Ayşen Bulut
Gaye Çelik
25.02.1953 tarihinde Sivas’ta doğan Netice Hanım, evli ve iki çocuk, üç torun sahibidir. 27 yıl sınıf öğretmenliği yapar. Emekli olduktan sonra TYSD’de gönüllü olarak çalışmaya başlar.
Huzur Sokağı
Çocukluğunu anlatırken insanların birbirine güvendikleri, sokakların ve bahçelerin hala çocuklara ait olduğu, mutlu günlerin güzel anılarıyla aydınlanıyor yüzü. Netice Hanım; şefkatli, yardımsever bir baba ve çok otoriter, çalışkan bir annenin altı çocuğundan dördüncüsü olarak dünyaya gelmiş ve mutlu bir ailede büyümüş. Çok çekingen ama bir o kadar da azimli ve çalışkan yapısıyla ailesinin ve öğretmenlerinin sevdiği bir çocuk olmuş.
“Çok güzel bir sokakta, güzel bir çocukluk geçirdim. Türkiye bugünün Türkiye’si, biz de şimdinin çocukları gibi değildik. Komşuluk vardı; sokaklarda çocukluk vardı, sevgi, saygı, güven vardı. Sabah herkes erkenden kapısının önünü sulayıp süpürür, annelerimizin yaktığı maltızların kokusu burnumuzu acıtırdı. Ben o sokağı ‘Huzur Sokağı’ olarak anarım. Çünkü ayrımcılık yoktu. Alevi, Sünni, Kürt, Ermeni komşularımız vardı. Bayramlarda tüm komşu erkekleri toplanır, mahalledeki yas evlerine giderlerdi hiç ayrım yapmadan. Güzel zamanlardı…
O sokağın çocukları olarak bizim de aramızda böyle ayrımcılıklar, ötekileştirmeler yoktu. Anlaşmazlıklar, küslükler ertesi gün unutulur, oyunlar kaldığı yerden devam ederdi. Sokağımızda bulunan arka bahçe dediğimiz boş bir arsada kızlı erkekli çeşitli oyunlar oynardık. Bu oyunlarda ben hep öğretmen olur, onları sıraya dizer; öğrendiğimiz marşları, şarkıları söyletirdim.
Kimi zaman evden getirdiğimiz yiyeceklerle arka bahçeye atılmış bir sobada domates yemeği pişirir, ekmeğimizi bana bana yerdik. Bazen de oyun aralarında kan ter içinde bizim eve koşar, ablamın yoğurt sürüp üstüne toz şeker ektiği ekmek dilimlerini kapış kapış ederdik. Akşam ezanı ise bizim işaretimizdi, “Yer gök mühürlenir,” derdi büyüklerimiz. Biz de ezanın okunduğunu duyduğumuz gibi koştururduk evlere.
O zamanki arkadaşlıklara örnek olarak beni çok seven arkadaşım Nesrin’i verebilirim, üç kez ayağındaki takunyayı çıkarıp başımı yarmıştı. Annem ancak üçüncüde beni komşuya götürüp gösterdi ama aralarında ne kavga oldu ne de küslük. Bu arkadaşımla ortaokulu da birlikte okudum. Arkadaşlığımız o kadar ileriydi ki yıllar sonra İstanbul’dan gelerek iki çocuğumun da düğününe katıldı. Şimdi böyle bir durumda ailelerin tepkisini düşünmek bile istemiyorum.
Ortaokul son sınıfa kadar acı nedir pek bilmiyordum, ta ki Huzur Sokağı’ndaki huzurlu eve o ateş düşünceye kadar. 41 yaşındaki babamız kalp krizi geçirerek aramızdan ayrılmıştı. Sivas büyük bir yasa boğuldu o gün. Babam çok sevilen sayılan bir insandı. Küçük yaşta Sivas’a gelmiş, bir aile büyüğünün yanında başlamış çalışma hayatına ve zamanla herkesin babası, kardeşi, kötü gün dostu olmuş. Şefkatliydi, merhametliydi, cömertti. İnsanlara çok iyiliği dokunmuştu. Öyle ki öldüğü gün tanımadığımız insanlar bile oturup ağlamıştı evin önündeki kaldırımda. Soranlara “O bizim de babamızdı, onun sayesinde bugün ekmek yiyoruz.” demişlerdi. Onlar babamın işe yerleştirdiği insanlardı. Keşke iyiler hep çok yaşasaydı. Babam önce koyun tüccarlığı, manifaturacılık sonra da otel-kahve işletmeciliği yaptı. Babamın ölümünden sonra da ekonomik sıkıntımız olmadı. 39 yaşında aldığı yedi küçük daireli apartmanın kira gelirleri yetti bize. Yıllar geçtikçe büyüdü hem acımız hem özlemimiz… Ben, onun öldüğü yaşlara gelince anladım 41 yaşında ölmenin ne kadar erken olduğunu, ölüm dönülmez bir yolmuş meğer.
