Behzat Haymana
Oya Fişek
Yayladayız. Heyecanla babamdan haber bekliyorum. Ve beklediğim haber geldi. Babam demiş ki “Huriser’in fotoğrafını çektirin, gönderin, ortaokula kaydını yaptıracağım.” Hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Beni ben yapan hayatımın o an başladığını hissetmiştim.
23 Kasım 1944 tarihinde Kaş’ta doğdum. Aklı başında, çalışkan, dürüst, ailesine ve kurallara bağlı, sakin görünen bir kız çocuğuydum. Fakat içimde, damarına basıldığında erkek çocuklarla başa baş mücadele eden bir cadı vardı. Tüm öğretmenlerim öğretmen olmamı istiyordu. Babam memurdu. Annem, köyden Kaş’a gelin gelmişti, ev hanımıydı. Babam bana çok düşkündü; asla laf söyletmezdi. Babamın sevgisine karşılık en çok ondan çekinirdim. Annem ise akıllı, becerikli, otoriter bir anneydi. Hepimizi etkisi altına alabilecek güçte bir kadındı. Kardeşim İsmail benden iki yaş küçüktü. İsmail ile birbirimizi çok severiz. Tesadüf ya, iki yıl arayla ikimiz de aynı gün doğmuşuz. Belki de bizi birbirimize bu kadar bağlayan bu tesadüftü. Bu dönemde hayatıma anneannem girdi her zaman yanımda oldu. İsmail doğduktan sonra anneannem dönüşümlü olarak beni ve İsmail’i, okula başlayana kadar köye götürdü, getirdi. İlk çocukluğumun en mutlu yılları oldu bu dönem. İlk arkadaşlarımı orada edindim. Ben dört yaşındayken bir kız kardeşimiz oldu ama beş ay sonra sebebini bilmediğimiz bir hastalık yüzünden kardeşimizi kaybettik. Annem o dönem büyük bir buhran yaşadı. Kardeşimin cansız bedeninin babamın kucağında, seccadeye sarılı halde götürülüşü gözümün önünden hiç gitmedi. Bundan dört yıl sonra bir erkek kardeşimiz oldu. Adını Mustafa koyduk. Onun da ayrı bir yeri var hayatımda. Ablalık duygusunu her daim onunla yaşıyorum. Kaç yaşına gelirse gelsin o benim hep küçük kardeşim. Annemizi kaybettikten sonra annemin yerine beni koyduğunu hissediyordum. Bu yüzden hâlâ her gün beni arar, konuşuruz. Kardeşler olarak birbirimize hiç darılmadık, kırılmadık, hep destek olduk. Kardeşlerimle gurur duyuyorum.
Babamın görevi sebebiyle sık sık yer ve ev değiştirirdik. Sonunda babam Kaş’a tayin oldu ve orada kaldık. Oturduğumuz evler kiralıktı. Her biri de ahşap, sobalı, otantik eşyalı evlerdi. Her yaz yaylaya gidip üç ay orada kalırdık. Babam memur olduğu için Kaş’ta kalır; hafta sonlarında gelirdi. Okul açıldığında Kaş’a dönerdik. Gömbe Yaylası’nın yemyeşil bir doğası vardı. Pınarların başında piknik yapardık. Özgür ve mutluyduk. Oradaki komşularımızla aile gibiydik. Arkadaşlarım kardeşim; anne babaları annem babam gibiydi. Bu bağ hiç kopmadı, hala haberleşiriz. Bir gün, annem, komşumuzla birlikte komşu köye misafirliğe gitti; gün içinde dönecek. Kardeşimle bana evden dışarı çıkmamamız için sıkı sıkı tembih etti. Annem gittikten sonra kardeşimi evden dışarı çıkmaya ikna etmeye çalıştım. Önce annemin kızacağını düşünüp çıkmamakta ısrar etti; sonra kabul etti. Aşağıdaki dükkân çıkışından dışarı çıktık; annemin gelmesine yakın eve döndük. Annem, tüm gün evde kapalı kaldığımızı düşünüp üzülüyordu. Böyle muzurluklarım da vardı. Güzel çocukluk anılarımla doludur o yayla. Şimdilerde ise gittiğimde o tadı hiç alamıyorum. Coğrafyası değişmiş, nüfusu değişmiş, kalabalıklaşmış, suları çekilmiş.
