Göksel Akbaba - Ben Göksel Akbaba
Metin Birsen - İlham Veren Hayat
1944 yılında Tekirdağ’da dört çocuklu bir ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya geldim. Kardeşlerimizle aramızda beşer yaş var. Annem’le babam göçmen. Karadağ’dan göçmüşler. Soyadım da oradan geliyor. Orada beyaz ova anlamına gelen bir kasaba. Kökenimiz oraya dayanıyor. Ebeveynim 1932 yılında, Atatürk’ün politikaları doğrultusunda göçmüşler. İstiklal Savaşımız sonrası olan o dönemde Türkiye’nin Balkanlardan göçe ihtiyacı varmış. Atatürk’ün daveti ile zanaat sahibi birçok insan Türkiye’ye göç etmiş. Bu yüzden annemle babam Boşnakça bilir Boşnakça konuşurlarmış, Türkçe’yi burada öğrenmişler. Bizi de bir Türk gibi yetiştirmeye özen gösterdiler. Türkçe’yi iyi öğrenmemizi sağlamak amacıyla bizimle hiç Boşnak’ça konuşmadılar. Annemin kendine has bir Türkçe şivesi vardı. Okul geçmişi olmadığından biz öğrettik ona okuma yazmayı. Normalde ebeveynler çocuklarına öğretir ama göçmen ailelerde durum tersi olabiliyor. Annemizin öğretmeni bizdik. Çok fedakâr, sevecen, çalışkan, becerikli birisiydi; babam da çok şefkatliydi. Yıl 1950, 6 yaşındayım. Babam tüberküloza yenik düştü. Streptomisin adlı tüberküloz ilacının henüz yeni olduğu bu tarihte babamın hastalığı ileri dereceye çoktan varmıştı. Onu çok iyi hatırlayacak anılar biriktiremeden kaybetmiştim.
Altı aylık olduğumda Edirne’ye taşınmışız. Babamızı kaybettikten sonra edinebildiğimiz ev iki odalı, alt katında bir bodrumu olan viran bir evdi. Isınması kolay olduğu için kış aylarını daha çok bodrumda geçirirdik. Yataklar gece serilir gündüz kaldırılırdı. Annem domatesli özel bir köfte yapardı. Çok severdim o yemeği. Annemin yaptığı o köftenin lezzetini hiç bulamıyorum artık. O zamanlarda muhtemelen içine çocukluğumun tadı da karışmıştı. Büyüyünce köfte, çocukluğumdaki köfteyle aynı olamadı.
Küçük abim okumayı çok severdi. Annemin okuması olmadığı için yüksek sesle kitaplar okurdu, biz de dinlerdik. Sesi de çok güzeldi. Çok güzel türkü söylerdi, biz de katılmaya çalışırdık. Büyük abim ev dışında daha fazla vakit geçirirdi. Otoriter bir yapısı vardı. Zaman zaman ona özendiğimi söyleyebilirim. Yaz aylarında abilerim yaklaşık 5 kilometre uzakta bir tuğla ocağında çalışıyorlardı. Yorucu, ağır bir işleri vardı. Kıyafetleri çamurdan tanınmayacak halde olurdu. Ben de onlara öğle yemeği taşırdım. Yemekleri bitince bulaşıkları geri götürürdüm. Daha sonra ben de çalışmaya başladım. 8, 10 yaşlarında edindiğim ilk iş deneyimim öğretmenler derneğinde garsonluktu. Öğretmenlere çay, kahve taşırdım. Hatta kendi öğretmenlerime de çay götürür onlarla sohbet ederdim.
Mahallemizde elma, erik, kiraz ve armut ağaçlarının bulunduğu geniş ve boş bir arsa vardı. Hem meyvelerini toplayıp yer hem de dallarına salıncak kurar sallanırdık. Orası bizim oyun alanımızdı. Beştaş, yakar top, kovalamaca en sık oynadığımız oyunlardandı. Ağaçlar sık olduğu için tırmandığımız ağaçtan ötekine geçebilirdik. Çok iyi tırmanırdım. Tunca nehri vardı evimizin çok yakınında. Arkadaşlarla orada yüzerdik.