Annem onurlu, akıllı bir kadındı. Çok güzel yemek yapar; dantel, örgü, dikiş işlerinden anlar, hesabını kitabını iyi bilirdi. Kendi kendine okumuştu, muhteşem bir matematik zekâsı vardı. Bizim kâğıt kalemle yapmaya çalıştığımızı şipşak söyler, bundan da çok mutlu olurdu. Babamdan kalanları çok iyi değerlendirip hepimizi okuttu. Babamın vefatından sonra bu kadar çocuğu bir arada tutup, okutup bir yerlere getirmek annem için çok büyük emek ve fedakârlık gerektiriyordu. Bu nedenle annem biraz sert mizaçlı olarak anıldı herkes tarafından. O zamanki şartları düşününce elinden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını düşünüyorum ama keşke daha sevecen, daha yumuşak olsaydı.
Annem de babam da çok ileri görüşlü insanlardı. Okumaya çok önem verir özellikle “Kız çocukları mutlaka okumalı,” diye bastıra bastıra söylerlerdi. Her birimizi bilinçli, doğaya ve insana duyarlı, topluma faydalı bireyler olarak yetiştirdikleri için onları her zaman özlem ve minnetle anıyoruz tüm kardeşler olarak. Dört kız kardeş öğretmen olduk. Bir ablam bankacı olmayı tercih ederken, en küçüğümüz olan erkek kardeşim de bir dönem esnaflık yaptıktan sonra özel bir şirkette çalıştı. Bugün hepimiz emeklilik günlerimizi yaşıyoruz.
Kardeşler olarak aramız iyiydi. “Bu işi sen yap, ben yapmam” dışında anlaşmazlık olmazdı evimizde, düzensizlik de; kitap gibiydi Leman Hanım’ın evi… Annemin ev işi konusunda titizliği bana hiç yansımadı ablalarım vardı çünkü. Onlar evlendikten sonra da küçük kız kardeşim arkamdan yetiştiği için en az ev işi yapan ben oldum. (gülüyor)
Nejla ablam ilk çocuk olarak pek çok zorluk çekmişti. Ev işi yapmayı sevmediği için annemle aralarında anlaşmazlıklar olurdu, bugün bile hala o günlerin burukluğunu yaşamakta ablam. O çok iyi bir anne, iyi bir kardeş, iyi bir arkadaş, iyi bir dosttur. Bizlere örnek, idealist bir öğretmen oldu her zaman… Herkesin zor gününde adeta tek kişilik ilk yardım ekibi gibidir ve de çok cömerttir.
İkinci ablam Nezahat yumuşak, tonton, yeşil gözleri ve sarı saçlarıyla bizden görünüş olarak çok farklıdır. Evimizin gelin olan ilk kızıydı. Babamızın acısından sonra onu da tren istasyonundan İstanbul’a uğurlayışımız… Akan gözyaşlarımız, onun mahzun, yaşlı gözleri ve trenin acı düdüğü… Her aklıma geldiğinde burnumun direği sızlar. Gurbette yalnızlığın sıkıntılarını yaşamış ve tüm sevgisini çocuklarına vermiştir.
Üçüncü ablam Nebahat ile yaşlarımız birbirine daha yakındı, yer yatağında birlikte yatar, sohbet eder, bazen de birbirimizi korkuturduk. O zaman yaşadığımız evin mutfağı alt katta olduğu için inip çıkarken karanlıkta kalmaktan çok korkar, birbirimizi ittirerek, düşe kalka merdivenlerde yuvarlanırdık. Diğer kardeşlerimiz şehir dışına taşınıp ikimiz Sivas’ta kalınca birlikte daha çok zaman geçirdik, çocuklarımız da bir arada büyüdü.
