Gaye Çelik
Asım Sayman - İşte Bu Benim Hayatım
Jale Aytaç Sarıdoğan 1953 yılında Mersin’de doğdu. Ankara Tıp Fakültesinde okudu ve ardından Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji alanında ihtisasını yaparak yıllarca doktorluk görevini icra etti. Azim, değerlere bağlılık, ilkeli duruş ve sevgi Jale Hanım’ın hikâyesinin anahtar kavramları.
Cumhuriyetin yetiştirdiği ilk hâkimlerden babam. Cumhuriyet heyecanını içinde taşır, kuralcıdır. Annem ise ev kadınıdır, özgürlüklere düşkün, bizleri idare eden güçlü bir kadın. Bize hiç ev işi, dikiş nakış vs. öğretmedi ki kendisi çok becerikliydi, mutlaka okumamız üniversiteyi bitirmemiz ve meslek sahibi olmamız gerektiğini vurguladı. Ablam annemi gözleyerek yaptığı her işi gayet güzel öğrendi ve tabi ki üniversiteyi bitirdi ayni zamanda. Benim gözüm hep sokaktaydı, oynamak, gezmek, özgür olmak istiyordum o yüzden bu işleri hiç öğrenemedim, itiraf edeyim biraz küçümsüyordum bu tür işleri.
Babamın işi nedeniyle ilkokul dördüncü sınıfa kadar Balıkesir’deydik. O yıllarda 3 kardeştik, ben 2. kız çocuğuydum, bir ablam ve bir erkek kardeşim vardı, daha sonra 1962 yılında bir erkek kardeşim daha oldu. Anne ve babamın tüm aile fertleri Mersin’de yaşıyordu, biz değişik şehirlerde yaşadık ama her yaz Mersin’e gider 2-3 ay akrabalarımızda kalırdık. Dedelerim, nenelerim Osmanlı zamanında Suriye’de yaşamış daha sonra Hatay’a göç etmişler. Anneannem, babaannem çok az Türkçe bilirdi, oturdukları mahallede genellikle Arapça konuşulurdu. Evleri her türlü meyve ağacı ve sebzenin bulunduğu bir bahçe içindeydi. Bahçede kuyu da vardı su çekerdik kuyudan. Tabiatla bir tek Mersin’de ve yaylalarında haşır neşir olurduk. Bize çok farklı ve renkli gelirdi oralar.
Güzel bir çocukluk geçirdim Balıkesir’de. Parklarda halka açık tenis kortlarında arkadaşlarımızla tenis oynar, cumartesi günleri ilkokulumda öğretmenlerimizin eşliğinde dans dersleri yapılır, tango, cha-cha-cha, vals gibi dansları öğrenirdik, hepimizin bir eşi olurdu ve sene sonunda okul balosunda öğrendiğimiz dansları yapardık. O dönemlerde estetiğe, sanata, müziğe önem verilirdi. Bu değerlerin içerisinde büyüdüm ben de…
Babam tüm gün çalışıp eve yorgun gelir ve bizimle pek ilgilenmezdi. İşi zor ve stresliydi, katı ilkeleri vardı özellikle mesleği konusunda. Hiç kimseye ayrıcalık yapmaz, bir gün mahkemeye işleri düşebilir diye şehrin yerlisine mesafeli dururdu. En yakın arkadaşına bile farklı muamele yapmazdı. Kimseden hediye kabul etmez, çiftçinin bahçesinden getirdiği üzüm, elma gibi meyveleri bile reddederdi. Bize çikolata getiren bir amcayı evden kovuşunu tüm kardeşler hüzünle hatırlarız, gözümüz çikolatada kalmıştı, çünkü o dönemde tek maaşla çalışan bir memurun çocuklarına çikolata alması zordu, memur hâkim olsa bile. Emekli oluncaya dek devletin verdiği müsvedde kâğıtlarını, kalemlerini devlet malı diye bize asla kullandırtmadı ama ben gizlice kaçırır kullanırdım bazen. Hiçbir zaman fazla paramız olmadı, güç geçiniyorduk desem yalan olmaz ama beslenmemiz her zaman doyurucu, lezzetli ve bol olmuştur. Şimdi babamı, sevgisini gösteremeyen, aydın, dürüst, katı prensipleri ve meslek ahlakı olan, tenis oynayan, güzel dans eden, disiplinli, şık ve yakışıklı bir beyefendi olarak hatırlıyorum. Parası olmadı ama bize bu ilkelerini miras bıraktığı için mutluyum.
