Asım Sayman - İşte Bu Benim Hayatım
Mehmet Say - Bir Ben Vardım
1940 yılının soğuk bir kış günü Ankara’nın Cebeci semtinde iki katlı, ağaçlı ve çiçekli bir bahçesi ve bahçe içinde küçük bir havuzu olan eski Ankara evlerinin birinde; evin alt katındaki küçük bir mekanda dünyaya gözlerini açıyor Nuran Şentürk Karakılıç.
Çok güzel anıları var o evdeki çocukluğundan. Babaannesi gibi sevdiği ev sahibi Zeliha teyzesi, onun eşi, dedesi gibi sevdiği bonkör ve iyi yürekli Salih amcası, bahçedeki ağaçlara, en çok da en sevdiği hünnap ağacına tırmanışını gülerek izler, “vişne ve kayısıyı fazla kaçırma, sonra cırt cırt olursun” diye takılırlarmış.
Nuran Hanım: ”Öğleden sonraları annem, Zeliha teyze ve evin çocukları havuz başında çay keyfi yapar, Zeliha teyzenin el emeği keklerini yerdik. Ailenin yaşam zorluklarını bilen Zeliha teyze, kıt kanaat yaşantımıza, özellikle de kardeşimin ve benim özlemlerimize yakından şahit olduğu için, bize destek olmanın çok zarif bir yolunu bulmuştu. Doğrudan bir şeyler vermek yerine ”Bebem, bizim mutfak biraz kirlenmiş, çık da bir süpürüver” diyerek çok sık tekrarladığı bir güzel iş yaratmıştı bana. Tabi ben de her seferinde yedeğimde kardeşimle ok gibi fırlayarak üst kattaki mutfağa dalardım. Mutfakta ne kir, ne de toz olurdu. Sadece çuvallar içerisinde binbir yiyecek. Haramiler mağarasına düşmüş gibi bütün çuvallara ellerimizi daldırır, yiyebildiğimiz kadar yer, ceplerimizi doldurup yedeklerdik.”
İnsan eliyle yaratılan bir büyük afet olarak tanımladığı 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşının artçı sarsıntılarını henüz 5-6 yaşlarında bir çocuk olarak yaşayan Nuran Hanım, o günleri dün gibi hatırlıyor: “Uçak bombardımanlarına karşı evlerin karanlığa gömülmesi emredildiğinden, annem ışık sızmasın diye pencerelerimize siyah perdeler dikmişti. Kimyasal silahlara karşı tedbir olarak da, gaz maskeleri dağıtılmıştı. Sonraları, o korkunç görünümlü maskelerden birini kafama geçirip, kardeşimi ve oyun arkadaşlarımı korkuturdum. Ekmek her aileye nüfusuna göre yetecek miktarda karne ile verilirdi. Kimseye de yettiği yoktu. Bu yokluğu bir nebze gidermek için annemin önümüze koyduğu leblebi tabağını her seferde devirirdim. Şimdi düşününce bu davranışı ekmeğin olmayışına, doymayışıma protesto amaçlı yaptığımı anlıyorum. Bir şeyin yokluğu veya azlığı, o şeye olan iştahı kamçılıyor. Öyle ki, harp bittikten sonra bile sofraya otururken el çabukluğuyla bir dilim ekmeği alıp peçeteye saklardım.“
Bugünkü moral değerlerinin oluşmasına en büyük katkıyı veren ailesinin her bir üyesini sevgiyle anıyor Nuran Hanım: Kendisinden 19 ay küçük olan kardeşi Yücel, o zamanın Yugoslavya’sının küçük bir kasabasından göçen annesi, Konya’nın Ermenek kazasından göçen babası ve daha 15 günlük evlilerken babasının hayata iyi bir başlangıç yapsınlar diye köyden çağırıp yanına aldırdığı; ona kitap sevgisini, okumayı, sanatın güzelliğini aşılayan şair amcası Ahmet Tufan Şentürk ile tarihe meraklı, iyi niyetli, herkes tarafından sevilen amcası Ali Şentürk. Bunca fert, mutfağı perdeyle ayırarak oluşturulan küçücük bir eve sığışmışlar. Bohçalarında sevdiklerinden ayrılmanın acısı ve gelecek kaygısı yanı sıra memleket sevgisiyle taşındıkları Ankara’da, birbirlerini şefkatle sarıp sarmalayarak iyileştirmiş, her biri kendi hikayesini yazmaya girişmiş.