Babamın görevi gereği ilkokula Gömbe’de başlayıp Antalya, Finike’de devam ettim; son durağımız olan Kaş’ta bitirdim. Yıl 1955, Kaş’ta ortaokul yok o zaman. Eğer ortaokul açılmazsa, ilkokuldan sonra okuma şansım yoktu. Öğretmenlerimin önerileriyle öğretmen okuluna gidebilirdim. O günkü şartlarda ailem beni Kaş’tan sadece Bolu Kız Öğretmen Okulu’na göndermek zorundaydı. Türkiye’nin güneyinden kuzeyine gidecektim.
Annem ve babam aydın görüşlü kişiler olmalarına rağmen beni göndermeleri pek mümkün değildi. Hem kız çocuğuydum hem de ailenin tek kızıydım. Bu durum beni biraz tedirgin ediyordu. Neyse ki, şansım yüzüme güldü. İkinci dönem Kaş’ta ortaokul açıldı. Yıl, 1956. Hayatımın en mutlu olduğum anlarından biriydi. Ortaokula giderek hayallerime adım adım yaklaşacaktım. Babamın arkadaşlarının babama, “Yahu Hasan bir tane kızın var bakamayacak mısın? Yarın öbür gün evlenip gidecek zaten, gönderme.” dediklerini duyuyordum. Babamın “Boşuna çenenizi yormayın, bir tek ceketim kalsa ceketimi satar kızımı okuturum.” demesi o kadar çok içime işledi ki, babam hayallerimi inşa ederken en büyük destekçim oldu. Ben heyecanla babamdan haber bekliyordum. Bir gün merakla beklediğim haber geldi. “Huriser’in fotoğrafını çektirin, gönderin, ortaokula kaydını yaptıracağım.” Hayatımın en mutlu anlarından biriydi. Beni ben yapan hayatımın, o an başladığını hissetmiştim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi zaten..
Ortaokulda Fransızca dersini çok sevdim. Öğretmenimiz Kaş’ın kaymakamıydı. Fransızca öğretmenim sayesinde Fransızca öğretmeni olmaya karar verdim. Öğretmenim bize Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin Fransızcasını ezberletmişti. Bana verdiği ilham ile Fransızca öğretmeni olduğumda ben de öğrencilerime Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin Fransızcasını işleyerek öğretmenimin geleneğini sürdürdüm. Çocukluğumdan bana kalmış değerli anılardan biridir.
Ortaokul 3. Sınıfta, bir gün tarih sınavından çıkmıştık. Öğretmenimiz üç soru sormuştu; iki soruyu cevapladım. Diğer sorunun cevabını çok iyi bildiğimi düşünerek ayrıntılarıyla yazdım. Fakat sınavın bitimine yakın soruyu yanlış anladığımı fark ettim. Düzeltmeye zamanım yoktu. Arkadaşlarıma düşük not alacağımı söylediğimde bana inanmadılar. “Hadi canım, sen yapmışsındır yine.” gibi cevaplar aldım. Nitekim o sınavımın sonucu, tarih dersi karne notumu aşağıya çekecek kadar düşük geldi. Fakat kimseyi buna inandıramamıştım. Tüm hayatım böyle geçti. Hep olumlu sıfatları yakıştırırlardı bana. Huriser yapar, Huriser halleder, Huriser başarır… Arkadaşlarım, öğretmenlerim, ailem, herkes. Ondan sonra benim başarısız olma, yanlış yapma şansım hiç olmadı. Hayatım boyunca başka seçeneğin olmadığını düşündüm. O yüzden her işte mükemmel olmaya çalıştım. Emekli olduktan sonra resmi ve toplumsal sorumluluklardan uzaklaştığım zaman hata yapmaya hakkım olduğunun farkına vardım. Bu duyguyu çok zor attım üzerimden. Hala tam olarak atmış da sayılmam.