Benim bir küçüğüm ise Selma. O da çok becerikli, çok yaratıcı, çok çalışkan, idealist bir öğretmen. Öğrencileri için çok büyük bir şans bence. Kızım ve oğlum üniversitedeyken Ankara’da teyzelerinden çok destek gördüler. Kızım evlenip çocuk sahibi olduktan sonra da eşiyle birlikte torunlarıma “nene, dede” oldular. Ankara benim ikinci memleketim oldu, hem kardeşim hem de kızımın yanına sık sık gidiyorum.
Çok kardeş olmak çok güzel ama çocuklarımız büyürken kardeşler arasında ufak tefek sorunlar da yaşadık. Özünde tüm kardeşler olarak iyimser, sevecen, dost canlısı insanlarız ve birbirimizi çok seviyoruz.
Burnumun direğini sızlatan başka büyük acılar da yaşadım. Arka arkaya 38 yaşında canım arkadaşım Nejla Canol’u, 48 yaşında kardeşim dediğim kuzenim Vahap Sümbüloğlu’nu, Nezahat ablamın oğlu, 41 yaşında, güler yüzlü, sazlı sözlü, yakışıklı Bora’mızı kaybettik. Ölümüyle hepimiz büyük bir şok yaşadık. Acımız dinmeden Nejla ablamın kızı, 47 yaşında, hep gülen, hep iyimser, “Sarı Gelin” dediğim Aslı’mızı kaybettik. İki yeğenim için de ağıtlar yaktım. Erken gelen ölümler, büyük acılar yaşama sevincimi azalttı. Ablalarım evlat acısıyla yanıp kavrulurken onların yaralarını saracak bir ilaç bulunur mu bilmem.
Öğrencilik Hayatı
Yaşım küçük olsa da ablalarım okula gittiği için ben de çok heveslenirdim öğrenci olmaya. Evimize yakın bir ilkokul vardı. Küçük olmam yetmezmiş gibi bir de o yıl okulun kontenjanı dolmuştu. Almadılar beni okula. Öğretmen komşumuz Semahat Aydoğdu, bir gün elimden tutup anneme “Şimdilik götürüyorum, okursa kaydını yaptırırım” deyip beni Fevzi Paşa İlkokuluna götürdü. Bir anne şefkatiyle sarıp sarmaladı beni. 50 yıl sonra ona ulaşıp sesini duymanın mutluluğunu yaşadım. Canım öğretmenimi birkaç sene önce kaybetmiş olsam da ona olan sevgim hala sımsıcak, taptaze. Işıklar içinde uyusun…
Ortaokulu Kız Meslek Lisesinin orta bölümünde okudum. Öğrencilik hayatım boyunca arkadaşlarımla ilişkilerim hep çok iyi oldu. Paylaşma, yardımlaşma, eğlence, arkadaşlık, dostluk gibi değerler benim için özellikle Öğretmen Okulunda had safhaya ulaştı. Küçükken bazı geceler yatağıma kaçırdığım için yaşadığım çekingenlik beni en çok sıkıntıya sokan özelliğimdi. Buna rağmen samimi arkadaş grubumun içinde hep espriliydim. Esprili olmak zaman zaman başımı derde de soktu tabi. Örneğin, bir nakış dersinde arkadaşlarım harıl harıl işlerini yaparken birden sıranın altına girmek geldi aklıma. Keçeli kalemle bıyık çizip ortaya çıktığımda aldı sınıfı bir gülme. Canım Serpil Öğretmenim çok şaşırmış, sanırım bana kızmaya kıyamadığı için sadece gülümseyen yüzüyle “Gidip yüzünü yıkar mısın?” demişti.
Bu çekingenlik nedeniyle öğrenciliğim boyunca çok iyi bildiğim konularda bile parmak kaldıramazdım. Ezberim çok iyiydi ve çok çalışırdım, bu nedenle notlarım iyiydi ve öğretmenlerim beni genelde yazılı kâğıtlarımdan tanırdı. Kimi zaman beni denerlerdi, özellikle tarih öğretmenim Tülay Hanım kopya çektiğimi düşünerek başımda beklerdi sınavlarda. Hatta bir gün bir ders boyunca beni sözlü sınav yapmış, durmaksızın cevap verdiğimi gören bir arkadaşım “Burada nokta var, bir nefes al!” diye seslenmişti.
Babamın öldüğü yıl ise Sivas Öğretmen Okulu’na başladım. Öğretmenlik benim için hem hayalini kurduğum meslek, hem de bir yaşama biçimiydi aslında. Bir öğretmen nasıl olur sorusuna cevap olacak şekilde dosdoğru, örnek bir yaşam sürdürmeye çalıştım hayatım boyunca. Öğretmen Okulu’nu kazanışım ise o yolda attığım sayısız adımdan biri oldu.
Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra kurulan okullardı Öğretmen Okulları. Her ne kadar Köy Enstitülerinin devamı gibi, doğrudan mesleğe nitelikli öğrenciler yetiştirmeye yönelik okullar olsa da ben Köy Enstitülerinde eğitim almış olmak isterdim. Okulumuz bizi mesleğe hazırlayan donanımlı bir eğitim kurumuydu. Temel dersler dışında sosyoloji, psikoloji dersleri ile toplumsal, sosyal hayatı, çevreyi, ilişkileri algılıyor; iş dersinde el becerilerini geliştiriyor; sağlık dersinde tüm uygulamalarıyla ilk yardımı öğreniyorduk. Müzik, resim, beden eğitimi derslerine çok önem veriliyordu. Müzik dersinde Mozart, Beethoven dinliyor, solfej yapıyorduk, çalgı aleti çalma zorunluluğumuz vardı. Edebiyat dersinde tüm klasikleri okuyup özetlerdik. Karacaoğlan’ı, Yunus Emre’yi, Âşık Veysel’i ve daha nicelerini tanıdık bu derslerde. Edebiyat öğretmenim sıkılganlığımı üzerimden atabilmem için çok çaba sarf etmişti o yıllarda. Kendisiyle hala görüşüyoruz; sağlıklı, mutlu, huzurlu bir ömür diliyorum kendisine. Bizi mesleğe hazırlayan değerli öğretmenlerimizi de sevgi, saygı ve minnet duygularımla yâd ediyorum.
Öğretmenlik Hayatı
Öğretmen Okulundan okul üçüncüsü olarak mezun olduğumda 17 yaşındaydım. O zamanlar uzak köylere erkek arkadaşları atarlardı. Ben ise uzakta olduğu için erkek köyü sayılan dedemin köyünü tercih etmiştim. Ulaşım o yıllarda çok zor olduğu için ben ancak köye yakın bir ilçeye kadar gidebilirdim. Amcam beni oradan alır, mevsimine göre bazen atla eşekle bazen kızakla traktörle köye ulaştırırdı beni. O yollarda at koşturmaktan çok zevk alırdım. Attan değil ama iki üç kez eşekten düştüm.
Çok çalışıyordum, geceleri gaz lambasında yonttuğum çırayla fişler hazırlıyordum okuma yazma öğretmek için. Fırsat buldukça kızların çeyizine kanaviçe işliyordum. O günlerden çok anım var dün gibi hatırladığım. Kimi zaman halay çektim onlarla, tarlalardan madımak, dağlardan karamuk topladım. Nitekim çalışmalarım karşılıksız kalmamış, otuz iki öğrencimden otuz biri okumuştu. Hatta veliler gelip, “Bizim beşinci sınıftaki çocuklarımız bile böyle okumuyor.” diyorlardı.
İkinci yıl ise beşinci sınıfı bana vermişti okul müdürü. Ama bir sorun vardı, çocuklar ders çalışmıyor, ödev yapmıyorlardı. Bir öğrencinin ders çalışmamasını aklım almıyor, buna çok sinirleniyordum. Ama ben o zaman yaşı büyüdüğü halde okula gelen kızların evde ekmek pişirdiklerinden, koyun keçi sağdıklarından, bağ bahçe işlerine ve hayvan otlatmaya gidip okula gelemediklerinden habersizdim. Kızıyordum içten içe hallerini anlamadan. Yıllar geçtikçe, hatalar yaptıkça öğrendim mesleğimi, her öğrencinin ayrı bir dünya olduğunu. Doğduğu ev, zekâ yapısı, yaşadığı çevre, ekonomik durum, o kadar çok farklılıkları vardı ki… Her çocuktan aynı başarıyı beklememeyi, çok yönlü araştırıp değerlendirilmeleri gerektiğini de öğrendim. Öğretim ile eğitimin mutlaka birlikte yürütülmesi, dersler kadar belki de derslerden daha fazla ahlaklı, dürüst, adaletli, sevecen, sorumluluk sahibi, doğasever insanlar olmaları için çabalamam gerektiğini anladım.