Nuran Hanımın annesi Huriye Hanım, bugün Makedonya sınırları içerisinde yer alan Ohrid kasabasında Türk asıllı bir ailede doğmuş. Çok zeki ve parlak bir öğrenci olsa da, dedesinin ölümünden sonra okula devam edememiş, ancak meslek edinmesi sağlanmış. Usta-çırak ilişkisi ile yetiştiği terzilik mesleğinde çok başarılı olmuş.
Nuran Hanım: “Annem o zamanların popüler alışveriş merkezi olan Ulus’a gittiğinde vitrinleri gezer, beğendiği modelleri hafızasına kaydedip eve geldiğinde aynısını hatta daha güzellerini dikerdi. Gelinliğim de onun sade ve zarif ustalığının ürünüdür.”
Huriye Hanımın 23 yaşında yaşadığı ve hayat boyu izlerini taşıdığı travmatik göç deneyimini şöyle aktarıyor Nuran Hanım: “Annemin hala-kızı Cemile Hanım ve onun ağabeyi Ali Dayı, aileleriyle birlikte anavatana evvelce göç edip Ankara’ya yerleşmişler. Şehrin dışında kalan Saimekadın semtindeki hazine arazisinin büyük bir kısmına konup, dağı taşı un ufak edip, eleyerek pamuk gibi bir toprakta üzüm bağları ve çeşitli meyve ağaçları yetiştirip, göz alabildiğine uzanan bir cennet yaratmışlar. Karaman ilinin Ermenek ilçesinden Ankara’ya gelen babamın da bu aileye komşu olması, annemin göç hikayesinin başlangıcı olmuş. Cemile Hanım, yalnız yaşayan bu saygılı delikanlıyı sacda pişirdiği Rumeli böreğini birlikte yemek için çağırdığı günlerden birinde, babam annemin resmini görüp çok beğenmiş ve duygularını bir şekilde aileye belli etmiş. Ali dayı da: “Ben bu Mustafa’yı çok seviyorum. Çok dürüst, çok efendi, çok çalışkan bir çocuk. Huriye’yi buna verdim gitti” demiş. Ali dayının kararı Ohrid’e uçmuş. Aile büyüğü Ali dayının sözü üzerine söz söylenemeyeceği için, ne dul anneanneme söz düşmüş, ne de anneme fikrini soran olmuş. Tanımadığı, yüzünü bile görmediği bir adama eş olmak üzere o sırada Türkiye’ye göç etmekte olan bir aileye emanet edilmiş. Annem göç yolunda çektiklerini ve yalnızlığını anlatırken gözleri dalar, o anları tekrar yaşamak istemediği için olsa gerek fazla ayrıntıya girmezdi. Ama bazen radyoda Balkan müziği çalan istasyonları bulduğunu, anlamadığım bir dilde söylenen şarkılara eşlik ederek ağladığını görüp, ben de onunla beraber ağlardım.”
Babasına olan duygularını ise şöyle ifade ediyor Nuran Hanım: “Babama gelince, annem geçmişin alevlerine her daldığında, onu o yangın yerinden çekip çıkarır, onun hırçınlıklarını sevgi dolu yüreğinde eritirdi. Babam çok anlayışlı, bir o kadar da empati duygusu gelişmiş bir adamdı. Annemin travmasını atlatmasını sağlayıp, onu sağalttı. Evin içinde öyle bir denge kurardı ki, ne annemi, ne kardeşlerini, ne de bizleri incitirdi. Yalnız bu denge olayında terazisi benden yana biraz kayardı, beni biraz daha fazla severdi sanki, onu hissederdim. Benim gönlümde de babamın yeri ayrıydı çünkü o, Aşık Veysel’in dediği gibi, toprak tabiatlı bir insandı. Annem ise disiplinli bir kadındı, biraz uzak, biraz mesafeliydi. Hatta eşimle görüşmeye başladığımızda ilk açıldığım babam oldu. Bir gün babam “Nuran gel bir konuşalım” dedi bana. Ben anladım tabi ne olduğunu. “Benim kulağıma bazı şeyler geliyor kızım. Bahsetmek ister misin?” dedi. Ben de anlatıverdim ilk heyecanımı, kimdir, nedir diye. Babam o kadar sakin karşıladı ki. “Ben sana güveniyorum, yanlış bir şey yapmayacağını biliyorum kızım, yalnız en yakın zamanda bizi tanıştır” dedi ve istersen ben bir araştırma yapayım bu genç hakkında” diye ekledi. O zaman söylediğim lafı hiç unutmuyorum. Baba dedim “Sen savcı mısın, hakim misin? Adam hakkında tahkikat mı açacaksın?”. Babam gülerek, “madem sen bu kadar güveniyorsun, benim söyleyecek lafım yok.” diye yanıtladı. Şimdilerde babasıyla arasında mesafe olan genç kızlarımızı gördükçe üzülüyorum çünkü baba bir genç kız için ileriki yaşantısında rol model olacak bir figürdür.