Annem babamla 15 yaşında evlenmiş, aralarında 20 yaş fark vardı. Annem zeki, canlı, neşeli, becerikli, otoriter, komik, taklitçi ve birçok özelliği olan güzel bir kadındı. Babamla mutlu bir evlilikleri olduğunu söyleyemeyeceğim, tartışmaların bol olduğu bir ailede büyüdüm ben. Annem, kendisini sürekli geliştiren, çok okuyan bir kadındı. Çocukluğumda okuduğum bütün kitaplar annemin kitaplarıydı. Şairleri, şiirleri, klasik edebiyatın eserlerini hep annemden öğrendik çocukken. Annem benim için birçok şey ifade ederdi, anne, arkadaş, sırdaş, öğretmen, rehber, korkulan büyük, kıskanılan genç, güzel kadın ve daha birçok özellik. Ama bana göre en önemli özelliği savaşçı olmasıydı, çocukluğundan itibaren erkek egemen topluma karşı kendiliğinden bir direniş göstermiş ve bu direniş, zaman içerisinde gerek okuduğu kitaplarla gerek feminist hareket içinde yaptığı çalışmalar ve eylemler ile daha bilinçli hale gelmiş. Bu bağlamda bizi diğer kız çocuklarından farklı yetiştirdi annem. Erkeklerden hiç çekinmedik biz, onlarla oynadık, dans ettik, ders çalıştık, çocukluk cilveleşmelerimizi yaptık. Ayıp, namus kavramlarının karşı cinsle ilişkilenmediği, hırsızlık, yalan söylemek ve bunun gibi kötü şeylere denildiğini öğrendik çoğunlukla. Okula başladıktan sonra toplumsal ahlakla karşılaştığımda ne kadar farklı olduğumuzu anladım ve minnettarım anneme her zaman. Daha sonraları annem feminist hareketin içinde uzun süre yer aldı, önemli işler yaptı, birçok genç kadına rol model oldu ve hala oluyor.
Babam Yargıtay üyesi olduktan sonra Ankara’ya geldik. Evimize yakın olan Cebeci Kız Ortaokuluna başladım. Manastır gibi bir okuldu, kızlar sabahçı, erkekler öğlenciydi, erkekler ayrı kapıdan girerdi ve birbirimizi görmezdik hiç. Oldukça katı kurallar vardı. Bir gün, hiç unutmuyorum, teneffüste merdivenden aşağıya bahçeye iniyordum. Bir pencere vardı, pencerenin karşısına geçtim ve saçımı düzeltmeye başladım, bahçeye indikten sonra bir kadın müdür muavini bana seslendi. Efendim öğretmenim diye döndüğümde “Sen ne haddini bilmez bir kızsın, utanmıyor musun müdür muavininin penceresini ayna yerine koyup kendine bakmaya!” diyerek bir tokat attı. O tokadı hiç unutmam. Ailemden yemediğim tokadı orada arkadaşlarımın önünde yediğimde çok utandım, büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Bunun gibi olaylar, verilen eğitimin bilinçli ya da bilinçsiz bizi, benliğimizi yok etmek üzerine kurulu olduğunu düşündürdü hep bana. O tokat muhafazakârlığın, birey olma isteğinin ne kadar kötü algılandığının ve bir genç kız olmanın getireceği tehlikelerin habercisiydi sanki..
Okul dışında hayatımız güzeldi, bol bol oynardık sokakta, kitap okurduk, arkadaşlarımızla sinemaya giderdik. Ortaokul yıllarında Cumhurbaşkanlığı Senfoni orkestrası ile tanıştık, her cumartesi sabah 11. de klasik müzik konserlerine giderdik biz kardeşler. Klasik müzik zevkimiz bu konserlerle pekişti. Bu gelenek Üniversite yıllarına kadar sürdü. Liseye Ankara Kız Lisesi’nde başladım. Ankara Kız Lisesi kendi içinde kültürü olan, disipline önem veren bir liseydi. Ortaokulum gibi bir manastıra benziyordu, etek boyumuz diz altında olmak zorundaydı, saçlar uzunsa örülürdü, naylon çorap giymek, kaş almak zinhar yasaktı. Her zaman olduğu gibi bu yasaklar delinirdi. Bizden büyük ablalar, eteklerine çıtçıt diker, okuldan çıkarken eteklerini kısaltırlar, rujlarını sürerlerdi. Ben böyle şeylerle hiç ilgilenmedim, hala da ilgilenmem. Çok yaramaz ama terbiyeli bir öğrenciydim, ayrıca komik ve taklitçiydim. Teneffüslerde öğretmenlerin taklidini yapardım, gülerdik kahkahalarla. Annem babam veli toplantılarına geldi mi öğretmenlerim benim adımı duydukça gülermiş. Okulda 15 dakikalık teneffüslerde tiyatro gösterileri yapardım. Hem senarist hem oyuncu olurdum. Padişah II Selim’i (nam-ı diğer Sarhoş Selim) okumuştuk tarihte, katıldığı bir savaşı