Bir gün annemden izinsiz arkadaşlarımla gezmeye gittim. Gezinti çok uzun sürmüştü. Annem elinde bir çalıyla beni yolda karşılamıştı, eve gidince çalıyla ne kadar haşır neşir olacağımı anlamıştım. Eve vardığımızda annem kapıyı usulca açtı. Karşıda avluya açılan kapının yanında duran kedimizle göz göze geldik. Meğer avluda eve girmek için beklemekte olan bir yılan varmış, kedimiz yılanın bodruma inmesini engellemek için orada duruyormuş. Kedi başını bizden yana çevirdiği anda yılanın bodruma kaydığını gördük. Bodrumda da ineğimiz için sakladığımız sap saman var. Yılanı bulmanın kolay olamayacağı bu durumda benim cezam unutuldu. Annemleri uğraştıran beni sevindiren bu olayı hatırladıkça hala gülümserim.
Babam elimden tutmuş beni ilkokula yazdırmaya götürüyor. İçimde yeni bir adımın heyecanı, neler yaşayacağımı bilmememin verdiği telaş… Farklı bir duygu hissediyorum. Öğretmenimi hatırlıyorum. Sert mizaçlıydı. Sorumluluk bilincine sahip, uslu bir çocuk olmam beni öğretmenimin sertliğinden koruyordu.
Tunca nehrinin 100 metre kadar yakınında olduğu için nehir taştığında bizim evimizi su basardı. O zamanlar henüz bu taşkınları önleyecek su seddi yapılmamıştı daha. Rahmetli babamızın göçmen bir arkadaşı bizi evine misafir alarak yardım ederdi her defasında. Bu yardımın benim Darüşşafaka hikâyemin temelini attığından habersizdim o zamanlar. Babamın arkadaşının abimle yaşıt olan oğlu abime bir gazete ilanı göstermiş. Gazetede küçücük bir ilan: Darüşşafaka Lisesi’ne öğrenci alınacak! Ne anlama geldiğini bilmediğim bir ilan, abimle bir haftalığına seçme sınavlarına katılabilmem için İstanbul’a gitmemize sebep olmuştu. Balat semtinde oturan, Edirne’de bizim sokaktan göç etmiş eski bir komşumuz misafir etti bizi. 6 -7 Eylül olaylarının olduğu döneme denk gelmiştik. Sokaklardaki bağırışları, koşuşturmacaları hala hatırlıyorum. Daha sonra sınav sonuçları açıklandı, kazandığımı gördüm, çok heyecanlı bir andı benim için.
1955 yılında Darüşşafaka hikâyem başladı. Biz aramızda ona hep Daçka deriz. Darüşşafaka çocukları kardeştir” anlamına geliyor. Okula annem götürmüştü beni. Fatih’te çok güzel manzaralı büyük bir bina. Tepeden Haliç’e bakıyor, köprüleri görüyor. Bahçesinde ulu, muazzam çam ağaçları var. Muhteşem tarihi bir okul. İlk günden tüm çocuklarda hayranlık duyguları uyandırmıştı. Annemin ise diğer annelerle konuşarak ayrılığın acısını hafifletmeye çalıştığını hatırlıyorum. Ayrılık vakti geldiğinde gözyaşlarıyla, sarılmalarla ayrıldık. Ben pek gözyaşı dökmedim, gündüz bile ağlayan arkadaşlarımı hatırlıyorum. Ama gece olup yataklarımıza yatınca sanırım hepimiz gözyaşı döktük. Evden ayrılmak, büyük bir darbeydi hepimize. Okuldan kaçan, ayrılan arkadaşlarımız bile oldu. Sonraları birbirimize alıştık. Hayatımızın sonuna kadar birbirimize eşlik edeceğimiz dostluktan öte kardeşlik bağlarımız oluştu.
Günde 8 saat ders, 2 saat etüt yapıyorduk. Fen derslerimizi İngilizce dilinde işliyorduk. Birçok öğretmenimiz İngiltere, Amerika gibi ülkelerden gelmişti. Belletmenlerimiz vardı. Her ne kadar görevi bize yardım etmek olsa da bir yandan da düzeni sağlamaya çalışıyorlardı. Bu yüzden disiplinli insanlardı. Okulda şimdiki teknolojiden farklı bir hoparlör sistemi vardı. Uzun çalan plaklar özel mekanik bir araca üst üste yerleştirilir, zil çalınca plaklar çalışmaya başlardı. Klasik Batı Müziğinden oluşan bu müzik yayınının plaklarını bir arkadaşımla beraber seçiyorduk. Müziğe olan ilgim burada gelişti diyebilirim. Bağlama çalmayı üst sınıflardaki abilerden öğrenip, halk müziği ekibinde yer almıştım. Her yıl o zamanın deyişi ile “müsamere”lerde konserlerimiz yer alırdı.. En başarısız olduğum alanlar bedensel faaliyetlerdi. Güzel şiir okuyamazdım, yazamazdım da. Yazdım sildim, yazdım beğenmedim, vazgeçtim sonra. Futbolda da başarısızdım, tiyatroda da öyle. Çok heyecanlandığım için bir türlü rol yapamıyordum. Hayatta da rol yapamıyorum.
