Oktay Demirci – Doğruluk, Dürüstlük ve Paylaşmak

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.

Nazım Hikmet

Oktay Demirci, 1950 yılında Erzurum’un Şenkaya ilçesinde Allahuekber Dağları’nın eteğinde bir köyde başlamış hayata. Birbirlerini çok seven, saygı duyan 5 çocuklu bir ailenin ikinci çocukları. Kış mevsiminin 4-5 ay sürdüğü, gaz lambasıyla aydınlanan, ulaşımın zorlu olduğu bir yörede zorluklarla da olsa güzel bir çocukluk geçirmiş. Tüm bu zorluklara rağmen eğitim öğretim düzeyinin en yüksek olduğu bölgelerden bir tanesiymiş o dönemde yaşadıkları ilçe.

“Bugünkü çocukların yaşadığı gibi bir çocukluk yaşayamadık biz. Annem ve babam çok yardımsever çok iyi insanlardı. Kimseyi boş çevirmez herkese yardımcı olmaya çalışırlardı. Bir oda bir aşhanesi olan huzurlu bir evimiz vardı. Hepimiz o bir odada yatardık. Benim ağırbaşlı bir çocuk olduğumu anlatırlar. Kardeşlerimle hiç sorunumuz olmazdı. Çok iyi anlaşırdık. Uyumluyduk hep birbirimizle, yardımlaşarak yürütüp giderdik. Köyde olduğumuz için hayvancılıkla uğraşırdık. Sabahları okula gitmeden önce ahıra gider hayvanların yaşadığı yeri temizler, yemlerini verir öyle giderdik okula. İlkbaharda her evin çocuğu hayvanları otlatmaya götürürdük. Orada oyunlar oynardık sohbetler ederdik. Kışın okula giderken her çocuk eline biraz odun alırdı, okulda sobayı yakıp ısınmak için. Okula gidene kadar yün çoraplarımızın her yanını kar kaplardı. Birleştirilmiş sınıfta okuyorduk o zaman. Öğrenciler sırayla nöbetçi olur sınıfı temizler sobayı yakarlardı. Su da yoktu tabi okulda. Kaynak suyu vardı biraz ilerde. Eve geldiğimiz zaman annemize babamıza yardımcı olur akşam gaz lambası ışığında ders çalışırdık. Neredeyse hiç oyuncağımız yoktu, mahallede oyunlar oynardık. Belli bir süre içerisinde bir yaşam sürüldü orada, zorluklar olsa da güzel anılarımız var.”

Bilmem bu yol nereye çıkar/ Dağları dereleri var

Emre Fel

Oktay Bey’in fırçasından

İlkokulu bitirdikten sonra ortaokul için ilçeye yerleşiyor köyden birkaç arkadaşıyla birlikte. Babaları bir ev tutuyor kendileri küçük ama idealleri büyük olan bu çocuklara. Çok çalışarak ve emeklerinin karşılığını alarak geçiyor o yıllar.

“O yıllarda aileden bağımsız olarak ilk defa bir yaşam sürdürmeye çalışıyoruz. Bütün ihtiyaçlarımızı kendimiz yapıyoruz yemeğimiz, temizliğimiz… Her hafta ekmeğimizi bir arkadaşımızın annesi yapar yollardı. Tatillerde köye gelirdik. Ama vasıtayla falan değil, kışın özellikle karda yürüyerek. Düz bir yol da değildi tabi, dağları aşarak yürürdük. Hiç unutamam bir tatil için köye gitmiştik, pazar günü tekrar yola çıkıp ilçeye gelecektim. O hafta ekmek götürme sırası bendeydi, köyden dönüşte götüreceğim. Ekmeği, kıyafetlerimi heybeye koyduk sırtımda götüreceğim. Babam kardeşimi de yanıma kattı, atla geliyoruz, kar kış… Ben yolda kardeşim zorlanmasın diye geri çevirdim onu. Ekmekler heybede sırtıma aldım gidiyorum. Yürüyorum ama işim çok zor, öyle çaresiz kaldım ki oturdum düşündüm ne yapacağım diye. Fakat yapacak bir şey yok tabi, kalktım yürüyerek ağlayarak gidiyorum. Arkadan bir ses geldi ne oldu niye ağlıyorsun diye, baktım bizim köyden bir amca. Yoruldum dedim, gidemiyorum. Geldi heybemi aldı sırtımdan, ilçeye kadar götürdü beni. Bu benim hiç unutamadığım anılarımdan birisidir.’’