canlandırdık, boylu poslu bir arkadaşım Selim oldu, arkadaşım Perihan’a ise benim atım olma rolü kalmıştı saçları uzun olduğu için (gülerek). Bir müddet sonra uzun teneffüste öğrenciler koşarak bizi izlemeğe geldiler, sonra da hocalar izledi. Okulumuzda müzik derslerinin yapıldığı amfi şeklinde bir sınıfımız vardı, yanlış hatırlamıyorsam haftada 2 saat müzik dersi yapardık, öğretmenimiz piyano çalardı, benim için okuldaki en güzel saatlerdi, batı klasik müziğini ve notaları derste öğrendik biz. Bütün derslere önem verilir, beden eğitimi, müzik, resim vb. dersler küçümsenmezdi. Okulumuz kız lisesi olduğu için erkek öğrenci yoktu, erkek olarak kendisi hekim olan biyoloji öğretmenimiz Kemal bey (ki yetmişli yaşlardaydı), bir de Askerlik hocamızı görürdük sadece, askerlik hocamız gençti o yüzden heyecanla askerlik dersini beklerdik, hoca sınıfa girerken kafasına kâğıttan uçak atardık ne yapacağını şaşırırdı bu kadar ergen kız karşısında. Lise ikinci sınıfta Edebiyat dersimize dışarıdan bir hoca gelirdi, kendisi öğretmen değil, yazar, şair ve yayıncıydı yanlış hatırlamıyorsam. 65+ idi şu an benim olduğum gibi. Hocamız bize Türkiye ve Dünya yazarlarının kitaplarından bölümler okurdu. Orhan Velinin ‘’Beni bu güzel havalar mahvetti’’ şiirini ilk ondan duymuştum, keza Kitabe-i Seng-i Mezar, nam-ı diğer ‘’Yazık Oldu Süleyman Efendiye’’ şiiri de öyle…
O sene hayatımın kompozisyonlarını yazdım, hoca çok beğendi ve yüksek notlar aldım, hocaya hayran olmuştum ve zevkle ders çalışıyordum. Hocaya duyduğum şakacıktan aşk, sınıfın tüm kızlarını heyecanlandırır ve neşelendirirdi. Şimdi düşününce iyi ki öyle yapmışız diyorum hem öğrendik, hem eğlendik okulda.. O yüzden diğer öğrencilerin aksine ben okulumu çok sevdim, tabi ki üzüldüğüm, zorlandığım zamanlar oldu ama sevgim ağır geldi hep. Derslerimiz dolu dolu geçerdi okulda, hocalarımız vasıflı, ciddi insanlardı, öğrenmemiz için çaba gösterirlerdi, genellikle dersi dinleyerek okulda öğrenirdim, çok çalışkan bir öğrenci olmadım hiçbir zaman ama sınıfı geçerdim, hiç sene kaybetmedim. Lise yıllarımda bol kitap okudum, genellikle politik kitaplardı, Marksizm’le o yıllarda tanıştım. Ablam Şule bana siyasi konular ve kitap seçimlerinde önderlik yapmıştır, daha çok onun aldığı kitapları okudum ama hiçbir zaman Kapital’i bitiremedim (gülerek) ablam ise Kapitalî de bitirdi ideali olan sosyoloji bölümünü de bitirdi Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde. Ailece günlük siyasi olayları takip ederdik, sadece Cumhuriyet gazetesi okur, diğer renkli gazeteleri küçümserdik. Ben lisedeyken 68 Mayıs olayları patlak verdi önce Fransa ve sonra tüm dünyada. Tabi Türkiye de etkilendi olaylardan, ilk mitingime lisedeyken gittim, ayni zamanda kafama ilk polis copunu da orada yedim. Kafamın anında yumurta gibi şiştiğinin hiç unutmam. Siyasal Bilgiler Fakültesinde büyüklerimiz, arkadaşlarımız vardı, bazı günler bu okulun yurduna gider konuşmaları, toplantıları hayranlıkla izlerdim. Daha sonraki yıllarda öğrenci gençlik için bu yurdun ne kadar önemli olduğunu öğrendim bizzat yaşayarak. O dönem tüm dünyaya damgasını vurmuş istisnai bir dönemdi. Bir yandan çiçek çocukları (hippiler) bir yandan devrim çocukları, herkes farklı bir şekilde özgürlük için mücadele veriyordu. Ben 68 kuşağını kuyruğundan yakalamış biriyim ama o dönem beni liseden itibaren çok etkiledi, bir bakıma geleceğimi belirledi.
Çocukluğumdan beri doktor olmak istiyordum. İnsanlara yardımcı olmak, onların yanında olmak… Gizli hayalim ise şarkıcı olmaktı. Kendimi hep bir şarkıcı olarak hayal eder, mikrofon yerine elime bir kibrit kutusu alır şarkı söylerdim. Babamın buna izin vermeyeceğini düşünüp gerçek hayata dönünce, eğer doktor olamazsam öğretmen olur, çocuklara güzel şeyler öğretirim diye düşünürdüm. İlk hayalim gerçekleşti ve Ankara Tıp Fakültesi’nde öğrenim görmeye başladım.