Lise birinci sınıftayken, tüberküloz nedeniyle 1 yıl okula ara vermek zorunda kaldım. Bu dönemde abim Edirne’nin Sinanköy ilkokulunda tek öğretmen olarak görevdeydi. Öğrencileri ikiye bölmüştü. 1 ve 2. sınıflar bir derslikte; 3., 4., 5. sınıflar öteki derslikte. Abime destek olmak için bir süre büyüklerin sınıfını ben yürüttüm. O dönemde bir şeyler öğretmenin hazzını yaşadığım güzel bir öğretmenlik tecrübem oldu. Çocukların gözlerinde ki yeni şeyler öğrenmenin sevincine, ışıltısına şahit oldum. Sonrasında hayatıma yerleşmiş olan paylaşma duygusuna eminim bu deneyimin de katkısı oldu. Okul yıllarımın devamında da, meslek hayatımda da bu güzel duyguyu hep yaşadım.
Fatih Çarşamba’dan çıkar yürüyerek ya Atatürk (Unkapanı) köprüsü ya da Galata köprüsü üzerinden geçerek geze geze, konuşa konuşa Taksim’e giderdik. Köprüde balık tutanları izlerdik. İzin günlerinde tercih ettiğimiz uzun yürüyüşlü bol sohbetli bir aktiviteydi bizim için. Betonlaşma şimdiki gibi değil. Büyük alışveriş merkezleri hiç yok o zamanlar. Sokak satıcılarını hatırlıyorum. Bozacıları, limonatacıları, dondurmacıları…Arkadaşım Vedat “Gel sana bir sürpriz yapacağım” demişti. Beni Çemberlitaş’ta bir tostçuya götürmüştü. 1960 öncesinden bahsediyorum. Tost o dönemlerin yeni lezzetleriden biriydi. İlk defa orda tost yemiştim ve o kadar hoşuma gitmişti ki. Çok cezbedici bir tattı benim için. Her cumartesi uğrak yerlerimizden biri oldu o tostçu. Tadı hala damağımda olan lezzetlerden bir diğeri de turşu suyuydu.
Şehzadebaşı’nda “bitli” sinema günlerimiz olurdu. Üç film birden. Devamlı. Salona girdiğimde burnumdaki ağır kokuyu hatırlıyorum. Numarasız koltuklarda, film bitince çıkan veya kalıp tekrar izlemek isteyen insanların arasında “3 kuruşa yer, 3 kuruşa yer” diye bağırarak kaptığı güzel yeri başka sinemaseverlere satan girişimcileri hatırlıyorum. O dönemlerin gözde filmleri olan kovboy filmleri olurdu genelde vizyonda. Vurdulu kırdılı filmler diğer bir alternatifti. Gündüz filme gidenler, akşam yatakhanede yatmadan evvel filmi izlemeyenlere ballandıra ballandıra filmleri anlatırdı. Diğerleri de heyecanla dinlerdi.
Bir gün sıra arkadaşım Mehmet’i kızdırdım. Kovaladı beni. En sonunda demirden yapılmış olan ana kapıdan girip kapıyı kapatarak emniyete aldım kendimi. Kapıyı güçlükle iterken arkada okul müdürü belirdi. Babacan ve otoriter bir müdürümüz vardı. Kötü davranmazdı ama az gülen yüzünden çekinirdik. En büyük cezalardan biri hafta sonu izne çıkmama cezasıydı. Kabahat raporu tutarlardı belletmenlerimiz. Sabah yataktan geç kalkmalar, okuldan kaçmalar bu raporlara işlenirdi. Yapmamamız gerekenler kabahat raporlarında biriktikçe hafta sonu dışarı çıkmama cezası kesilirdi.