Öğretmen okulu sınavlarına girmem ile hayatımda, kendim için, ilk defa Kaş sınırları dışına çıkmış oldum. O zamanlarda ulaşım çok kısıtlıydı. Aralarında on beş gün süre olan parasız yatılı lise ve öğretmen okulu sınavları için Antalya’ya gittiğimizde on beş gün akrabalarımızda kalmak zorunda kalmıştık. Öğretmenliğe giden ilk adımım orada atıldı. Sınav günü geldi çattı. Sıradayım, oturuyorum, yanımda arkadaşım oturuyor. Sınavda görevli öğretmenlerden biri bizim ortaokul Fizik öğretmenimizdi. Sınava başladık; ilk kağıdımı tamamladım, ikinci kağıda geçtim. Yanımdaki arkadaşım ısrarla benim birinci kâğıdımı istiyordu. Kendi yapamadığı soruların cevaplarına benden bakacaktı. Ona “Yapma, öğretmenimiz bizi kontrol ediyor. Gelir birinci kâğıdımı sorarsa cevap veremem.” dedim. Hata yapmaktan korkardım. Vermedim ama arkadaşım aldı. Bir süre sonra Talat Bey yanımıza yaklaştı; ilk kâğıdımı sordu. Üzüle sıkıla “Neşe aldı.” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Onun önünden kâğıdımı aldı ve benim önüme koydu, gitti. O anki panikle geriye kalan tek ve son soruyu yapamadım. Yapamadığım tek soruydu. Sınav bitmek üzereyken, herkes çıktı, en son ben kaldım. Talat Bey yanıma geldi ve bana sınavın nasıl gittiğini sordu.
Ben de, çarpanlara ayırma sorusunda takıldığımı söyledim. Beni tanıdığı ve o anki panikle yapamadığımı bildiği için sorunun cevabını bana kendisi yazdırdı. Öğretmenim bana olan güvenini gösterirken kendisini de büyük riske atmış oldu. Sınav sonucu açıklandı. Dereceyle kazanmıştım. Mülakatta bana aynı soru soruldu, heyecanlandım ve yine yapamadım ama sonuçta bu sınavı da kazandım.
O sırada “Yabancı dil sınavına girmek isteyenler başvursunlar. Kazananlar Bursa Kız Öğretmen Okuluna gönderilecektir.” diye bir anons yapıldı. Öyle heyecanlandım ki! Nasıl heyecanlanmam? Hayalime bir adım daha yaklaşacaktım. Ben Fransızca öğretmeni olmak istiyordum. Sadece Bursa Kız Öğretmen Okulu’nda yabancı dil eğitimi vardı. Hedefime nasıl ulaşacağımı bilmiyorken bu anonsla sevinçten havalara uçmuştum. Sınava girenlerden 4 kişi kazandık. Diğer 3 arkadaşın yabancı dili İngilizce idi. Kaş’tan Muğla’ya bir haftada ve sınavdan da bir hafta önce gelmek zorunda olan ben, gözümü kırpmadan Bursa’ya gitmeyi kabul edecektim. Annemi yalvararak ikna ettim. Babamın yazılı onayı gelene kadar da emin olamadım. Babam orada da en büyük desteğim olmuş ve hayatımın akışını değiştirmişti. Muğla Kız İlköğretmen Okulu öğrenciliğim sadece 20 gün sürmüştü.