Ankara’da ilk evlerini kendi elleriyle yapmış Şentürk ailesi. Nuran Hanımın babası, şehrin kıyısındaki Şükriye Mahallesinden bir yer alıp, kardeşleriyle beraber bahçeli bir ev yapmış, Ulucanlar Cezaevi yakınlarında. Nuran Hanım da çocuk elleriyle, bir nevi ilkel tuğla olan kerpiçleri taşıyarak yardımcı olmuş aileye. O evin bahçesine iki göz oda daha yapmış babası kiraya verip gelir elde etmek için. O mahalledeki yaşam bir bakıma akrabalık gibiymiş, herkes herkesi tanır, herkes herkesin çocuğuna ana-babası gibi ihtimam gösterirmiş. Küçüklerin yanlışlarını düzeltmek büyüklerin her birinin hakkıymış. Ana babalar o kadar güvenirlermiş ki komşularına, sana ne oluyor demek yerine, teşekkür ederlermiş. Çocukların onurlarını kırmadan bir köşeye çekerek nasihatte bulunan büyükler, giderken çocukların yanaklarından makas almayı da unutmazlarmış. O mahallede çocuklar toprakla haşır neşir olup, ağaçların tepelerinde gezinip, hiçbir zorbalığa maruz kalmadan sokaklarda özgürce oynarlarmış.
Nuran Hanım çocukluğunu şöyle tasvir ediyor: “O günlerde alışveriş yapmak çocukların işiydi çünkü büyüklerin işleri başlarından aşkındı. Küçük yaşta büyüklerin bizlere verdikleri sorumlulukları yerine getirirken, hem başarmanın hazzını tattık, hem mesuliyet almayı öğrendik, özgüvenimiz pekişti. Mesela babam beni bir yere göndereceği zaman yere tükürürdü ve “benim kelebek kızım bu tükürüğüm kurumadan alıp gelir.” derdi. Elbette kanatlanırdım babamı mahçup etmemek için. O zamanlar böyle alışveriş merkezleri yoktu. Laz bakkal amcamıza gider, annemizin elimize tutuşturduğu ay sonunda ödemesi yapılacak olan sarı kağıtlı küçük veresiye defterini verip, siparişleri alıp eve dönerdik. O defterlerin, bugünkü kredi kartlarının atası olduğunu düşünüyorum. Ama fark şu ki, o defterlere faiz işlemezdi, sınırsız güven ve söze sadakat olduğundan, kimseye minicik yazılarla dolu kağıtlar imzalatılmazdı. Babamın tıraş olduğu berber Arnavut Recep Ağa’ydı. Eşek sırtındaki küfelerle patates soğan satan seyyar sebzecimiz mahallemizde oturan Kürt Haso dayıydı. Saklambaç oynarken yaralandığımızda gittiğimiz adres ise, Sivas’lı bir gence aşık olup evlenerek, onun peşinden Ankara’ya gelen Rum Mari teyzenin eviydi. Çocuğu olmadığından bizleri çok severdi. Acil servis elemanı gibi, elinde kolonya ve pamukla kanayan dizlerimizi temizler, yüzümüz gözümüzü yıkar, elimize de kendi yaptığı kurabiyelerden tutuştururdu. Paskalya zamanını ‘renkli yumurta zamanı’ olarak herkesten iyi bilirdik. Samanpazarında eski Adliye Binasının hemen yanı başında, babam ve amcamın takım elbiselerini diken Terzi Pascal Ustanın dükkanı vardı. Babam bir yaz tatilinde erkek kardeşimi onun yanına çırak olarak vermişti. Kardeşim ustasını çok severdi. Hele ki ustası evine bir şeyler göndereceği zaman, büyük bir sevinçle giderdi, çünkü dönüşte cepleri çerezle dolu olurdu. Kardeşim o çıraklık döneminde öğrendiklerini bütün hayatında kullandı. Söküklerini ve düğmelerini kimseye emanet etmez, hep kendi dikerdi. Hayatımızın renkleri ve zenginlikleri olan o güzel insanlar niye, nasıl ve hangi ara solup hayatımızdan çıkıp gittiler anlamış değilim. Bugün oturduğumuz apartmanlarda komşularımızı ancak ‘3 numara’, ‘5 numara’ gibi kapı numaralarıyla tanımlamamızın, hastalıklardan ancak ölümlerle haberdar olmamızın, bir tas çorba veya aşurenin tadını unutmanın, asansörde birbirimizin gözlerine bakarak günaydın diye hal hatır soramayışımızın bir mazeretinin olamayacağını düşünüyor ve o güzel günleri yaşamama vesile olan tüm güzel insanları sevgi ve saygıyla anıyorum. Toprakları bol olsun.”