Tıp Fakültesin de de her yerde olduğu gibi sağcı ve solcu olarak ayrışmıştı öğrenciler. Ben kendimi sosyalizmin bir neferi olarak görüyordum. İdealim bu düzeni değiştirmek ve ezilen kesimlere yardım etmekti. Bu nedenle mesela okuma yazma öğretme kursuna gidip, hafta sonları gecekondu bölgelerinde kadınlara okuma yazma öğretirdik ben ve bazı arkadaşlarım. Bir tıp okulu öğrencisinin yapabileceği şeyler değildi bunlar normalde. Dersler çok ağırdı ve başka bir uğraşa izin vermiyordu. Buna rağmen hem fakülteyi bitirdim hem de siyasi inançlarım için elimden geleni yaptım kendime göre. Tıp Fakültesi sağcıların ağırlıklı olduğu bir okuldu. Derslerde bazen sağcı bir öğrenciyle ayni mikroskobu kullanır, sınavlarda yan yana oturur birbirimize kopya verirdik, garip bir durumdu bu, ders bitince yeniden birbirimize düşman olur ve çatışırdık. Bir gün hiç unutmam köşede solcular grup halinde okulun bahçesinde beklerken sınavlarda yardımlaştığımız sağcı öğrencinin yürüyerek bize doğru geldiğini gördüm. Yanımdaki arkadaşım “Jale toplasana taşları, hadi fırlatalım gelen faşistlere” dedi. Karşılık olarak sadece “Ahmet, ya taşlar ona değerse” diyebildim. Taşları o arkadaşıma atacaklar diye ödüm kopmuştu. Çok şükür ki kendisi erken fark etti ve hemen yolunu değiştirdi, yani çok ironik bir durumdu bu.. Bütün üniversite hayatımız bu çatışmalarla geçti, bazen çok korktuk bazen hiç derslere giremedik bazen de çatıştık.
İlk eşim Adnan’la tanışmam da bu dönemlere denk gelir. Urfalı bir ağa çocuğu aynı zamanda solcu. Okula ilk geldiği günden kızların ilgisini çekmişti. Sivri burunlu pabuçlar, Vakko takım elbise, köstekli saat, sert bakışlar. Eylemci, yakışıklı, cesur bir insandı. İlk ciddi ilişkimdi. O da kendisine bakan tüm kızlar içinde kendine en aykırı olanı geldi seçti. Erkek egemen bir evde ağa çocuğu olarak büyümüş, neredeyse her dediği olmuş bir erkek, bense özgürlüğüne düşkün, neşeli, cesur, genellikle erkek arkadaşlarıyla gezip dolaşan, futbol takımının kalecisi olan farklı bir genç kızdım. Kurulu düzene tepkiliydim her yerde. Şimdi düşününce bu kadar farklı iki insanı birbirine bağlayan şeye dair en mantıklı açıklama aşk ve ortak ideoloji oluyor galiba.
Bu dönem içinde ruh taşıyan bir dönemdi. Gençliğin, halkın, özgürlüklerin, karşı çıkışın ruhunu taşırdı içinde. 1 Mayıs 1976 yılında DİSK’in yaptığı miting için Taksim Meydanındaydık hepimiz. Ankara’dan trenlerle bir günlüğüne gelmiştik biz genç öğrenciler. İnsanlar hep birlikte daha iyi daha insanca, adilce bir yaşam için el eleydi ve kurulu çıkarcı düzene karşı çıkıyordu. O gün hayatımda yaşadığım en mutlu günlerden biriydi. İnanılmaz heyecanlıydım. Jale olarak oradaydım işçi sınıfının yanında, ihtiyacımız olan gelecek için.
Mezun olduktan sonra doğuda çalışmak istedim. O dönem mecburi hizmet yoktu hayatımızda. İsteyen muayenehane açar, sınavı kazanan ihtisas yapar, isteyen Sağlık Bakanlığı bünyesinde çalışırdı. Ben özellikle doğuda görev yapmayı tercih ettim çünkü biliyordum doktora en çok orada ihtiyaç vardı. Benim gibi düşünen 24-25 yaşlarında 3 kız arkadaş görev yerimiz olan Mardin’e gittik. Ben Mardin’in kuş uçmaz kervan geçmez küçük bir kasabası olan Savur’a gittim. Savur doğası çok güzel, yeşillik bir yerdi, orada 3 ay kaldıktan sonra Nusaybin’e gittim tam Suriye sınırına, mayın tarlasının dibine. Mayın tarlası deyip geçmemek gerekir. Gelincikler açardı rengârenk halı gibi, insan ayağı değmediği için bu kadar bakir ve güzeldi, buraya ancak kaçakçılar bazen de eşekler girerdi, bölgede mayından eli, ayağı kopmuş çok insan vardı maalesef.