Gençlik öyle bir yazdır ki / Ne yurt ne ev ne oda / Yalnızca gökyüzü / Yeter insan

Haydar Ergülen

Ortaokul bittiğinde ideali öğretmen olmak. Öğretmen okulunun sınavına Erzurum’da giriyor. O yaz öyle geçiyor, lise birinci sınıfa başlıyor. On beş gün sonra okuldayken haber geliyor bir gün, öğretmen okulunu kazananlar açıklanıyor. Oktay Demirci de o listedekilerden biri. Artık yeni bir yolculuk başlıyor Gümüşhane’de. Çok sevdiği, kıymetlisi mesleğinin eğitimini Gümüşhane Erkek Öğretmen Okulunda tamamlıyor.

“Öğretmen okulunu kazanıp öğretmen olmak büyük bir övünç kaynağıydı. Dayım öğretmendi benim, bize yol gösterirdi. İdolümdü. Sınavdan bir gün önce tarladayım, nadas yapıyorduk. Babam haber göndermiş erkek kardeşimle, Oktay’a söyleyin gelsin yarın sınava girecek, diye. Bizim okumamız için her türlü fedakarlığı yaptılar, çok istiyorlardı onlar da. Kardeşim atla geldi beni Sarıkamış’a kadar götürdü. Oradan trene bindim Erzurum’a gittim, ertesi gün arkadaşlarla buluştuk, sınav yerini öğrendik, sınava girdik. Acaba nasıl oldu bilmiyoruz tabi. O yaz geçti, okullar açıldı liseye başladım. 15 gün sonra sonuçları öğrendik. Öğretmen okuluna Gümüşhane’ye gideceğiz. 6 arkadaş kazandık ortaokuldan. Okula kaydolmak için düştük yola, kendi başımıza gittik. Okuldan giysi vermişlerdi, kumaş pantolon ceket, gömlek, kravat. Havalı bir şeydi o zamanlar. 3 yıl okuduk orada. O yıllarda tek amacımız vardı, çalışıp bitirip öğretmen olmak. Yatılı olarak kalıyorduk okulda. Sabahları egzersizler ve etütler olurdu dersten önce. Basketbol takımındaydım ben de. Yatakhanede birçok arkadaşlığımız oldu, hala görüştüklerimiz vardır. Her birimiz farklı bir yerden gelmiştik. Kimse yok, anne baba yok, birçok şeyi birlikte paylaşıyorduk. Yeri geliyordu köylere dönmek için yol parasını paylaşıyorduk. Kolay değildi. Ama büyük bir çabayla öz veriyle çok çalıştık.’’

Benim ilk çocuğum/ İlk hocam/ İlk yoldaşım/ 19 yaşım

Nazım Hikmet

1971 yılında öğretmenlik serüveni başlıyor. İlk olarak Muş ilinin Bulanık ilçesinde bir dağ köyünde göreve başlıyor Oktay Öğretmen. Burada iki yıl çalıştıktan sonra sırayla önce Erzurum Hınıs sonra da Erzurum Şenkaya’da devam ediyor meslek hayatına. Buradan sonra geldiği İzmir’in çeşitli köylerinde ve ilçelerinde öğretmen ve idareci olarak çalıştıktan sonra 2005 yılında İzmir’de emekli oluyor.