Daha küçük bir çocukken, büyüdüğünde ya tır şoförü ya da müzisyen olmayı istermiş Nuran Hanım. Tır şoförü olmak istermiş çünkü seyahat edip, başka diyarları görmeyi, başka kültürleri tanımayı arzularmış. Tabi o koca tırı idare etmek de çok cazip gelirmiş kendisine. Müzisyenliğe öykünmesi boşa değilmiş. Sesinin güzelliği nedeniyle, lisede müzik öğretmeni onu operaya kazandırmak için bedava şan dersi aldırtmak istemiş fakat babası belki de ilk defa yanlış bir değerlendirme yaptığının ve kızının gönlüne bir ukte bıraktığının ayırdına varmadan, “Kızım, sen milleti eğlendireceğine, millet seni eğlendirsin.” demiş. Oysa ki okul yolunda, girişinde taşla kazınmış ‘Devlet Konservatuarı’ yazısı yer alan o tarihi binanın önünden her geçtiğinde, küçük Nuran o kadar öykünürmüş ki o duvarlardan taşan piyano ve keman seslerine, opera aryalarına. O civarda daha fazla vakit geçirmek uğruna evden erken çıkar, kimi zaman oyalandığı için çok sevdiği okuluna bile geç kaldığı olurmuş.
Nuran Hanım: “İlkokulu Soysal sokaktaki İltekin İlkokulunda, ortaokulu Cebeci Kız Ortaokulunda, liseyi de Ankara Kız Lisesi’nde okudum. Kişiliğimin oluşmasında çok büyük katkısı olan güzel yüzlü, güzel sesli Müzeyyen öğretmenim o kadar üstün vasıfları olan bir öğretmendi ki, hâlâ saygı ve özlemle anıyorum kendisini. Öğretmen sadece alfabeyi öğreten, bilgiyi aktaran değil, kendisine emanet edilen çocukların her birini tanıyıp, kişiliklerini geliştiren, sevgi ve şefkatle sarmalayarak, duruş ve davranışıyla da rol model olan insandır. Sanata olan ilgimin hayatımın tamamına yayılmasına ise şair amcam Ahmet Tufan Şentürk öncülük etmiştir. Beni henüz ortaokul talebesi iken koluna takar, “Hadi Nur, hazırlan, sergiye, şiir dinletisine, sinemaya gidiyoruz.” diyerek o büyülü dünyaların içine sokardı. Verdiği harçlıklarla satın aldığım kitapları görünce de çok mutlu olurdu. Küçük amcam Ali Şentürk ise tarihi olayları öyle güzel anlatırdı ki, bir sinema filmi seyretmiş gibi olurdum. Yani diyeceğim o ki bir insanı büyürken çevreleyen ortam insanı şekillendiriyor. Aile ve çevre, iletişim kurulan insanlar, rol modeller insan kişiliğinin gelişiminde çok önemli yer tutuyor. Benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği yıllar, küllerinden doğan genç Cumhuriyetin idealist ve özverili insanlarla yüceldiği yıllardı. Şanslıydım, yaşadığım ortamda hayat felsefemin oluşmasını sağlayan her değeri yaşayarak öğrendim.