Bursa Kız Öğretmen Okulu çok özel bir okuldu. Her yıl, sadece Türkiye’deki bütün öğretmen okullarından yabancı dil sınavını kazananlar burada okumaya hak kazanabiliyordu. Bu sayede Türkiye’nin her bölgesinden çok kıymetli arkadaşlarım, dostlarım oldu. Okulumuz, öğretmen okullarının kolejiydi. Günlük okul formamız yoktu. Derslere serbest kıyafetle girer; törenlerde ve önemli günlerde lacivert döpiyes içine mavi gömlekten oluşan tören kıyafetimizi giyerdik. Sabahtan öğleye kadar ders yapar, öğleden sonra beceri kurslarına katılırdık. Her yıl, haftada en az iki beceri kursuna katılmak zorundaydık. Ben 2 yıl boyunca müzik, resim ve dikiş, nakış kurslarına devam ettim. Müziğe ilgim vardı. Mandolin çalmayı orada öğrendim. 3. sınıfta bir buçuk aylık bir köy staj dönemimiz vardı. Köye gider, orada kalırdık. Böylece ilk öğretmenlik deneyimimizi yaparak yaşayarak orada öğrenirdik. Öğretmenlerimiz denetiminde güzel bir staj deneyimi yaşadık. Öğretmenlerimiz köy enstitüsü mezunlarıydı veya oralarda görev yapmışlardı. Hepsi çok değerli öğretmenlerdi. Kendilerini ülkesini iyi temsil eden, idealist öğretmen yetiştirmeye adamışlardı. Onların elinde yetişmenin gururunu her zaman yaşadım. Onları örnek aldım.
Haziran aylarında eve gelip eylülde Bursa’ya dönüyordum. Annem eylülde okula götürüyorsa, babam haziranda almaya geliyordu. Bursa, Antalya’ya, ara tatillerde eve gelemeyeceğim kadar uzaktı. Öğretmen okulundaki ilk senem. Yıl 1960. Nisan sonunda sıkıyönetim ilan edilmişti ve üniversiteler tatil edildi. Öğrencileri evlerine gönderiyorlar. Aklımda bir sorun oluştu. “Eğer bizim okulu da tatil ederlerse ben eve nasıl giderim?” Hızlı bir şekilde haberleşme imkânım yoktu. Telgrafın dışında haftada bir aileme mektup yazabiliyordum o mektup da bir haftada ellerine ulaşabiliyordu. Bunu düşünürken 27 Mayıs’ta ihtilal oldu. Ordu yönetime el koydu. Bütün okullar tatil edildi. Oturdum bahçenin bir köşesine ağlıyordum. Öğretmenlerimden biri beni gördü, endişeyle ne olduğunu sordu. Ben de “Okul tatil olursa, herkesi evlerine gönderirseniz ben ne yaparım. Anneme babama nasıl haber veririm. Onlar gelmeden ben gidemem.” dedim. Öğretmenim de “Hiç merak etme kızım, aileniz gelmediği sürece sizi bir yere bırakmayız. 18 yaşından küçük olduğunuz için anneniz de babanız da biziz.” Öğretmenimin yaptığı açıklamayla rahatladım. O zamanki çocukça düşüncem işte.
Öğretmen okulunu bitirdikten sonra Kaş’a yarım saat uzaktaki bucak merkezinde bulunan ilkokula atandım ve göreve başladım. Annemle babam istediği zaman beni ziyarete gelebilecekti. İlkokul öğretmenliğini seviyordum ama aklım halâ Fransızca öğretmenliğindeydi. Fransızca öğretmenliği için Eğitim Enstitüsü sınavlarına başvurmuştum; gönlüm Çapa Eğitim Enstitüsü’nü istiyordu ama ailemin ısrarı ile Gazi Eğitim Enstitüsü’nü yazdım. Babama ertesi yıl tekrar sınavlara girmek istediğimi söyledim. Babam yine desteğini esirgemeyerek “Tabi kızım, sen yeter ki okumak iste.” dedi. Göreve başladığım ilk yıl yılbaşı tatili için ailemi ziyarete Kaş’a geldim. Ertesi günü babam aniden kalp krizi geçirdi. Öğretmen olduktan sonra babamın gölgesinde zaman geçireceğim günleri düşlerken babamı kaybettim. O gün hayatımın en acı günüydü. Hayatımın ilk ve en acı gününü gençliğimin başında, henüz 17 yaşımı yeni bitirmişken yaşadım. Annemin bize hem annelik hem babalık yaptığı 35 yıllık dönemin başlangıcıydı. Ailenin en büyük çocuğu olarak babamın maddi manevi sorumlulukları benim üzerime geçmişti. Küçük kardeşim Mustafa henüz ilkokul 4. sınıftaydı. İsmail’in eğitim hayatı için kendi hayalimi bir süre ertelemek zorundaydım. İsmail Yıldız Teknik Yüksek Okulu Harita Mühendisliği bölümünü kazandı ve 4 yıl sonra bitirdi. Böylece sıra bana gelmiş oldu. Ben de sınavlara girip Fransızca öğretmeni olacaktım.