Sağlık Merkezinde çalışmaya başladım, büyük sorunlardan biri, Kürtçe bilmememdi, hemşireler tercümanlık yapıyordu ve hastayla iletişim kurmak çok vakit alıyordu. İlk zamanlar çok hastam olmadı, hastalar oranın yerlisi olan, alıştıkları, güvendikleri hekime gidiyorlardı. Ben hem yabancı hem kadın hem de Kürtçe bilmeyen bir doktordum. Hatta muayene edip reçete yazdığım hastalar, yan odadaki pansuman yapan hastane personeline reçetemi gösterip onun önerisine göre ilaç alıyorlarmış. Hastaların bana alışmaları, güvenmeleri zaman aldı, sonraları günde ortalama 50-60 hasta baktım, havalar çok sıcak oluyordu baharda ve yazın, 50 dereceyi gördük oralarda, hasta bakmak çok güçleşiyordu böylesi sıcaklarda. İlk defa genç bir kadın doktorla tanışıyordu Nusaybin halkı. Bu yüzden bana “Doktor bey” ya da “Hemşire hanım” diye hitap ederlerdi. Sonraları alıştım bey olmaya, şaşırmıyordum hitaplarına artık.
Hemşire hanımlardan ve bahçede oynayan çocuklardan Kürtçe öğrenmeye çalışıyordum. Çocuklar deyince hemen geçemeyeceğim, 5-6 çocuk hastane bahçesinde oynardı sürekli, bazen çöpteki ekmekleri alıp ailelerine götürürlerdi, bazen neşeyle türkü söyler bazen kavga ederlerdi, onlarla dost olduk, bildiğimiz şeyleri birbirimize öğrettik. Türkçeyi çok az biliyorlardı, bu yüzden okuma yazmayı da öğrenememişlerdi doğal olarak, ben elimden geldiği kadar Türkçeyi ve okuma yazmayı öğrettim onlara, onlar da bana Kürtçe öğrettiler. Akşamüstü mesaiden sonra odama gelirler, bana hastalara çok sorduğum neren ağrıyor veya öksürük var mı vb. cümleleri öğretirlerdi. Hastalara meramımı anlatacak kadar Kürtçe öğrendim, çocuklar da Türkçelerini geliştirdiler, daha iyi okumaya ve yazmaya başladılar. Benim için en büyük hediye Nusaybin’den ayrıldıktan sonra bana düzgün bir Türkçe ile mektup yazmaları ve özlemlerini ifade etmeleriydi…
Kalacak bir yer de yoktu öyle. Sağlık merkezi dediğimiz iki katlı binanın alt katı poliklinik, üst katında birkaç hasta odası vardı. Geceleri kapıyı kilitleyip boş olan bir odada kalırdım, musluktan doğru dürüst su aktığını belki 5-6 kez görmüşümdür orada, genellikle ince bir ip gibi akardı, hemşirelerin evinde banyo yapardım. Hemşirelerle de güzel ilişkiler kurdum zamanla, kitap okuma geceleri yapardık birlikte. Onlara köfte yapmayı öğrettim, farklı yemeklerle tanıştırdım. Ben de onlardan çok şey öğrendim. Hayatta kalabilmeyi, nasıl yaşadıklarını, bilgiye açlıklarını, mücadelelerini gördüm öğrendim. Köylerde yaşayan insanlardan da keza… Hayatı çok da ciddiye almazlar, gülünecek şeylere gülerler, ağlanacak şeylere ağlarlardı. Ne yazık ki ağlanacak durumlar çok fazlaydı. Bu arada birçok türkü ve halay çekmeyi de öğrendim. Yazları çok sıcak olduğundan odama bulabildiğim tüm suyu döker taşa yatardım uyuyabilmek için. Geceleri nöbetleşe hasta bakardık, sınır bölgesi olduğundan hemen her gece çatışma çıkar, yaralılar hastaneye gelirdi, bazen de damdan düşüp yaralananlar gelirdi. Oldukça yorucu zor günlerdi, bir yandan sıcak, bir yandan olanaksızlıklar, bir yandan susuzluk ama yılmadan çalıştım, işe yaradığımı hissettim. İnsan hayatı boyunca gittiği her yerde fark yaratabilir. Bir yere gittiğinde “Eyvah! ben burada ne yapacağım?” diyerek hayıflanmak yerine, ben ne yapabilirim diye düşününce güzelleşiyor hayat. Ben bunu yaşayarak öğrendim, öğrendiklerimle ve yaptıklarımla çok mutlu oldum. Sanırım insanların, özellikle çocukların gönüllerine nice tohumlar ektim. Onlar büyüdü, ben de onlarla birlikte büyüdüm. Hep birlikte çiçek açtık. Şimdi baktığımda hayatımın en güzel dönemlerinden biri olarak hatırlıyorum Nusaybin’i.