İnsanı çevreleyen ortamın etkisini betimleyen dokunaklı bir ergenliğe geçiş hikayesi var Nuran Hanım’ın: “Mahalle komşumuz Güler teyzenin kızı Sibel ile okuldan arkadaştık. Çoğu zaman çağrılmayı beklemeden çeşitli bahaneler uydurup sık sık misafir olduğum bu sevgi dolu ve bize göre çok modern görünen ailedeki her detayı gözlemleyip içselleştirirdim. Böyle günlerin birinde Güler teyze o hafta sonu kızı Sibel için küçük bir kutlama yapacağını söyleyip beni davet etmiş ve sakın unutma diye de tembihlemişti. O gün geldiğinde yine yeni bir şaşkınlık yaşadım. Bütün kız arkadaşlarımızın çağrıldığı ev, balonlarla, çiçek ve mumlarla süslenmiş, Sibel de çok güzel bir elbise içinde karşımıza gelmişti. Kızına sarılarak bize hoş geldiniz diyen Güler Teyze soran gözlerimize bakıp, merakımızı gidermiş ve bu küçük buluşmanın kızının genç kızlığa geçiş töreni olduğunu açıklamıştı. Güler teyzeye göre bu tören, aynı yaşta olan biz arkadaşlarının da töreni idi. Kendimizle ilgili bilgisizliğimizin farkına vardığı için de bir konferans verir gibi bizi bilgilendirmişti. Anlattıklarını dinleyince, iki hafta önce ilk kez gelen kanamam üzerine kötü bir hastalığa yakalandığımı düşünüp ne kadar çok korktuğumu hatırlayıp kendi kendime gülmüştüm. Güler teyzenin anlattıkları içimi rahatlatmıştı. O günün anısı olarak kızlarına güzel bir kolye hediye eden Güler teyze ve eşi Albay amca hepimizi teker teker öpüp kutlamışlardı. Bu arada Güler teyze Sibel’in can dostu olarak bana ayrıcalıklı davranıp usulca elime minik bir kutu tutuşturmuştu. Kutunun içindeki kalpli kolyeyi güzel bir gençlik hatırası olarak hep sakladım.”
Genç kızlığı süresince erkeklerle hiçbir arkadaşlığı olmadığı için, her türlü kötülüğün erkekten geleceğine, erkeklerden uzak durulması gerektiğine dair tabularla büyütülmüş bir neslin üyesi olan Nuran Hanım, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine başladığı ilk gün amfiye adım attığında, karşısında “kızlı erkekli” bir sınıf ortamı bulunca şaşkınlık yaşamış.
Nuran Hanım: “Cinsiyetçi bir algıyla büyütüldük biz. Erkekler öcü gibi gösterildi, korkmamız gerektiği öğretildi. Halbuki aynı ailede erkek çocuk da var, kız çocuk da var. İkisi de aynı ailede yetişiyor. Kendi çocuğunuz öcü değil ama yabancının çocuğu öcü. Neden? Nasıl yani?”
Sadece cinsiyet açısından değil, etnik ve coğrafi köken olarak da bir o kadar karma bir ortammış üniversite.
Nuran Hanım: “Anadoluyu ve Anadolu insanını Fakültede gördüm ve tanıdım ben çünkü sınıfımız Türkiye’nin demografik bir haritası gibiydi, her yöreden insan vardı. Biz Ankara’da yaşadık ama Türkiye’den haberimiz yoktu. Diyarbakırlı, Karslı, Erzurumlu, “gakkoş”, “dadaş” diye seslenen insanların varlığını orada öğrendim. Anadoludan gelen erkek arkadaşlarımız biz şehirli kızlara nasıl davranacaklarını bilemezlerdi. Onlarda da bizdeki gibi bir çekingenlik vardı. Uzunca bir süre uzaktan birbirimizi tarttıktan sonra birbirimizi tanıyınca, ilişkilerimiz normalleşti, hatta yakınlaştıkça çok iyi anlaştık ve birbirimizi sevdik. O arkadaşlarım sayesinde kadın ve erkeğin cinsel kimlikten bağımsız olarak da arkadaş, hatta dost olabileceğini keşfettim. Aşınmamış moral değerleri, dayanışma kültürünü yaşattılar bana. Halen bu yaşımda devam eden Ankara’nın ötesini bilme ve tanıma arzum da işte o ortamda filizlendi.”