Fakat bazen biz yazarız, kader bozar. Eşim girdi hayatıma. Küçük kardeşimin öğretmeniydi ama köyde çalıştığım için ben tanımıyordum. Anneme aracı gönderip benimle evlenmek istediğini söylemiş. Annem de çalıştığım köye gelip benimle bu konuyu konuştu. Duyduğumda başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Anne ben evlenmek istemiyorum ki okumak istiyorum. Ayrıca Erol Bey’i hiç tanımıyorum. Merhabam bile yok.” dedim ama ikna edemedim. Annem kararını vermişti. En sonunda anneme “Sen bilirsin.” demek zorunda kaldım. İşlemler, adetler derken biz evlendik. Erol’la nikâhtan sonra ilk görüştüğümüz gün, beni onunla annemin evlendirdiğini ve aslında okumak istediğimi açık açık söyledim. Eğer Ankara veya İstanbul’a gidersek eğitimimi tamamlayacağımı söyledim. Hiç karşı çıkmadı. 1967 yılında Erol’u hiç tanımadan onunla evlendim. İlk çocuğumuz oldu. Rahmetli babamın izini taşıması için oğluma kızlık soyadımı koymayı istedim. Eşim de sağ olsun, beni kırmadı. Oğlumuzun adını Vural koyduk. 1971 yılında doğan kızımızın adını da Özdal koyduk. Çocuklarımızı olabildiğince güzel yetiştirmeye çalıştık.
Nihayet beş yıl sonra Kaş’tan İstanbul’a tayinimiz çıktı. İlk zamanlar İstanbul’a taşınmayı hiç istememiştim. Büyük şehir olması beni ürkütüyordu. Annemin desteği ile İstanbul’da yaşayabileceğim zorlukları aştık. Şişli’de, çalışacağım okula yakın bir ev tuttuk. Kızım 1,5 yaşında, oğlum anaokulu çağındaydı. Benim ise halâ içimde yarım bıraktığım okuma aşkı vardı. Gençliğim hep bu beklentiyle geçmişti. Dışarıdan bitirme sınavlarını takip ediyordum. Nihayet sınav açıldı. Yıl 1973. Hemen başvurumu yaptım. Yazılı sınavdan geçtim, sırada mülâkat vardı. Birlikte mülâkata girdiğim adayların hepsi genç, yeni mezunlardı. Aralarında Fransız okulu mezunları da vardı. Gözüm korkmasına rağmen umudumu hiç kaybetmedim. Mülakata girdiğimde karşımda benim dönemimde mezun olmuş, benimle yaşıt olan öğretmenler de vardı. Ben, 11 yıllık öğretmendim. Açıkçası bu durumdan biraz utandım ama yapacak başka bir şeyim yoktu. O dönemde bunu yapmak benim için büyük bir başarıydı. Bana “Neden bunca yol sonra?” diye sordular. Onlara ideallerimden vazgeçmediğimi anlattım. Mülâkat sırasında çok basit bir kelimeyi anlamamıştım. O anki heyecanla basit bir kelime beni perişan etmişti. Sonra jürideki hoca elime bir kâğıt tutuşturdu. Bana dedi ki “Siz buradaki laboratuvar çalışmalarına katılamayacaksınız. Bu kâğıdı alın, bir Fransızca kursuna devam edin; konuşmayı öğrenin.” Sınav salonundan çıktıktan sonra diğer adaylar bana mülakatın nasıl geçtiğini sordu.