İki yıl sonra köyden güzel anılarla ayrılıp ilimiz Çimento Fabrikası içerisindeki okula atandım. Küçük sevimli bir okuldu, oldukça sosyal bir çevremiz vardı. Sinema, tiyatro, lokal, revir, lojmanlar ve burada oturan çok güzel komşular… Okul, aile, fabrika personeli ile birlikte dayanışma içinde çok güzel beş yıl geçirdim. Yeşil bir arazi, havuz başı lokantası, bol fındıklı sütlacıyla aşçı Zihni Amca ve diğerleriyle unutulmaz anılar biriktirdim.
Evlilik, Çocuklar
1974 yılında, henüz yirmi bir yaşında iken nişanlandım. Birlikte görev yaptığım iki öğretmen arkadaşım da aynı dönemde nişanlanmıştı ancak ben eşimin askerliği sebebiyle 1976 yılında evlendim. Evlilik hem çok güzel hem de çok zor aslında. Ben hep çok sorumluluk sahibi biriydim çocukluğumdan itibaren. Eşim de iyi bir insandır ancak ailesinde o dönem erkek bebek olmadığından ayrıcalıklı bir çocuk olarak yetiştirilmiş. Çok fazla sorumluluk almak istemedi evliliğimizde. Evliliğimizin ilk dört yılında fizik öğretmenliği yaptıktan sonra 15 yıl babası ve kardeşleriyle sebze meyve komisyonculuğu yaptı. 5 Nisan Kararlarının ardından işlerinin bozulmasıyla tekrar öğretmenliğe döndü, 2004 yılında emekli oldu.
Eşimin işleri ile ilgili sıkıntılar yaşadığı bir dönemde yaşadığımız maddi sıkıntıları atlatabilmek için triko satışı yaparak ev bütçesine katkıda bulunmaya çalıştım. Çevremdekilerden bunu biraz yadırgayanlar oldu, satış yapmayı kendilerince utanılacak bir şey olarak gördüler. Ben o dönemde hiç kimseden maddi yardım beklentisi içinde olmadan kendi emeğimle zor günlerimizi atlatmak için -hem de çok zevk alarak- yaptım bu işi. Yakınımdaki bazı kişiler bunu yadırgasa da benden alışveriş yapan, bana destek olan çok güzel bir çevrem oldu. Hatta uzun senelerdir dostluğumuz arkadaşlığımız devam etti. Uygun fiyata kaliteli ürünler alıp senelerce giydikleri için de hep mutluluklarını dile getirdiler.
Eşimin ailesiyle ilişkilerimiz hep çok iyidir, birbirimizden hiç incinmedik. Kayınvalidem beni çok severdi, onu ziyaret etmemden çok mutlu olur, “Yavrum sen de inşallah yavrularının gününü görürsün,” diyerek çok dua ederdi. Görümcelerimle yaşlarımız yakınken, eltilerim benden yaşça oldukça küçükler. Büyük eltim Emine ile evlerimiz yakın olduğu için birlikte çok zaman geçiririz. Küçük yaşta yanımıza geldiği için birçok şeyi bizimle öğrendi. Şimdi muhteşem bir aşçı oldu, bütün yemekleri çok güzel yapar ama içli köftesi, su böreği dillere destandır. Ailemizin maddi sıkıntı yaşadığı dönemde o da dikiş dikerek, içli köfte ve su böreği yaparak aileye katkı sağlamıştır. Benim beşinci kız kardeşim gibidir. Büyük kayınbiraderim ilaç deposunda, en küçük kardeşleri ise Cumhuriyet Üniversitesi’nde işe başladı.
Bu ne beter çizgidir bu,
Bu ne çıldırtan denge.
Yaprak döker bir yanımız,
Bir yanımız bahar bahçe.
Hasan Hüseyin Korkmazgil
Bir yanıyla her daim insanları neşelendiren, güldüren bir insan iken diğer yanı hep yalnız, hüzünlü ve başkalarının derdi ile dertlenmiş. Kendi sevdiklerinin endişesini taşırken yüreğinde, dinlediği insanların öykülerine gözyaşı dökmüş. İnsanları gülümsetmek, yaşamlarında olumlu bir değişim yaratabilmek için çaba sarf etmeyi hiç bırakmamış.