‘’İlk görev yerim Muş’un Bulanık ilçesi Akrak (Demirkapı) köyü idi. İlk yıllar çok heyecanlıydı. Öğretmenler köyün sadece öğretmeni değil, kâtibi, muhtarı, her şeyiydi. İki öğretmenli bir birleştirilmiş sınıf vardı okulda. Birleştirilmiş sınıfla ilgili eğitim verilmemişti bize. Son sınıfta stajyer olarak okullarda çalışıyorduk ama müstakil sınıflardı onlar da. Bilemiyorduk. Çevredeki 5 köyde okullarda çalışan arkadaşlarla iş birliği yaparak birlikte plan program yapardık. Ben 4. ve 5. sınıfı almıştım. İki yıl görev yaptım o köyde. Köyün ulaşım aracı yoktu. At arabası vardı, kışın kızakla ulaşım sağlanıyordu. Ben yine alışıktım, bizim köyde onlar da yoktu ama Batı’dan gelen arkadaşlar zorlanıyorlardı. Köyde yaşayan insanların da ekonomik durumları iyi değildi. Hem eğitim öğretim vermeye çalışıyor hem de o insanlara her konuda yardımcı olmaya çalışıyorduk. Kardeşlerimin eğitim masraflarını da ben yüklenmiştim. Daha sonra Hınıs’ta yine bir dağ köyü olan Kongur’da bir yıl çalıştıktan sonra bizim komşu köylerden biri olan Aktaş’ta başladım göreve. Memleketten sonra İzmir’in Bergama ilçesinde bir köye çıktı tayinim. 15 yıl çalıştım bu köyde. Burada artık yol vardı araba vardı. Sonra İzmir merkeze geçtim, buradan da emekli oldum.’’

Öğretmenlik yaptığı yıllar boyunca hep çok severek çalışmış. Zorlu koşullarda yaşayan ailelerin çocuklarının okuyup ayakları üzerinde durmaları için çok çaba sarf etmiş hayatı boyunca. Özellikle kız çocuklarının okumaları için de büyük bir özveriyle mücadele etmiş.

‘’ Öğretmen olmak her çocuğun babası olmak demek. Her çocuğu kendi çocuğun gibi görmek zorundasın. Bir öğretmen olarak çocuklar için bir şeyler yapabilmişsen, aydınlatabilmişsen onları, ışık olabilmişsem benden mutlusu yoktur. Başka hangi işi yapmak isterdim diye aklımın ucundan bile geçmedi. O yörelerdeki insanların çocuklarının başarılı olmaları için zorunlu olarak değil zevkle çalışıyordum. Öğrencilere yol gösteriyorduk. Kız öğrencilere de yatılı okullar kazandırdık. Çalıştığım köyde kız çocukları hiç okutulmazdı başlarda. Sonraları sayısı artmaya başladı. Velilerle konuştuk ikna ettik onları. En çok mücadele ettiğim şeylerin başında gelir bu. 1978 yılında Bergama’daki köyde sadece ilkokul bitirirlerdi. Sadece iki kişi ortaokul okumuştu düşünün. Benim çocuklar da ortaokula başlayınca özel araba tuttum, velileri teşvik ettim, birkaç veli daha göndermeye başladı çocuklarını. Öğrenci servisi devam etti yıllarca, ben oradan ayrılırken günlük 2 servise çıkmıştı sayı. En büyük başarım, mutlu olduğum şeylerden birisi odur. Öğretmenler ülkenin temel taşlarını yetiştiriyorlar. Bunlar ne kadar sağlam olursa ülkenin geleciği de o kadar aydınlık olur. 

Kendi ailesini öğretmen okulundan mezun olduğu yıl kuruyor. Eşi çocukluk arkadaşı. İlk yıllarda uzakta çalışıyor hep. Mutlu evliliklerinde 2 kız ve 1 erkek çocukları var, bir de çok kıymetli torunları Deva ve Zeyno… Çocuklarının okuyup meslek sahibi olmaları, kendi ayakları üzerinde durmaları çok büyük mutluluk kaynağı kendileri için. Fakat daha önemli bir şey var: Dürüstlükleri, paylaşıma ve birlik beraberliğe verdikleri önem.