Nusaybin’den sonra tayinimi Diyarbakır’a yaptırdım ve Adnan’la evlendik 1979 yılında. 1980 darbesinde Diyarbakır’daydık. Adnan yasal olarak kurulmuş olan Fakülte öğrenci Derneği başkanıydı, darbe koşullarında bu nedenle hakkında yakalama kararı çıkmıştı. Diyarbakır’da sıkıntılı günler geçirdim birçok arkadaşım gibi, Adnan yakalandı ve Diyarbakır Cezaevi’nde 5,5 sene boyunca sürecek uzun zindan ve akıl almaz işkence günleri başladı. Diyarbakır’da kalamadım, tam bir cadı kazanı gibi insanlar yakalanıyorlar, sorgusuz sualsiz gözaltına alınıyorlar, bazen aylarca nerede olduğu bulanamıyordu.
Ankara’ya ailemin yanına giderek iş aramaya başladım. Ama gel gelelim iki koca yıl boyunca kimse iş vermedi bana sakıncalı imişim. Eski soyadımı kullanmaya başladım. Siyasi ortam biraz gevşemişti, 1983 yılında İhtisas sınavını kazanarak Ankara Numune Hastanesinde ihtisasa başladım. Eşimin cezaevinde olduğunu sakladım, İhtisastaki hocalarıma bin bir türlü mazeret sunarak ayda bir kez olmak üzere görüş için otobüsle Diyarbakır’a, cezaevine gider, türlü kötü muamelelere maruz kalır ve sadece 45 saniye Adnan’ı görüp aynı gün geri dönerdim. Arada mahkemesi olurdu ve ben de oraya giderdim. Mahkeme salonunda mahkûmların başlarını kaldırıp karşıya bakmaları yasaktı, başları eğik otururlardı, kaldırdığı anda cop ile dürterlerdi. Ben onu görebilirdim ama o beni göremezdi. Bir mahkeme günü, benim orada olduğumu anlasın istedim, şansım yaver gitti tam arkasına oturdum. Alerjik nezlem nedeniyle çocukluğumdan beri burnum akardı ve Adnan her zaman bundan şikâyet ederdi. Çıkardım mendilimi ve gürültülü bir şekilde burnumu sildim, böylece varlığımı hissettirdim ona sümük sesiyle, Adnan’ın hafif sallanan omuzları gözümün önünden gitmez. Daha sonra sorduğum da, benim orada olduğumu anladığını söyledi. İlk defa sümüklü olmanın hayrını görmüştüm bu sayede ( çok gülerek)
Ankara’da ihtisasım bitmesine yakın Adnan cezaevinden tahliye oldu, benim tayinimde Kastamonu’ya çıktı. Oğlumuz orada doğdu, İki buçuk yaşına geldiğinde Adnan’la çeşitli nedenlerle ilişkimiz süremedi ve ayrıldık.
Hayatta artık oğlum vardı. Kastamonu’da mecburi hizmetim bittikten sonra İstanbul’a geldim. Oğlumun iyi bir eğitim almasını, birlikte iyi bir yaşam sürmek istiyordum. 1989 yılında Şişli Etfal Hastanesinde baş asistan olarak görevime başladım. Şeflik sistemi vardı Eğitim hastanelerinde, Şefim ve ben hem hasta baktık hem birçok değerli uzman yetiştirdik, daha sonra sınava girerek Şef Muavini oldum. O yıllarda bir uzman doktor olarak devletin verdiği maaşla geçinmek oldukça zordu, o yüzden İstanbul’a geldiğimden itibaren hep üç işte çalışarak geçinebildim. Sabah beşte çıktım, akşam dokuzda geldim eve, emekli olana dek bu tempoda çalıştım. Bu durumu devletin bir ayıbı olarak gördüm her zaman ama başka çarem yoktu.
Şişli Etfal hastanesinde meslektaşlarım ve tüm ekiple birlikte hasta bakmanın ve tedavi etmenin dışında güzel işler yapardık. Erozyon ile mücadele komitesi kurduk, Tema vakfının bir projesiydi bu, Edirne Enez ilçesinde Yazır Köyü’nü sahiplendik, hastane çalışanlarından gönüllü olanlar her ay maaşımızın küçük bir kısmını ayırdık ve yüzlerce ağaç diktik, köyde tarım için çeşitli aletlerin alınmasına yardımcı olduk, bu çalışmalar sırasında doğa, ağaçlar ve özellikle ceviz ağacı hakkında bilgi ve tecrübe edindim. Burada bize tabiatı farklı bir gözle tanıtan ve toprağı korumanın gerçek bir yurtseverlik olduğunu gösteren, bu konuda önümüzü açan sevgili hocam Prof. Dr. Lütfü Baş’ı anmadan geçmem mümkün değil.