Normal liselere göre günde 2 saat fazlaydı derslerimiz. Ayrıca da Etüt saatlerimiz vardı. Kahvaltı öncesi 1 saat, akşam yemeği öncesi ve sonrası 1 saat olmak üzere epey uzunca bir süreyi ders çalışmaya ayırıyorduk. Okulda kazandığım çalışma disiplinin, 1 yıl ara vermiş olmama rağmen tıp fakültesini zorlanmadan kazanmamda oldukça katkısı var. Çalışmayı zevkle yapmayı öğrendim, keyif alarak çalışmak gerçekten çok değerli.
Daçka’nın üzerimde anneminkine yakın emeği var desem abartmış olmam. Sadece benim değil, Darüşşafaka ile yolları kesişmiş herkesin. Daçka’lı olan herkes, bu borcu yüreğinde hisseder; ödemek mümkün olmasa da ülkesinin insanlarına hizmet etmek için elinden gelen gayreti gösterir. Daçka’lılar her alanda her şeyin en iyisini yapabilmek için büyük çaba gösterirler. Kendimi methetmek değil amacım ama Daçka’lılıktan bana da düşen payın önemli olduğunu söylemek isterim. Ne olduğundan habersiz başladığım okul, hayatımda büyük bir dönüm noktası olmuştu.
Okulda birçoğumuz çok yoksul ailelerden geliyorduk. Üniversiteye gidebilmek için paraya ihtiyacımız olacağını biliyorduk. Mezun olduğumuz yıl bir grup arkadaş liseden sonra bir yıl çalışıp o parayla üniversiteye gidebilmeyi planladık. Daçka’nın kazandırdığı önemli bir meziyetimiz var. Hepimizin İngilizcesi çok iyi düzeyde. Karadeniz Ereğlisi’ndeki demir-çelik fabrikalarının kurulumunu üstlenmiş olan Amerikan firmaları için tercümanlara ihtiyaç var. Dört arkadaş, orada bir ev kiraladık. Orası da bir okul oldu benim açımdan. İnşaatın elektrik bölümünde yüksek voltajlı yeraltı kablolarının döşenmesi işlerini yapan ekibin tercümanıydım. Ustabaşılarla iletişimdeydik sıklıkla. Elektrikçilerin sahip olduğu temel bilgi ve becerileri orada edindim. Bir gün o zamanki başbakanımız İsmet İnönü fabrika inşaatını gezmeye gelmişti. Bizim ekibin barakasının önünde diğer işçilerle birlikte dururken hepimizi selamlayarak önümüzden geçti. O anı çok güzel anıyorum. Ondan 5 – 6 yıl sonra İnönü’yü Ankara’da yürürken gördüğümü hatırlıyorum. Küçük bir grup vardı yanında. O dönemde liderler çok kalabalık kitlelerle şatafatla gezmezdi.
Tıp okumak istedim. Lise-1’deki hastalık dönemimde hekimlerden ve hemşirelerden gördüğüm şefkat ve iyi davranışlar onları rol model almamı sağladı. İnsanlara hizmet etmenin, yardımlaşmanın, paylaşmanın, destek olmanın mutluluğunu en iyi bu meslekte yaşayabileceğimi düşünmüştüm. Darüşşafaka’dan aldığım kaliteli eğitim sayesinde zorlanmadan Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Büyük abim erkek sanat lisesi mezunuydu; küçük abim öğretmen okulu mezunu. Ailede üniversite eğitimi gören tek kişi bendim. Aile içinde, akrabalar ve komşular arasında saygınlığımın arttığını hissettim. Tıp, insanlar arasında saygı kazanmış bir meslekti. O dönemlerde bürokrasiden ya da halktan bazı kişilerin hekimlere karşı kötü muameleleriyle pek karşılaşmazdık. Eskiden çok kıymetliydi hekim olmak. En zor olan tıp fakültesine girmekti. Şu anda hekimlik saygınlığının azalmış olması yüzünden eskisi kadar rağbet görmeyebilir belki.
Üniversitede de Daçka’daki gibi sıkı dostluklar edindim. Birinci ve ikinci sınıf bir araya gelerek 10 – 15 kişilik Toplum Kalkınması Kulübü adında bir kulüp kurmuştuk. Hafta sonları toplanıp Etimesgut’un köylerine giderdik. Köyün kalkınmasına yardım etmek için muhtarla, köy öğretmenleriyle ve köylülerle görüşürdük. Tabii o köyler şimdi Ankara’nın mahalleleri durumunda..