Eşi Hasan Bey ile fakültenin son sınıfında tanışmış Nuran Hanım, mezun olduktan hemen sonra da evlenmiş. Eşinin en çok hayat çizgisi etkilemiş. Onbir yaşında memleketinden ayrılıp, sağlık meslek lisesini burslu yatılı okumuş, sağlıkçı olarak farklı illerde mecburi hizmetini tamamlarken kendi başına İngilizce öğrenmiş, azimli biriymiş. Tek başına verdiği hayat mücadelesiyle ilgili çoğu zaman ketum olsa da, bir seferinde Nuran Hanım’a: “Nuran ben o kadar sıkıntılar çektim ki sana bir tek şey söyleyeyim. Kaldığım evde gökyüzüne baktığım zaman tahtaların arasından yıldızları görürdüm ve sabah kalktığım zaman sular donduğu için tıraş olamazdım. Böyle bir hayattan geliyorum ben.” demiş. Nuran Hanım eşinin bu hayat tecrübesine hep saygı duymuş: “Aşk güzel bir şey de, yanında mantık da olmalı. Ben de bazı kriterler koymuştum kendime. Mesela diyordum ki eşim olacak insanın dürüst olması, aile bağlarının güçlü olması ve güven vermesi lazım. “Dini babam gibi bağnaz olmadan güzel yaşamalı.” derdim. Tabi o zamanlar el ele tutuşup gezmeler, sinemaya gitmeler falan yoktu. Bir kere aile izin vermez, elalem ne der korkusu, mahalle baskısı da cabası. Tanıştıktan bir süre sonra beraber bir yemeğe gittik. Oradaki davranışları, beni hiçbir zaman suistimal etmemesi, bana bir zorlama yapmaması, yalansız, dolansız, mayası temiz bir adam oluşuyla kriterlerime uygundu. Aynı sınıftaydık zaten. Hatta ben ondan bir gün evvel mezun olduğum için şakayla takılırdım “Ben senden daha kıdemliyim.” diye. Mezun olduktan sonra da evlendik. Gelinliğimi annem dikti, arkası da boydan boya fermuarlıydı. Elimde karanfil bir buket çiçekle, Devlet Opera ve Balesinin karşısındaki, şimdi resim-heykel müzesinin arkasında bulunan nikah salonunun merdivenlerinden çıkarken, arkamdaki fermuar pat diye açıldı. Amcamın eşi Fahriye yengem o telaşla nereden bulduysa toplu iğnelerle sırtımdaki açıklığı kapattı. Ben nikahın nasıl olduğunun, nasıl “Evet!” dediğimin farkına bile varamadım. Nikahımızı Müçteba Bey kıydı. Ankaralıların yüzde 70’inin nikahını kıyan, makamına çok yakışan bir adamdı. İlkokul öğretmenim Müzeyyen Hanım da, davetiye göndermeyi unutmama rağmen, nereden öğrenmiş ise çıkıp gelmiş, arkamdaki sırada oturuyordu. Çok mutlu oldum, o da gözleri yaşlı, baktı durdu bana. Bunlar hayatı güzelleştiren buluşmalar.”
Evlilik hayatı üzerine çıkarımlarını da şöyle ifade etti Nuran Hanım: “İnsanın hayatında iki önemli seçim var: eş ve iş seçimi. Evlilik öyle bir müessese ki, içine doğduğun ailenle paylaşamadığın mahremiyetini bir yabancıyla paylaşıyorsun. Sağlıklı yürüyebilmesi için bir araya gelen iki bireyin ortak bir noktada buluşabilmeleri lazım. Ufak pürüzleri törpülemek tamam da, diğeri ötekini değiştirmeye çalıştığı, baskı altına aldığı zaman bir durup düşünmek gerek. Çünkü ezilen insan değersizleşmiş hisseder. Halbuki bir çiftin parçası olsa da, birey olduğunu hiçbir zaman unutmamalı insan. Kendi aile yaşantımda evin yeri geldi içişleri, yeri geldi dışişleri, sağlık bakanları, kimi zaman başbakanı bile oldum. Aklım nerede olursa olsun, kalbim hep evimde oldu.”
Nuran Hanım 27 yaşında oğlu Emrah’ı, 32 yaşında kızı Hande’yi dünyaya getirmiş. Oğlu Hazine Bakanlığında ekonomi uzmanı, kızı ise psikiyatri uzmanı olarak Ankara’da devam ediyorlar hayatlarına. İki güzel torun da ömrünün piyangosu, Hukuk okuyan Ege ve henüz ne tarafa eseceği belli olmayan Rüzgar.
Her iki çocuğunun yetiştirilmesinde annesinin çok büyük payı olduğunu söyleyen Nuran Hanım: “Annemin ezelden beri oğlan çocuklarına ayrıcalıklı bir yaklaşımı vardı. Kardeşimle bana tutumunda kardeşimi kayırdığı çok olurdu. Bir yerde bir kız doğduğunu duyduğunda önce “tüh tüh” diye üzülüp hayıflanır, sonra “bahtı güzel olsun” diye dua ederdi. Başlarda bu davranışına üzülüp kızardım ama sonraları bütün kız çocuklarının kendisi gibi sıkıntı çekeceği varsayımı ile böyle davrandığını anladım. Gebeliğimin başlarında “Bana güvenme, bak benim de halim yok.” demesine rağmen, erkek çocuk olunca sahiplendi Emrah’ı. Oğlumu gönül rahatlığıyla anneme bırakıp işime devam ettim. Çok emek verdi, çok da düşkündü torununa. Kızım Hande’nin doğumundan sonra, onun çıtkırıldım olmayan, mücadeleci yapısına tanıklık edip, kendi deyimiyle “erkekten aşağı kalır bir yanı” olmadığını görünce de, ona da en az Emrah kadar kıymet verdi, bu geleneksel yargısından büsbütün sıyrıldı.”