2002 yılında devletten emekli oldum ama Florence Nightingale (FN) Hastanesi’nde çalışmaya devam ettim. Benim için ikinci bir okul oldu orada çalışmak. İlk defa özel hastane gördüm desem yalan olmaz, hasta profili, hasta vizit sistemleri ve birçok şey Devlet hastanelerinden farklıydı, ünlü insanlar, artistler, politikacılar hastam oldu zaman zaman, FN’ in bana en büyük mesleki katkısı kalp cerrahisi enfeksiyonlarını öğrenmemdir, daha önce çalıştığım hastanelerde kalp cerrahisi yoktu. Ayrıca çok güzel dostlar edindim ve hastanede kurulmuş olan Türk Sanat Müziği korosuna katıldım. Müziği çok severim, ailemden en fazla Türk Sanat Müziği dinlemişizdir çocukluğumuzda. Hem anne hem baba tarafım yetenekli, güzel sesli akrabalar ile doludur. Özellikle annemin sesi çok güzeldir. Pandemi dönemine kadar koroya devam ettik, konserler verdik bu konserlerde solo şarkı da söyledim, yani çocukluk hayalim gerçekleşmiş assolist olmuştum, tek fark elimde kibrit kutusu yerine sahici mikrofon vardı (gülerek) Koro şefimiz ayni zamanda ud sanatçısıydı, onun teşviki ile ud dersleri almaya başladım bir virtüöz olmasam da nota ile kendi halimde çalıp söyleyebiliyorum. Elli yaşlarının sonunda ud çalmayı öğrenebileceğim aklıma gelmezdi doğrusu, eşimin sonsuz desteği ve motivasyonu cesaret verdi bana..
Oğlum 8 yaşındayken Tıp fakültesinden sınıf arkadaşım Kenan’la evlendik. Kenan Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniğinde Öğretim üyesiydi. Benim işim ve oğlumun okulu nedeniyle İstanbul’da kaldık, ayni nedenlerle Kenan da Edirne’de Fakültedeki görevine devam etti. 25 yıl ayrı şehirlerde hafta sonları ve tatillerde görüşerek mutlu bir evlilik yaşadık ve yaşıyoruz. Oğlum Fırat’a iyi bir arkadaş, iyi bir rehber oldu Kenan. Bana hem hoca hem koca hem de çok iyi bir arkadaş oldu. Ondan çok şey öğrendim, sabırla ve sevgiyle yaptı bunları. Sabırlı olmayı ondan öğrendim mesela, evliliğimizin ilk yıllarında her iki dizimde kıkırdak erimesi nedeniyle şiddetli ağrı ve şişme oldu, bunun ilacı yok, yüzeceksin ve egzersiz yapacaksın dedi. Ben ise kısa yoldan iyileşmek istiyordum her hasta gibi. Ama sonunda eşimin dediğini yaptım, yıllarca her sabah yüzdüm ve birçok kez İstanbul, bir kez de Çanakkale boğazı yüzme yarışlarına katılarak kendi kategorimde dereceler aldım, mesela Çanakkale boğazında birinci oldum. Bunu bir başarı hikâyesi olarak anlatırım birçok hastama ve arkadaşlarıma, bazı hastalıklarda (aslında her şeyde) iyileşmek için sabır ve disiplin şarttır diye. Ben yapamam, çok zor demeden doğru olanı yapabilmek önemli insan hayatında. Kırk yaşından sonra hayal bile edemeyeceğim bir şeyi gerçekleştirmiştim, teknik yüzmeyi öğrendim, hem dizlerim düzeldi hem de çok zevkli bir sporla tanışıp başarımdan gurur duydum. Yani her türlü mutlu oldum.
Hala en iyi öğretmenim, en güvenilir dostumdur hocam ve kocam sayın Prof. Dr. Kenan Sarıdoğan (gülerek) Ayrıca evliliğimizin de farklı bir model olduğunu ve sürdürülebilir bir ilişki olabileceğini gördük. Bana sorarsanız ideal evlilik budur derim. (gülerek)
Oğlum Fırat hayatın en güzel hediyesidir bana, birlikte büyüdük onunla. Kastamonu da doğdu, İstanbul’da büyüdü. Okumayı çabuk, yazmayı geç öğrendi. O zamandan okumayı çok sever ve sürekli okur. Ortaokuldan itibaren siyasete merakı vardı ve bu merakı hiç azalmadı. Lise ikinci sınıfta öğrenci değişim programı ile (AFS) Belçika’ya gitti ve bir yıl orada okudu. Belçika dönüşü hayata bakışı çok değişti, Kanada’da okumak istedi ve okudu, Siyaset Bilimi bölümünü bitirdi, yüksek lisans yaptı. Hiçbir zaman matematik, fen bilimlerine ilgi duymadı ama politikaya çok küçük yaşlarda ilgi duymaya başladı. O zamanlardan beri haksızlıklara karşı çıktı, her şeyi sorguladı bu yüzden okuduğu okullarda başının derde girmişliği vardır, ilkokulda bile. Şu anda Kanada’da Politik Felsefe konusunda doktora yapıyor yani en sevdiği işi… Türkiye’de okullarını hiç sevmedi Fırat, sistemi sevmedi, baskıyı sevmedi, eğitim yöntemlerini sevmedi, haylaz, ortalama bir öğrenci olarak damgalandı. Ama Kanada’da çok başarılı oldu. Anlatmak istediğim sistem değişince ve öğrenciye önem verilen bir sisteme dahil olunca, eksiklikleri veya yanlışları bir suç gibi görülmeyip düzeltme yolları gösterildi ve ayni bireyin neler yapabileceğini gördüm gözlerimle.