Ben de kolay bir kelimede takıldığımı ve daha sonra hocanın bana bu kâğıdı verdiğini söyledim. Adaylardan biri bana dönüp “Hocam siz kazanmışsınız.” dedi. Şaşkınlıkla “Nereden biliyorsunuz?” dedim. “Siz kazanmamış olsaydınız Müberra Hanım bu kâğıdı size vermezdi.” dediler. O anki heyecanımla kabul aldığımı fark etmemişim bile.
On yıl aradan sonra İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Fransızca Öğretmenliğini kazanmıştım. Dünyalar benim olmuştu. İki çocuk, eş, okulda öğrenciler ve öğrencilik temposunu aynı anda yürütmeye çalıştım. Kızımın bakımına annem çok yardımcı olmuştu. Annem kızıma bakarken ben ders çalışırdım. 3 yıl sonra okulu bitirdim ve hayalimdeki hedefime ulaştım. Yıl 1976.
Oğlum, ilkokuldan sonra 1977’de Saint Michel Fransız Lisesi’ni kazanmıştı. Fakat ortaokuldan sonra askeri liseye gitmeyi çok istedi. Her ne kadar onu askeri lisenin ve askerlik mesleğinin zor olduğu konusunda aydınlatmaya çalışsak da tercihini yaptı ve Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni kazandı, bitirdi, daha sonra, 1988’de Ankara’da Kara Harp Okulu’nda jandarma sınıfına seçilerek Jandarma Teğmen olarak mezun oldu. Yurtiçinde ve yurtdışında zorlu bir çalışma hayatı oldu. 3 yıl Paris’te askeri ataşe olarak görev yaptı. Şu anda emekli albay. Evli ve 2 oğlu var.
Kızım da ortaokulu Nişantaşı Anadolu Lisesi’nde, liseyi İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde okudu. Üniversite sınavında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İngilizce Bölümü’nü kazandı Bu arada kaydını dondurup AFS programı ile 1 yıllığına İngiltere’ye gitti. Yıl 1990. Dönüşte üniversiteye devam etti. .Mezun olduktan sonra Dahiliye uzmanı oldu; sonra Gastroenteroloji uzmanlığını aldı. Şu anda özel bir hastanede gastroenterolog olarak çalışıyor. Evli ve onun da 2 oğlu var.
Eşimle tüm imkânlarımızı çocuklarımız için seferber ettik. Eşim bu konularda benim yanımdaydı fakat tam destekçim değildi. Benim çabam daha belirgindi ama asla bana karşı da çıkmazdı. Onların eğitimi için çok emek verdim. Onlar da şimdi kendi çocuklarının geleceği için emek veriyorlar. 4 erkek torunum var. Biri üniversiteyi bitirdi, ikisi üniversitede okuyor, biri de liseyi bitirecek. Hepsiyle ayrı ayrı gurur duyuyorum.
Devlet okullarında 14 yıl sınıf öğretmenliği, 12 yıl Fransızca öğretmenliği yaptım .En son Nişantaşı Anadolu Lisesi Fransızca Öğretmeni iken emekli oldum. Yıl 1988.
Emekli olduktan sonra özel okullarda çalışmaya başladım. Bir süre Tarhan Koleji’nde ilkokul müdürü; sonrasında Sainte Pulcherie Vakfı tarafından açılan Yeni Nesil 2000 İlköğretim Okulu’nda kurucu müdür olarak görev yaptım. Bu dönemde yaşadığım en büyük gurur, Özel Tarhan Koleji öğrenci ve velilerini topluca Ankara’ya götürüp, Anıtkabir’de Atatürk’ün mozolesine çelenk koymak ve şeref defterini okul müdürü olarak imzalamak oldu.