Sınıf arkadaşlarımızdan Tülay’ın abisi (ODTÜ’de öğrenciydi) bize halk oyunları dersleri verirdi. Ben de başlarda o ekipteydim. Sonra arkadaşımın abisi bana “Mehmetçim sen bize kenardan tempo tutar mısın?” dedi. Halk dansı deneyimimin sonu bu oldu. Çünkü hakikaten sporda olduğu gibi dansta da son derecede yeteneksizdim. Ondan sonra onlara bağlama ile müzik desteği vermeye başladım.
Güzel çalışmalar vardı. Hocalarla da yakınlığımız oldukça iyiydi, bizimle sohbet ederlerdi, yakın hissederdik. Derslerimiz de çok güzel geçerdi. Laboratuvar derslerimiz çok öğreticiydi. Kadavralarla, birçok ekipmanla uzun saatler birebir deneyim edindiğimi hatırlıyorum. Hacettepe’de çok iyi bir eğitim aldım. Staj dönemlerim de öyleydi. Beyaz önlüğü giymek, doktorlarla birlikte vizite çıkmak çok kıymetli duygulardı. Sonra intörnlük dönemi dediğimiz son yıl geldi. Bizzat hekim gibi hasta alıp onu hazırlamak, sorumlu hekimlerimizle tartışmak, tedavi programlarına katkılar yapmak ve o tedavi programının uygulanması çok güzel bir deneyimdi. O sıralarda bilginin çok elzem olduğunu, çok şey bilmem gerektiğini ve başka hiçbir şeyle ilgilenmem gerektiğini düşünmüştüm. Çok yoğun bir çalışma temposuna girerek tüm zamanımı tıpla ilgili her şeyi öğrenmeye adamıştım. Bağlamayı bile bırakmıştım. Küçük bütçemle özellikle yabancı dilde çokça kitap edinmiştim. O dönem pek Türkçe kitap da yoktu. İçlerinden en çok iç hastalıkları kitabını okuduğumu hatırlıyorum. Öğrenciyken de mesleğe başladığımda da. Her hastayla karşılaştığımda bilgilerimi tazeleme ihtiyacı duydum. Bu alışkanlık hayatım boyunca sürdü zaten. Hocalarımız Türkçe ders notları hazırlardı, bu notlar bir odada çoğaltılırdı ve buna teksir denirdi. Çoğaltılan odaya da teksir odası denirdi. Notlar teksir odasında çoğaltılıp klasör haline getirilirdi. Asistanlık dönemimde bir daktilo edinmiştim. Ben de hazıladığım seminerlerimi mumlu kâğıda yazarak çoğaltmak için teksir odasına götürürdüm. Üniversitede birbirimizle çok paylaşımda bulunurduk. Bilgi paylaşımına o dönemde çok önem verirdik. Tıpta en çok ortopedi alanı ilgimi çekmişti. Üçüncü ders yılımızı izleyen yaz tatili boyunca ortopedi kliniğinde gönüllü çalışmıştırm. Hatta arkadaşlarımdan bazıları bana “ortopedist Memet” lakabını takmıştı. Bu da hoşuma gitmiyor değildi.
Üniversite döneminin ortalarında Ufuk ile yakın arkadaşlığımız başladı. Birbirimize doğru attığımız adım geriye kalan hayatımızın ilk adımıymış. Okulu bitirir bitirmez evlendik. O sıralarda ben 27 yaşındaydım, Ufuk da 24. İlişkimiz okulu 6 ay geç bitirmeye sebep olurken evliliğimiz de onun benimle birlikte mecburi hizmet yapmasına vesile oldu. Üniversite döneminde Sağlık Bakanlığı’ndan burs almıştım. Bursun karşılığında, 2 sene 8 ay bakanlığın ihtiyaç duyduğu bir bölgede halka hizmet etmem gerekiyordu.