Diyarbakır’a otobüsle gelip giderken, Fırat nehrinin üstünde bir köprüden geçerdik, nehrin en çılgın akan, girdap yapan yerlerinden biriydi. Ben de bu nehir gibi asi, boyunduruğa gelmeyen, bendini aşan bir çocuğum olmasını hayal eder, oğlan olursa adını Fırat koyarım derdim. Hayalim gerçekleşti, adı Fırat oldu ve ismiyle müsemma büyüdü.
İkinci emeklilikle birlikte doğayla ilişkimiz de sıkılaştı. Kenan’la Trakya’da 9 dönüm bir tarla almıştık, kurak, çok yorgun bir topraktı, kolları sıvayıp işe giriştik. Toprak analizlerini yaptırdık, toprağı beslemeye başladık. Uzun uğraşlarımız sonucunda 140 ceviz ağacımız oldu ve cevizlerimiz çok lezzetli.. Ekolojik tarım yapmaya gayret ediyoruz birlikte. Cevizlerin hasat zamanının gelmesini dört gözle, heyecanla bekliyorum her zaman.
Bugünlere gelecek olursak 65+ dinç, enerjik bir emekli olarak geçiriyorum günlerimi.. Günün bir bölümünde sabah yürüyüşü ve egzersiz yapıyor, ortalama 7-8 km. yürüyorum, sevdiklerime daha çok vakit ayırıyorum, daha çok kitap okuyorum, annemi Mersine ziyarete gidiyor ve uzun süre kalabiliyorum, ud tekniğimi yavaşta olsa ilerletiyorum. İklim değişikliği ve tabiatın talan edilmesi ile ilgili toplantılara ve türlü haksızlıklara karşı yapılan eylemlere elimden geldiğince katılıyorum. Bir hayvan sever olarak yıllarca sokak hayvanlarına elimden geldiğince baktım, derneklere, barınaklara yardımcı oldum, şimdi daha çok hayvanla, daha fazla vakit ayırarak ilgilenebiliyorum. Pandemi öncesi sık seyahat ederdik, umarım yine edebiliriz.
Çalıkuşuna benzetirim kendimi. Bambaşka bir hayatım olabilirdi belki. Ama yaşadığım hayatın hepsi benim tercihimdi ve hepsinin sorumluluğunu aldım. Kimseye bir suçluluk, bir sorumluluk yüklemedim. Bardağın dolu tarafını gördüm. Üzüldüğüm zamanlarda yanağımı okşadım, kızdığım zaman yanağıma hafifçe vurdum. Hayata büyük anlamlar yüklemedim dolayısıyla büyük hayal kırıklıkları yaşamadım. Çok istediğim şeylerin hemen hepsini gerçekleştirdim, genellikle talih yardım etti, bazen de ben çok çabaladım, kendimi çok kısmetli, talihli bir insan olarak görürüm ve hep şükrederim hayata. Belki de çok isteyip gerçekleştiremediğim tek şey ‘’Sınır tanımayan doktorlar’’ isimli sivil toplum örgütünde çalışamamak olmuştur. Senelik izinlerinde, tatillerde dünyanın farklı afet bölgelerinde gönüllü çalışan doktorlar grubu. İngilizceyi yeteri kadar bilmediğim ve öğrenemediğim için çalışamadım bu kuruluşta. Bunun için çok kızıyorum kendime ve pişmanlık yaşıyorum. Ama sonuç olarak hayatın içindeki küçücük anlarda beni doyuran birçok şey keşfettim. Bin bir güzel insan, bin bir güzel dünya tanıdım, zenginleştim. Belki bundan sonra İngilizce öğrenirim (gülerek). Son olarak şunu söyleyebilirim, hayatı kontrol etmeye kalkmadım, onunla zıtlaşmadım, genellikle kendi akışına bıraktım, o kendi yolunu buldu, bana da yaşamak kaldı hayatı, güzel bir oyun gibi..
En sevdiğim müzik: Bütün müzikleri severim ama en çok Türk Sanat Müziği ve gençliğimizin batı müziği nostaljik şarkılarını, ikinci olarak klasik caz müziği ve sonra Klasik Batı Müziği…
En sevdiğim filmler: Atları da vururlar, The Incident ( Türkçe ismi galiba korkunç olay idi), The deer hunter (Avcı), West Side Story, Annem hakkında her şey, Yılmaz güney filmleri, Vesikalı yârim
En sevdiğim yazarlar: Necip Mahfuz, Dostoyevski, Tolstoy, Amin Maalouf, Yaşar Kemal, Kemal Tahir
En sevdiğim şairler: Nazım Hikmet, Orhan Veli