Mayıs 1977’de oğlumun doğumuyla Çimento Fabrikasından ayrıldım. Anne olmak o dönem en büyük mutluluğum oldu. Annelik çok güzel, çok kıymetli bir duygu, anlatılamaz… Hayatınızda ne kadar olumsuzluk, tatsızlık olursa olsun yavrunuzu kucağınıza aldığınız an dünyayı unutursunuz. Oğlumu kucağıma verdiklerinde duyduğum mutluluğu iliklerime kadar hissettim. Pembe yanakları, kaşına devrilen ok gibi kirpikleriyle çok güzel bir bebekti oğlum. 3 yaşından itibaren ateşlenmeleri başladı. Sivas-Ankara-İstanbul arası hastanelerde mekik dokuduk. En sonunda Hacettepe Üniversitesinde profesör olan dayım Kadir Sümbüloğlu’nun yol göstermesiyle ciddi bir takipten sonra FMF (Ailevi Akdeniz Ateşi) teşhisi konuldu. Ergenlik dönemine kadar periyodik olarak çok sık ateşlenmeler, karın ağrısı, iştahsızlıkla mücadele ettik. Ateşli gecelerde havale geçirmesin diye sabaha kadar hastanede onun başını bekler, sabahleyin de kıyafetimi bile değiştiremeden öğrencilerimin eğitimi eksik kalmasın diye okula koştururdum.
Oğlum hayatında birçok şanssızlık yaşadı. Bir gün şeker diye yediği bebe aspirinlerinden dolayı kanama geçirdi. Başka bir gün sokakta karşıdan karşıya geçerken oğluma bisiklet çarptı. İşte o gün bayılmanın ne demek olduğunu öğrendim. Onu hastanenin acilinde, sedye üstünde burnundan kan akarken görünce dizlerime satırla vurup bacaklarımı kırdılar sanki… Yere düşmüşüm. Ayıldığımda doktorun “Seninle mi uğraşalım, çocukla mı? Korkmayın iyi oğlunuz!” demesini anlamamışım bile. Bu kadar sessiz sakin, hiçbir kötülük bilmeyen çocuğumun başına bunların gelmesi beni o dönem çok üzüyordu. Çok mutsuz olduğum dönemlerdi, pek çok olumsuz olay yaşadık. Yaşadığımız kötü günlere rağmen o, bizi hiç üzmeden büyüdü. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirip, eczanesini açtı. Hep ağırbaşlı, hep dingin, hep saygın tavırlarıyla örnek bir insan oldu.
Oğlum üç yaşındayken bir de kızımız oldu. 1980 yılı Mayıs ayında. İkinci kez aynı duyguları yaşadım, ikinci bebeğimizin kız çocuk olması da ayrıca sevindirmişti beni. Zeytin gibi simsiyah gözleriyle elini tutunca parmağımı kavramıştı ilk karşılaşmamızda. Yine çok mutluydum ama oğlumun rahatsızlığı nedeniyle bebeğimle çok ilgilenemedim. Çünkü hastalığın yoğun yaşandığı yeni bir döneme girmiştik. Arada büyüdü çıktı yavrum, problemsiz, cıvıl cıvıl bir çocuktu. Kızım da önce Hacettepe Üniversitesi İngilizce İşletme Bölümünü bitirdikten sonra tekrar sınava girerek Gazi Üniversitesi Eczacılık Bölümünden mezun oldu. Kızım çok sevilen, hastalarına ve çevresindekilerle çok ilgili, ihtiyacı olan insanların yardımına koşan, özgüveni çok yüksek bir insandır.
Çocuklarımız hiçbir zaman bizi üzmedi. Ben çocuklarla küçüklüklerinde yeterince ilgilenemediğim için üzülürüm zaman zaman. Çünkü hem çalışıyordum hem oğlum için hastanede geçirdiğimiz günler çok oluyordu hem de etrafımdaki insanlara çok kıymet veriyor, onların iyi kötü günlerine koşmaya çalışıyordum. İlerleyen yıllarda “Keşke daha çok verimli zaman geçirseydik çocukluklarımla,” dedim hep. Hayattaki en büyük şansımdır çocuklarım.
Kızım 2008 yılında evlendi, bir kız bir erkek çocukları oldu. Hala Ankara’da yaşıyorlar. Bu sene büyük torunum Alp Tuna ortaokula, küçüğü Damla ise ilkokula başladı. Alp Tuna ağırbaşlı, çok duygusal bir çocuktur. Her Ankara dönüşümde valizi görünce gidip yatağına yüzükoyun uzanır, sessiz sessiz ağlar. Daha küçüktü, Sivas’a dönerken arkamdan o kadar çok ağladı ki ben AŞTİ’den döneyim, Mamak’tan döneyim diyerek Yozgat’a kadar ağlayarak gittim. Yozgat’taki tesiste Sivas’tan Ankara’ya giden otobüsün kaptanına beni Ankara’ya geri götürmesini rica ettim. “Tabii götürürüm seni torununa, ağlatır mıyım sizi hiç?” dedi.