Mecburi hizmet yerim Trabzon olarak belirlendi. Bir ev tuttuk, Deniz manzaralı olmasa da deniz gören bir ev olsun istedik. Basit ev eşyalarımız vardı. Eşimle ortak ilgi alanlarımız vardı. İkimiz de okumayı çok seviyorduk. Radyo dinlerdik, ben bağlama çalardım. Deniz kıyısında yürüyüşler yapardık. Boylu boyunca doldurulmuş bir deniz kıyısı vardı. Akşamları çok güzel olurdu. İnsanları, balık tutanları izlemek çok keyifliydi. Görev yaptığımız sağlık ocaklarına Devlet tarafından jip tahsis edilmişti. Şoförüyle birlikte işe gider gelirdik. Trabzon’un yarısına ben yarısına Ufuk bakardı. Kimi günler hekimi olmayan sağlık ocaklarına da giderdik. Jiple köyleri dolaşırdık. Trabzonlu insanlar çok çok iyiydi. Ama erkek egemen bir toplum yapısı vardı. Hiç unutamadığım bir anı: bir gün jiple bir köy sağlık ocağına giderken köy yolunda at üzerinde giden güçlü kuvvetli bir adam ve yanında sırtında iki büklüm yük taşıyan eşini gördüm. Arkada da çocukları var. Hastalarımın bir kısmını çok yük taşıdığı için diz ve bel ağrısı yaşayan kadınlar oluştururdu. Bu yüzden o sırada dayanamayıp çatar biçimde sormuştum, neden böyle yaptıklarını. Kadın cevap olarak bana şunu dedi: “O benim erimdir, düşmanı vardır, elinin boş olması gerekir.” Hakikaten kan davaları çok yaygındı. Kan davaları gerekçesiyle tüm yükü kadınlar taşırdı. Hayatın bambaşka alanlarında da gözlemişimdir. Kadınların hayatta yükleri daha ağır. Trabzon’da bunu daha net biçimde gözlemlemiştim. Eşime her zaman destek olmuşumdur bu bilinçle. Ev işlerini birlikte yapmışızdır.
Komşularımız sık sık Trabzon’un meşhur yemeği olan hamsili pilavdan yapar bize de gönderirdi. O kadar sık gönderirlerdi ki biri bitmeden öbürü gelirdi. Bizim mutfak diliyle verebileceğimiz bir şey yoktu, o zamanlar mutfakta çok deneyimsizdik. Ancak kendimize yetecek kadar, kısa sürede yapılacak kolay yemekler yapmayı tercih ederdik. Biz de komşularımıza meslek alanımızda katkı yapmaya çalışıyorduk.
Sonraları eşim Hacettepe’de Halk Sağlığı İhtisasına başladı. Ben de Ankara Numune Hastanesi’nde fizik tedavi ihtisasına başladım. Bu şekilde Ankara’ya geri dönmüş olduk. Sonra Ataç sokakta bir ev kiraladık. Akşamları buluşup birlikte yürüyerek eve giderdik. Arkadaşlarımızla da daha sık buluşur olduk. Evlerde, ortak mekânlarda uzun sohbetler eder, paylaşımlarda bulunurduk. İş çıkışım daha erken olduğundan Ufuk’u beklerken Kızılay’da o yılların gözde mekânlarından biri olan “Piknik”te oturur sifon bira, patates kızartması söylerdim. Mekân küçük ama kalabalık olduğundan herkes boş bulduğu bir sandalyeye otururdu. Bir gün masama benden daha genç birisi oturmuştu. Onunla ettiğimiz sohbeti hatırlıyorum. Teknolojinin, çağın çok gelişeceğinden fakat insanın hep yerinde sayacağından; eğitimin ne kadar önemli olduğundan söz etmişti. Böyle güzel sohbetler olurdu orada. Kitapçıları gezerdik. Tarhan Kitabevi vardı mesela. İngilizce kitapları incelerdik Ufukla. Sinemaya giderdik, Ankara Sanat Tiyatrosu’ndaki hiçbir oyunu kaçırmamaya özen gösterirdik. O dönem de hayatımızın güzel dönemlerinden biriydi. Yaz tatilleri için düşük bütçeli planlar yapmak zorundaydık. Genelde deniz kıyılarını tercih ederdik. Pansiyonlarda kalırdık. Bir dönem dağcılık yapmaya başladık. Tehlikeli aktivitelerinin olmadığı amatör bir dağcılıktı bizimkisi. Ekipmanlarımızla uzun yürüyüşler yapar çadırımızı kurardık. Arkadaşlarımızla birlikte tatil yapmak da bizim için çok keyifliydi.