Emekli olmama rağmen, son bitirdiğim okul, 3 yıllık yüksek okul olduğu için, bana verilen bir hak olarak düşündüğüm; Anadolu Üniversitesi Lisans Tamamlama Programı sınavlarına girdim ve diploma aldım. Geç de olsa hayalini kurduğum eğitimin son aşamasını da tamamlamış oldum.
Öğretmenlik görevimi 2005 yılında sonlandırıp kendi özel yaşantıma döndüm.
Eşimle uyumlu bir evliliğimiz vardı. İş ortamında birbirimizi çok desteklerdik, fakat bireysel hayatlarımızda birbirimizin pek yeri yoktu. Ben de bunu kabullendim veya katlanmayı öğrendim. Hangisi bilemiyorum. İstanbul’a geldiğimiz yıl kendisini şehirli olarak görürken beni köylü olarak görüyordu. Ben de buna karşılık “Ben yörük kızıyım, Toros kızıyım. Sen ne dersen de.” diye karşılık verirdim. Benim özgüvenim hayli yüksekti ama beni küçümsercesine tavır sergilemesi yıllarca kabullenemediğim bir şeydi. “Sen İstanbul’da kaybolursun, onu yapamazsın, bunu yapamazsın.” derdi. Ama ben bırakın İstanbul’da kaybolmayı İstanbul’da yaşayanlara yol gösterir duruma geldim. Onun bu konuda desteğini görmedim, bana köstek de olmadığı için evliliğimizi yürüttüm.
2010 yılında eşimi aniden kaybettim. Kaybın ardından büyük bir boşluğa düştüm. Maddi olarak hayatımı devam ettirebilecektim ama manevi anlamda eksikliğini çok hissettim. Anladım ki o benim manevi desteğimmiş. 43 yılın ardından onu kaybetmenin sonucunda içime kapandım.
O süreçte kızım bana gördüğü bir ilandan bahsetti. “Anne tam sana göre bir şey var. AÇEV ilan açmış. Yetişkin okuma yazma kurslarında görev alacak gönüllüler arıyorlarmış. Tam sana göre bir iş.” dedi. Gittim AÇEV’e. Aldığımız eğitimden sonra kurslarda görev aldım. Eşimi kaybettikten sonra beni hayata döndüren bu oldu. Okuma yazma kurslarında, kadınlara 4 dönem eğitim verdim. Kız olduğu için okula gönderilmemiş veya çocuk yaşta evlendirildiği için okuyamamış ama kendi çocuklarını evlendirdikten ya da eşini kaybettikten sonra sıranın kendine geldiğini düşünüp okumak isteyen kadınlara okuma yazma öğrettim. İçlerinde biri vardı, 60 yaşında olmasına rağmen onun ilk öğretmeni bendim. Bir Öğretmenler Günü’nde kendisinin yaptığı küçük bir armağanını almakta tereddüt ettiğimde :’’Ama öğretmenim, ben şimdiye kadar hiçbir öğretmene hediye vermedim. Benim ilk öğretmenim sensin.’’ dediği zaman gözlerim doldu. Öğretmenlik hayatımda almadığım zevki orada aldım. Yetişkinlere öğretmenlik yapmak çocuklara öğretmenlik yapmaktan çok farklıydı. Çocuklarla çalışırken profesyoneldim. Örgün ve zorunlu bir öğretimdi. Yetişkinlerin ve benim tamamen gönüllü oluşumuz, onların okuma konusundaki azmi beni çok etkilemişti. O kursiyerlerimle halâ zaman zaman görüşürüm. Bu deneyimim benim için çok kıymetliydi. Hayatımın en güzel yılları onlarla geçti. Keşke sağlığım el verseydi de devam edebilseydim.