Ebeveynlik deneyimi üzerine söyleyecekleri var Nuran Hanım’ın: “Of anam of” der insan canı acıdığı zaman… yani babalık etmek de çok anlamlı, fakat annenin payı ölçülemez. Çocuklarla ilgili sorumlulukların çoğunluğunu ben üstlendim. Kucağına verildiği an, dünyaların senin olduğu bambaşka bir varlık evlat, tüm sevgi ona odaklanıyor. Her şey bir yana, evlat sevgisi bir yana, her sevginin üstünde oluyor. Hayata sana muhtaç olarak adım atan o varlığı ilmek ilmek işleyerek bir insan inşa ediyorsun. Ben çocuklarımı büyütürken hep istikrarlı davranmaya çalıştım. “Evetlerim” de, “hayırlarım” da netti. Olmaz dersem, sözümden dönmez, çocuklarıma yapmayın dediğim şeyi ben de yapmazdım. Onlara üretken olmayı, paylaşımı ve topluma değer katan doğrular için savaşmayı öğütledim. “Empatiyle yaklaşın çevrenize, başka insanların çektiği sıkıntıları hissedin, çünkü insan olmanın kuralı budur.” dedim. Ve ben çocuklarımla her zaman iftihar ettim. Çocuklarım zaman zaman serzenişte bulunurlar bana: “Senin bize aşıladığın bu moral değerler için teşekkür ederiz ancak bu zamanda bu değerlerle yaşamak epey zor anne, çünkü bu devirde bu değerler, ne yazık ki geçer akçe değil.” derler. Fakat devir hangi devir olursa olsun, yine de eninde sonunda evrensel etik kuralların galip geleceğine inanıyorum ve cesaretlerini ve umutlarını yitirmemeleri için yürekten inanarak paylaşıyorum bu inancımı onlarla.”
Seyahat dedin mi ayağında pabucu hazır beklermiş Nuran Hanım. Bu yüzden eşi hem Siyasal Bilgiler asistanlığına, hem de Ticaret Bakanlığına girme hakkı kazanınca, yurt dışı imkanı nedeniyle Bakanlığı tercih etmesi yönünde yönlendirmiş. Eşinin görevi dolayısıyla 13 yıl yurtdışında yaşamış ve bu sayede Lübnan, Fas, Yunanistan, Çekoslovakya, Kuveyt ve Mısır gibi ülkeleri, farklı medeniyetleri yakından tanımış. Eşi emekli olduktan sonra ise, kâh bulduğu fırsatları değerlendirerek, kâh kendisi veya kızıyla bir fırsat yaratarak gezmeye devam etmiş. Bir bakıma çocukluğunun tır şoförü olup dünyayı gezme hayalini gerçekleştirmiş böylece.
Nuran Hanım: “Yurt dışında yaşamak o kadar zenginlik kattı ki bana. Eşimin mesleği dolayısıyla farklı medeniyetleri ve insanları tanıma fırsatı benim en büyük kazanımım oldu. Eşimin ilk tayin yeri Lübnan’ın başkenti Beyrut’tu. Ben Ankara’da kalıp hakimliğe devam ettim ve o üç yıllık görev süresince, minik oğlumla bayramları babasının yanına gittik. Yurda dönüşte Türkiye’de üç yıl kaldıktan sonra, bu sefer hep birlikte ve de kucağımda aileye yeni eklenmiş kız bebeğimle, ikinci tayin yerimiz olan ve bende çok güzel anılar bırakan Fas’ın Rabat şehrine doğru yola koyulduk. Fas’ta egzotik bitkilerin aroması nedeniyle hava mis gibi kokar, burası “devamlı bahar ülkesi” diye düşünürdüm. Hande’nin bakıcısı dahil, sokaktaki herkes sadece Arapça değil Fransızca da konuşurdu. Bu durum Fransızca’ya merak salıp bir süre kursa devam etmeme sebep olmuştu. Takip eden durağımız o zamanlar Çekoslovakya denen ülkenin başkenti Prag oldu. Bu orta Avrupa şehrinde “medeni insan” kavramıyla tanıştım. Gerçekten de, Prag’da kaldığım süre boyunca tek bir gün dahi bir ağız dalaşına, bir saldırganlık gösterisine denk gelmedim. Biz sefaret mensupları “Bu kadar nazik, bu kadar uyumlu olunabilir mi, bu insanlar sinirlerini mi aldırmış?” derdik. Üzülürdük de, çünkü bu ince insanlar, aynı zamanda dönemin komünist rejiminden kaynaklanan çok ağır bir ekonomik kriz sonucunda gündelik hayatlarını idame ettirmek için zorlanıyorlar, çok büyük yoksunluk çekiyorlardı. Çek ve Slovak halklarından sonra, bir sonraki istasyonumuz Yunanistan’da Rum insanlarını tanıma fırsatım oldu. Politik olarak onca gerilim yaşadığımız bu komşu ülkenin insanlarıyla aslında gelenek, kültür, yaşam tarzı açısından ne kadar benzeştiğimizi gördüm. Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış olanların doğdukları topraklara olan hasretlerine tanıklık edip üzüldüm.