Ufuk’un ailesi de Ankara’daydı. Çok iyi, kıymetli insanlardı. Onlarla da sık sık vakit geçirirdik. 1,5 yıl arayla iki kızım oldu. Sevgi ve Ayşe. Baba olmak büyük bir sorumluluk, aynı zamanda da çok güzel bir his. Kız çocukları anne babaya daha düşkün oluyor sanırım. Kızlarıma sevgi ve aile bağlarının yanında dürüstlük, çalışma, başarmak için gayret etme değerlerini kazandırmaya gayret ettim. Yardımlaşmanın ve paylaşmanın güzelliğini öğretmeye çalıştım. Kızlarımın insana hizmet eden meslekler seçmelerinde bunun katkısı vardır elbet. Yardım etmeyi, paylaşmayı hayatımızdan hiç eksik etmemeye çalıştık. Ufuk’ta da bu değerleri ve fedakârlığı çok gördüm. Kendi ailesine yaptığı fedakârlığı benim aileme de eksiksiz bir şekilde yaptığını gördüm. Bu yüzden kız kardeşim hep Ufuk’u benden daha çok sevdiğini söyler. Güzel günler yaşadık, mutlu bir yuvamız oldu Ufuk’la. Tekrar dünyaya gelecek olsam hevesle yine Ufuk’la hayatımı sürdürmeyi seçerim.
Emekli olduktan sonra bir süre Darüşşafaka Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezi’nde çalıştım. Ufuk’un rahatsızlığıyla çalışmayı bütünüyle bıraktım. Şimdi ise bir arada olmanın keyfini çıkarıyoruz. Bahçeli bir evimiz, çokça komşularımız var. Çocukluğumda sıkı sıkıya öğrendiğim bir şey olan tutumluluk, bugünlerime geri dönüşüm fikirleri olarak yansıdı. Kolay kolayına atamadığım malzemeleri dönüştürerek kullanmaya çalışıyorum. Kağıt ve kartonları kompost haline getirerek toprak yapıyorum. Evin inşaatından kalan fayansları parçalayıp saksı haline getiriyorum. Artık kullanılmayan bilgisayar disklerinden bardak kapağı yaparak tekrar değerlendiriyorum. Evdeki çeşitli malzemeyi bir araya getirip farklı şekillerde kullanıma sokmaya çalışıyorum. Sevdiklerime bu ürünlerden hediyeler yapıyorum. Bozulan bir şey olursa tamir etmeye çalışıyorum. Çoğunlukla da başarabiliyorum. Zamanımın büyük bir kısmını bu tarz işlere ayırıyorum diyebilirim.
Hayatımın büyük bir kısmını öğrenmeye adadım. Öğrencilik yıllarım, meslek hayatım ve sonrası boyunca hep öğrenmeye, çabalamaya, kendimi geliştirmeye gayret ettim. Öğrenmenin hayat boyu sürdüğünü, hiç bitmediğini farkettim. Fakat tıp öğrenme tutkumun bana bağlamayı bıraktırmasını istemezdim. Çok üzüntü duyuyorum bağlama çalmayı bıraktığım için. Yeniden elime alınca sazımı eski becerimin olmadığını görmek üzüyor beni. Bu meslekte çok çalışmak gerekiyor fakat diğer aktivitelere yer vermek de pekâlâ mümkün olabilirmiş.
Beni bugünlere taşıyan şey benimsediğim değerlerimdi. Yardımlaşmayı, paylaşmayı, sevmeyi ailemden, yakın çevremden öğrendim; ülkeme hizmet etme bilinci ise Daçka yıllarımda oluştu. Ben ve tüm Daçkalılar ülkesini sever ve ülkesine hizmet etmeyi en önemli değerlerinden biri olarak sayar. Her ne kadar son dönemlerde zaman zaman üzüldüğümüz şeyler yaşasak da ülkemi ve insanlarını, bu toprakların kültürünü çok seviyorum. Tüm hayatımı, okuduğum her satırı, verdiğim her emeği, katkıda bulunduğum her şeyi ülkem ve ülkemin güzel insanları için yaptım. İyi ki bu topraklarda doğdum, iyi ki yolum Daçkadan geçti.
En sevdiği kitap: Büyük Ümitler -Charles Dickens
En sevdiği film: Amcam (1953) Yönetmen: Jacques Tati
En sevdiği şarkı: Uzun İnce Bir Yoldayım