Alp Tuna’dan 4 yıl sonra bir kızımız oldu. Minik kollarını boynuma dolayarak uyuyan, her fırsatta sevgisini gösteren, el becerisi gelişmiş, doğa hayvan sevgisi çok olan bir çocuk Damla’mız.
Oğlum 2016 yılında evlendi, bir erkek çocukları oldu. Oğlum ve gelinim Sivas’ta yaşıyor. Torunum Batu Ateş bu sene ilkokul hazırlık sınıfına gidiyor. Batu Ateş’le aynı şehirde olmamız sebebiyle büyümesine çok daha yakından şahit oldum. Her yaşında beni ayrı şaşırtıyor, mutlu ediyor. Torunlarım büyürken yanlarında olabilmek benim için çok büyük bir keyifti. Hepsi çok akıllı, çok güzel çocuklar. Konuşmaları ve davranışlarıyla hepimizi kendilerine hayran bırakıyorlar. Ben onlara yetişemiyorum hatta Batu Ateş “Babaanne sen bunları nasıl bilmiyorsun?” diyor.
Gelinim Zeycan, damadım Alper ve dünürlerimizin ailemize katılmasıyla dört kişilik bir aileden sevgi dolu kocaman bir aileye dönüştük. Bize yol arkadaşlığı yaptıkları için çok mutluyum ve dilerim uzun yıllar birlikte daha güzel günler yaşarız.
dünyada iki kapılı bir han gibi durmanın,
buraya böyle gelmiş olmanın,
geçene yol açmanın, ki içinden rüzgar geçirmenin
ne büyük güç istediğini anladım. durmanın ne büyük sabır…içimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki,
bölünmüş bir hatırayım ben
dünyaya dağılanBirhan Keskin
Emeklilik
Oğlumun doğumundan sonra öğretmenliğe Sivas Kızılırmak İlkokulu’nda devam ettim. 20 yıl bu okulda çalıştıktan sonra 1997 yılında emekli oldum.
Öğretmen arkadaşlarımla çok güzel ilişkiler kurduk. Okul dışında da hafta sonları buluşur, hem eğlenir hem öğrencilerimize nasıl daha faydalı olabileceğimizi konuşurduk. Aramızda dedikodu, anlaşmazlık, art niyet hiç olmadı. Hala o dönemki arkadaşlarımla hala sık sık buluşuruz, aramızdaki sağlam bağ hiç kopmadı.
Emekli olduktan sonra oğluma eczanesinde yardımcı olmaya çalıştım uzun süre. Bu dönemde tanıdığım bir kadın hayatımda iz bıraktı. Eczanenin karşısındaki sağlık kuruluşunda yaşlı bir teyzeyle karşılaşmıştım. Yanında yanakları ateşten al al olmuş bir çocuk vardı. Çocukların annesinin hastanede yattığını, küçük çocuk hastalanınca onu doktora getirdiğini ama ilaçları alacak parası olmadığını anlattı. Ben de hemen eczaneden çocuğun ihtiyacı olan ilaçları temin ettim ve gönderdim. Ertesi gün İzmir’e gittim ve on beş gün sonra geri döndüm. Ev çok kirliydi ve ben çok yorulmuştum. Nasıl iş yapacağımı düşünürken zil çaldı, kapıdaki genç gelin “Abla sana iş yapmaya geldim.” dedi, çok şaşırmıştım. Hani halk arasında denir ya “Seni Allah gönderdi,” diye tam da öyle olmuştu, neden diye sordum. “Ben hastanede yatarken komşu teyzem oğlumu hastaneye götürmüş, siz de oğlumun ilaçlarını vermişsiniz öyle çok etkilendim ki hastaneden çıkınca eczaneden evinizin yerini öğrenip size iş yapmaya geldim teşekkür etmek için.” dedi. Hem çok sevindim hem de çok duygulandım. O gün bugün 20 yıldır bir aradayız emekçi Nazire’mle.