Sonraki görev yerimiz Kuveyt oldu. Kuveyt şehrinin kendisi ülkeyi oluşturuyordu, o kadar minik bir ülkeydi, ancak büyük bir zenginliğe sahipti. Şeriat kanunları geçerli olmasına rağmen, gündelik hayata katı bir yansıması yoktu. Kozmopolit bir ortamdı, çarşaf veya cellabeyle gezen yerli halkın yanı sıra, Batılıların şortla gezebildiği hoşgörülü bir ortamdı. Hatta o zaman ergenlik dönemlerinde olan oğlumla kızım arkadaş gruplarıyla plaja yüzmeye giderlerdi. Bu nedenle en rahat ettiğimiz görev yerlerinden biriydi, ta ki, kızımın lise mezuniyetinden birkaç ay sonra, Ağustos 1990’da Saddam Kuveyti işgal etmeye girişene kadar. Görev süresi bu şekilde “Saddam zoruyla” yarıda kesilince, eşim Mısır’a nakledildi. Bu vesileyle kısa da olsa, Mısır medeniyetini de tanıma; başkent Kahire’yi, piramitleri, Luksor ve Asvan gibi, Nil boyunca yer alan antik yerleşim merkezlerini ziyaret etme imkanım oldu. Yunan medeniyetinin temelinin Mısır medeniyetine dayandığını o zaman idrak ettim. Eşimin mesleğine ailecek müteşekkiriz, çocuklarımın çok iyi okullarda okuyup, anadilleri yanında iki dil bilmelerine katkı sağladığı gibi, benim de ufkumu genişletti, kişisel moral değerlerimin üstüne daha farklı kültürlerden değerler ekleme fırsatım oldu, zenginleştim.”
Nuran Hanım’dan son söz: “Hayatın amacı; her zaman iyiye, güzele, doğruya ulaşmaktır. Doğaya, doğadaki canlara, insana saygısı olan, sevgiyi yüreğinde hisseden vicdanlı insanların daha güzel bir dünya yaratacaklarına gönülden inanıyorum.”
YAŞLILIK Yaşlılık zor be dostum Gönlün uçarken havalarda Gövden dur diyor sana Ayakların zincirliyor seni toprağa. Yaşlılık yalnızlık demek dostum Kalıyorsun bir başına Hayat hızlı akıyor Kimsenin arayıp sormaya Vakti olmuyor Kendi kendine kalınca da Vakit geçmek bilmiyor. Yaşlılık geçmişi yaşamaktır dostum Geleceğe fazla bel bağlamadan Geçmişin güzelliklerini anmak O güzel günlerle avunmak Evvel giden sevdiklerin için yanmak Rüyalara sığınıp onlarla buluşmaktır. Yaşlılık acizlik sayılır dostum Yüzündeki kırışıklıklar Hayat tecrübesinin koordinatlarıdır Ama çoğu zaman bu yaşanmışlıklar algılanmaz Ve bazen bu kırışıklıkların aklında da Olduğunu sanıp sana ve hayatına Yön verirler akıl satarlar İyi niyetle yapılsa da Bunlar batar insana Acizsin ya bir yardımcı gerekir Verip parasını satın alırsın merhameti Yaşlılık ölümü düşünmektir dostum Kimseye yük ve muhtaç olmadan Kimseyi tedirgin etmeden Bir çırpıda ölenlere imrenerek Ağaçlar gibi ayakta ölmeyi Tanrıdan dilemektir. Hayatın döngüsü bu dostum Tekten çift olmak Sonra çoğalmak Ve sonunda yine tek kalmak Şikayete gerek yok Herkes bu sınavdan geçecek Yolun sonunda Güzellikler bıraktıysan ardında Ne mutlu sana. Nuran Şentürk Karakılıç