Daha sonra yine kızların eğitimine destek veren Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği İstanbul Şubesi’ne üye oldum. Orada da benzer çalışmalara destek oldum ve 2 üniversiteli kız öğrencinin hayatına dokunup mezun olana kadar burs veren olarak destek oldum.
Müziğe derin bir ilgim vardı. Özellikle eşimi kaybettikten sonra yerel korolarda çalıştım. Şarkı repertuarım oldukça genişledi. Özellikle Türk Sanat Müziğinde. Sarıyer’de Arıköy Müzik Korosu’na 8 yıl korist ve solist olarak devam ettim.. Birçok besteyi hocasından öğrendim. Son olarak da Kadıköy Nevbahar Müzik Topluluğu’na devam ettim. Hayatımda her zaman arka planda bir müzik nağmeleri duyarım. Müzik benim ruhumu rahatlatıyor. Müzik benim dünyam.
Aile bağlarım çok kuvvetlidir. Annem, babam, kardeşlerim benim için çok kıymetliydi. Arkadaş ve meslektaşlarımla ilişkilerim de öyle. Çok ortam değiştirdim; hepsinde de iyi muhabbeti yakaladım. Ama Bursa Kız Öğretmen Okulu’ndaki arkadaşlarımın yeri apayrıdır. Üç yıl boyunca geceli gündüzlü birlikteydik. Kardeş gibiydik, çocukluk arkadaşlarıydık onlarla. İstanbul’a gelir gelmez arkadaşlarımı bulmaya çalıştım. Aradım taradım, teknolojinin de katkısıyla arkadaşlarıma ulaştım. Birlikte İstanbul’da, Ankara’da, Bursa’da ve Merzifon’da buluşmalar düzenledim. Bu arada öğretmenlerimizi de bulduk ve zaman zaman bir araya geldik. Şu anda 30 kişilik bir WhatsApp grubumuz var. Ayrıca 20 arkadaşımın numarası da telefon rehberimde. Bu dostluğu sürdürme öncülüğünü ben yapmıştım. Şimdi sık sık mesajlaşıp, görüşüyoruz.
Çok mutlu bir çocukluk geçirdim. Hayatımın temelini çocukluğumda attım. Genç kızlığa da büyük bir acıyla adım atmıştım. Sonrasında bu acıyla yaşamayı öğrenip onu kabullendim. Hiçbir zaman kendimi umutsuzluğa kaptırmadım. Her şeyin bir çaresi olduğuna inandım. Hep de öyle oldu. Her şeyi olumlu tarafından görmeye çalıştım. Çok çalıştım, hayatımı yoğun çalışma temposuyla geçirdim. Yaşadığım sıkıntıları çalışarak aştım. Elimden geleni yapar, gelmeyenin üzerinde durmazdım. Hep dua ettim. “Allah’ım bana kendim için yaşayacağım zamanı da ver.” diye. Şimdi ise o yılları yaşıyorum. Huzurluyum, mutluyum.
Benim dünyaya gelmeme vesile olan, beni ve kardeşlerimi en iyi şekilde yetiştiren annemi, babamı ve de hayatımın her döneminde üzerimde çok emeği olan anneannemi minnet ve şükran duyarak rahmetle anıyorum.
Benim idealim olan öğretmenlik yolunda beni yönlendiren, yetiştiren ve örnek aldığım tüm öğretmenlerimi saygı ve rahmetle anıyorum. Mekânları cennet, ruhları şad olsun.
Ailemin çok değerli bireylerine, tüm dost ve arkadaşlarıma, birlikte çalıştığım meslektaşlarıma sonsuz sevgilerimi sunarım.
En sevdiği kitaplar: Maksim Gorki – Ana, Yaşar Kemal – İnce Mehmed
En sevdiği film: Yeşil Köşkün Lambası
En sevdiği şarkı: Hüseyin Gönen – Ne Yeşil Ne Siyah Ne Toz Pembedir