Aynı zamanda Türkiye Yardım Sevenler Derneğinde gönüllü olarak çalışmaya başladım. 1928 yılında kurulan derneğimiz 132 şubesi ile yurdumuzun her yerinde dar gelirli üniversite öğrencilerine burs vermekte. Önemsediğim bir grubun parçası olmaktan mutluyum. Büyük özverilerle yaptığımız etkinliklerden elde ettiğimiz gelirler ve özellikle bağışçılarımızın katkılarıyla öğrencilerimize destek olmaya çalışıyoruz.
Ömrüm boyunca müziğe hep ilgi duydum. Hayatın koşturmacası içinde ya müziğe ayıracak zamanım olmadı ya da ben ihmal ettim bu sevdamı. Çocukluğumdan beri şarkılara, türkülere çok ilgim vardı. Saz çalmayı çok istiyordum ama eşim kursa gitmemi hiç istemedi. Daha sonra kızımla birlikte bağlama kursuna yazıldık. İki ay kadar kursa devam ettikten sonra kızım ağzındaki baklayı çıkardı: “Anne, bu kursu sen istedin, ben devam etmek istemiyorum.” deyince ilk kurs maceram o gün bitti. O gün bugün pişmanlığımdır ama ben hiç pes etmedim. Emeklilik sonrası, 60 yaşıma gelince Ankara’da tekrar bağlama kursuna katılarak özlemimi giderecek kadar çalmayı öğrendim. Şimdi de haftada üç gün halk müziği korosuna katılıp keyifli zamanlar geçiriyorum.
Yaşantımın her döneminde örnek aldığım, izinden yürüdüğüm insan “ATATÜRK” oldu. O en büyük lider, en vatansever, en milliyetçi, en aydın, en yenilikçi liderdir. O, en vazgeçilmezimiz, en unutulmazımızdır. Hayatım boyunca hiç unutamadığım bir rüya Atatürk ile ilgili olandır. Bir gün sınıfıma geldi rüyamda; öyle heybetliydi, öyle güzeldi ki mavi gözleri. “Çocuklar, Atamız geldi, onu alkışlayalım.” dedim. Yanıma gelip elini omzuma koyarak “Ben de bu sınıfın öğretmenini alkışlıyorum.” dedi. Rüyamda olsa bile başöğretmenimden aldığım o övgü beni her zaman çok mutlu etmiştir. Meslek hayatım boyunca onun izinden giderek tüm öğrencilerime ideal bir öğretmen olmaya çalıştım. Birçok öğrencinin hayatına dokundum. Her biri farklı alanlarda geliştirdi kendini. Daha da önemlisi vatanını her şeyden üstün tutan, Atatürk sevdalısı, insan gibi insan evlatlarım var benim. Hepsiyle ayrı ayrı gurur duyuyorum.
Beş kız kardeş de anne-babamızın izinden giderek çocuklarımızı okutup onların mimar, işletmeci, doktor, eczacı, müzisyen, bilim adamı olmalarını sağladık ama aralarında bizim mesleğimizi devam ettiren öğretmen yeğenlerim benim için çok özeller, biliyorum ki onlar da bizden aldıkları bayrakları bizim gibi taşımaktan asla vazgeçmeyecekler.
Hayatımda iz bırakan, örnek aldığım insanlardan biri de yaşamından çok etkilendiğim, çok sevdiğim, ölümünden çok acı duyduğum “Ben Atatürk’ün kızıyım” diyen demokratik, laik bir Türkiye için ömrünü adayan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği kurucusu, kardelenlerin annesi Türkan Saylan’dır. Toplum dışına itilmiş cüzzamlılara umut, kurtuluş olmuş araştırmacı bir hekimdir o. Haksızlıklara isyandır Türkan Saylan. Aydın, çağdaş, bilim insanı, dost, insan sevdalısı olarak hiç unutulmayacak bir isimdir.
Elbette anlatılacak daha çok şey yaşandı bu 69 yıl içinde. Şimdilik bu kadarla yetinelim. Son olarak gençlere söylemek istediğim birkaç şey var. Sevgili gençler, bilimin ışığı sizin yol göstericiniz olsun. Çağdaşlıktan asla ödün vermeyiniz. Çok çalışıp hak, hukuk ve adaletten yana olunuz. Doğayı, insanı, hayvanı sevip koruyunuz. Hayatınızı paylaşacağınız yol arkadaşlarınızı seçerken iki kere düşününüz çünkü hayatın tadı ancak ilkeli, dürüst, güvenilir ve doğru insanlarla çıkarılır.
Sağlıcakla kalın…