediyordu. İki sene sonra, o da aynı üniversiteyi kazanıp Eskişehir’e iktisat üzerine eğitim almaya gitti. Yine çok sevindik, çok heyecanlandık onun için. Demet ile birlikte Eskişehir’e gittiler. Onlara harçlıklarını gönderebilmek için özel ders verip para kazanıyordum. Yaz tatillerinde eve geldiklerinde çok mutlu olurdum. Dönüş vakti geldiğinde, yıkanmış tertemiz giysilerini bavullarına özenle yerleştirirdim. Ekonomik sıkıntılar sebebiyle Demet’in kep törenine katılamamıştım; halen hatırlayıp üzülürüm.
Yeni bir hayat
Demet 1998’de üniversiteden başarıyla mezun olup özel bir bankada göreve başladı. Evimizde büyük bir sevinç yarattı bu durum. Aynı şekilde, Gülsüm’ün de 2000 yılında mezun olup özel bir bankada işe girmesiyle sevincimiz ikiye katlandı. Kızlarımın ikisi de işinde başarılı, sevilen insanlar oldular. İşin içine paranın girdiği, zor bir meslek bankacılık… Kızlarımın başarılı bir şekilde ilerlemesi beni mutlu ediyordu. Ancak bir taraftan da eşimin borçları senetleri elimize geliyordu. Ekonomik sıkıntılar bitmemişti. Eşimin borçlarını kapatmak için, yirmi beş sene boyunca çok severek yaptığım öğretmenlik mesleğinden, 1996’da emekli olmak zorunda kaldım. Tüm bunlar yaşanırken, 2004’te sevgili annem doksan yedi yaşında rahmetli oldu, mekanı cennet olsun. Zaman akıp giderken bir karar vermem gerektiğini anladım, kızlarımın da desteğiyle 2006 yılında eşimden ayrıldım. Bizim zamanımızda maddiyattan dolayı ayrılınmazdı ama kişiliğindeki değişimler çekilmezdi. Kızlarım da yıllardır süren bu gerginlikten yorulmuştu. Bu evliliği neden on sene önce bitirmedim diye sorguladığım zamanlar oluyor. Belki o yıllarda benim çevremde boşanmak bir seçenek değildi; belki ben göze alamadım… Bir de eşim “Seni asla rahat bırakmam!” derdi. Belki bunlar sebepti, bilemiyorum… Emin olduğum şey bu ayrılığın bana iyi geldiği… Yeni bir hayat kurdum kendime. Kendi maaşımla kimseye muhtaç olmadan geçinip gitmeye başladım ve her şeye rağmen kızlarım bu yaşantıdan sıyrılıp kendilerine düzenli bir hayat kurdular, gurur duyuyorum onlarla… Tüm genç kızların meslek sahibi olması ve kendi ayakları üzerinde durmaları da temennimdir.
Her yaşın kendine göre bir anlamı var…
Demet, Serdar’la evlendi. Damadım çok güvenilir, iyi bir insan. Hep mutlu olsunlar. Bir kızları oldu, ben büyüttüm; doğrusu babannesi de yardımcı oldu. Nehirciğim şimdi on üç yaşında; mavi gözlü, güzel, akıllı bir kız. Kolejde okuyor; spor yapmayı, dans etmeyi ve arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi seviyor. Torun bambaşka bir şeymiş. Size sevgi veren bir varlık… Şimdilerde kızlarımla, torunumla ve kedilerimle güzel bir hayatı paylaşıyorum. Çocukluğumda hayalim hep sahnede olmaktı. Ben elli yaşında yüzmeyi, sahneye çıkmayı, resim yapmayı öğrendim. Turlara katıldım, İtalya’ya gittim. Şimdi de Makedonya’ya gitmek için para biriktiriyorum. Çocukluk hayallerimi olabildiğince gerçekleştiriyorum bugün. Emekli olduktan sonra, üç yıl özel çocukların okulunda çalışıp biriktirdiğim parayla, yaylada tek katlı bir ev yaptırdım. Otuz beş tane ağacım var orada. Yazın gidip onlara bakıyorum, sebze yetiştiriyorum. Evinden çıkıp bir iki adımda bahçene gitmek çok güzel bir şey, huzur buluyorum yayladaki evimde… Gülsüm ve ben Hayvanları Koruma Derneği üyesiyiz; Bozova’da otuz, kırk tane köpeğimiz var. Gönüllülerin getirdiği paket mamaları dağıtıyoruz ormanlarda. Onların karnı doyunca bizim de gönlümüz doyuyor. Gülsüm’le arkadaş gibiyiz, birlikte böyle güzel işler yapıyoruz; keyifli vakit geçiriyoruz. Kısacası, anlamlı bir hayat sürdürmek için elimden geleni yapıyorum. Ben yaş almak istemezdim gençken, kötü bir şey zannederdim. Ama şimdi söyleyebilirim ki her yaşın kendine göre bir anlamı var!
En sevdiği şiirler: Edgar Allan Poe- Annabel Lee, Cahit Külebi-Hikaye
En sevdiği filmler: Dönüş, Savaş Atı, Selvi Boylum Al Yazmalım
En sevdiği şarkı: İçin İçin Yanıyor, Okyanus -Osman Babuşçu