Bir baba olarak en büyük hazinesi…

‘’ Eşimle birbirimizi severek evlendik. Hayattaki en yakın desteğin eşin ve çocukların oluyor. Önceleri mektuplarıma cevap vermedi. Sonra mektuplaşmaya başladık. Gümüşhane’de bir bakkalın adresini vermiştim. Mezun olduktan sonra evlendik. Evliliğin ilk yıllarında farklı yerlerde kaldık görevden dolayı. Acısını tatlısını birlikte paylaştık hayatın, çok güzeldi. Evlendikten 3 yıl sonra büyük kızım doğdu. Hınıs’ta bir dağ köyündeydim ben o zaman. Eşim kendi köyümüzde kalmıştı. Kızımın doğduğunu mektupla öğrendim. En büyük mutluluğu yaşadım. Tatili iple çektim. Gördüğümde yaşadığım mutluluk bambaşka bir duyguydu. Diğer kızım 2 yıl sonra doğdu. O zaman da komşu köydeydim. Kar yağışı nedeniyle 2 3 gün gelemedim köye. 2 yıl sonra da oğlum dünyaya geldi. Yaşadığımız yörede televizyon falan yoktu. Gaz lambasının ışığında eğlenirdik akşamları uyumadan önce. Oyunlar oynardık. Çok güzel yıllardı. Baba olmanın kaygıları korkuları var. Çocukları için, gelecek için, ülke için. Büyük bir sorumluluk. Bunu en iyi şekilde yerine getirme kaygısı var. Zeyno ve Deva doğduğunda Söke’ye taşındık onlarla ilgilenebilmek için. Torun sevgisi de bambaşka bir şey hiçbir şeye benzemiyor. Yaşam kaynağı onlar. Göremediğimiz zaman bir eksiklik oluyor. Hayatta her şeyin başında eşinle olan mutluluğun ve çocuklarının mutluluğu geliyor.’’

Kimseyi kırmamaya çalışarak, dürüstçe yaşadığım için çok huzurluyum, diye tamamlıyor hayat öyküsünü anlatmayı. Kendi ailesinde gördüğü saygıyı, sevgiyi, yardımlaşmayı, birlikteliği kendi kurduğu ailesinde de gördüğü için oldukça mutlu olduğunu dile getiriyor. Şimdilerde huzurlu bir hayat sürüyorlar, resim yapıyorlar eşiyle birlikte. Bağlama çalıyor kendisi. Gençlere, bir şeye inanmışlarsa, sıkı sıkıya sarılıp çaba sarf etmelerini, paylaşmayı bilmelerini tavsiye ediyor. Hayattaki en büyük mutluluk bir başkasıyla paylaşınca oluyor diyor.

En sevdiği Halk Ozanları: Mahzuni Şerif, Aşık Veysel

En sevdiği Şair: Nazım Hikmet 

En sevdiği Yazar: Yakup Kadri 

En sevdiği Film: Yılmaz Güney filmleri


Betül Turalıoğlu, Yazar
Betül Turalıoğlu, Yazar

Oktay Öğretmenimin hayat hikayesi azmin ve başarının hikayesi. Kendisi çok iyi bir öğretmen, çok iyi bir baba, çok iyi bir dede. Allahuekber Dağlarının eteğinde bir köyde başlayan hayatını dinlemek bana inanmanın, emek vermenin önemini bir kez daha hatırlattı. Erdemli kişiliğini, hayatta önem verdiği şeyleri dinlemek çok kıymetliydi. Hepimizin gayesi olan kız çocuklarının okumasına yaptığı katkıyı dinlemek öyle güzel öyle anlamlıydı ki. Gerçekten kalpten severek yapılan hiçbir şeyin insanın omuzlarında yük olmayacağını hatırladım bu süreçte. Ne olursa olsun insan hayal etmeye ve başarmak için çabalamaya devam etmeli dedirtti bana bu hikaye. Rilke’nin de dediği gibi ‘’Bu dünyada ise düşlemeyi sürdürmektir en büyük beceri.’’