Melih Bulut
Ali Özgün - Denizlerin Ali Abisi
Tülin Mertcan, 15.04.1956’da İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Lise öğrenimini Ankara Çankaya Lisesi’nde, yüksek öğrenimi Gazi Eğitim Enstitüsü’nde tamamlamıştır. Çeşitli yerlerde İngilizce Öğretmenliği yapmış ve emekli olduktan sonra Bodrum’a yerleşmiştir. Şu anda kızı ve ailesiyle birlikte Bodrum’da yaşamaktadır.
Benim çocukluğum çok mutlu geçti diyemem. Annem çok despot biriydi, beni ve kız kardeşimi hastalanmayalım diye dışarıya pek çıkarmazdı. Sonradan bir küçük erkek kardeşimiz oldu. Ayrımcılık vardı biraz da. “Ferhunde Hanım’ın Kızları” diye bir roman var ya ben de “Gülhan Hanım’ın Kızları”nı yazacağım (gülüyor). Annem herkesin öyle söylemesini ve çok terbiyeli, onun iftihar edeceği çocuklar olmamızı istiyordu. Hakikaten de öyle yetiştik ama mutlu olamadık, istediklerimizi yapamadık.
Benim ilkokula dair bir anım var çok mutlu hatırladığım. Öğretmenimiz sınıfta piyango çekti, okulun son günüydü. Ve şansıma bana çıktı. Beni aldı bir kitapçıya götürdü. Bana ‘Çitlembik’ diye bir kitap hediye etti. Onu uzun yıllar sakladım. En sonunda bir çocuğa hediye verdim.
Annem benden önce doğan abimi doğumda kaybetmiş. Bunun da etkisiyle erkek gibi yetiştirildim sanırım. Çıtkırıldım bir kız yerine biraz erkek gibiydim. Annem beni ilk göz ağrısı diye çok hijyenik bir ortamda yetiştirmiş. Yere çarşaf serermiş, oyuncaklarımı elime kolonyalayıp verirmiş. Ben de atarmışım tabii yaramaz çocuk. Sonra da yine kolonyalayıp getirirmiş. Böyle olunca da ben çok sık hastalanan bir çocuk olmuşum. Kız kardeşim doğduğunda (aramız da bir yıl var) onu çok kıskanmışım. Babaannem anlatırdı: kız kardeşime kâsenin içinde mama yedirirlerken ben uzaktan bir taş atmışım tam kasenin içine basket. Elinde dağılmış kâse. O daha rahattı bana göre, ben daha duygusaldım.
Sokağa ya da bahçeye çıkıp oyun oynayamazdık. Üstümüz başımız çamur olmasın diye. Hatta bir seferinde Lüleburgaz’a tayin olmuştuk, ilkokul bire gidiyordum sanırım. Kar yağıyordu. Dışarı çıkıp oynamak istemiştik. Annem de üşütüp hastalanmayalım diye izin vermemişti. “Ben size getiririm.” deyip bir tepsiye tepeleme kar doldurup önümüze koyup “Hadi oynayın bakalım.” demişti ama biz de arkadaşlarımız gibi kardan adam yapıp kartopu oynamak istemiştik. Üzülmüştük çok.
Annem bize bebek değil ama kibrit kutularından tren, kamyon yapmıştı. Bir de o zamanlar taş bebek diye bir bebek vardı. Porselen bebek. Annem çok pahalıya bir tane almıştı ama kırarız diye bize fazla vermedi.
Lüleburgaz’da ilkokula başladım. Sınıfta çok güzel resim yapardım. Öğretmenim çok memnundu. Hep orman resmiydi. Şimdi de doğaya çok düşkünüm. Belki o zamanlardan kalma bir alışkanlıktır. Söğüt ağaçları falan vardı mesela bayılırdım. Onlardan kendime saç yapardım.
Kafkaslardan gelmiş ve Erzincan’a yerleşmişiz. Savaş sırasında hükümet ortalıktaki çocukları toplamış. Babaannem de onlardan biriymiş. İstanbul’a konaklara yetiştirilmek üzere gönderilmişler. Babaannemin gittiği konağa bir muhasebeci bey geliyormuş. Bir gün adamcağız oturmuş ağlıyormuş. Babaannem “ Ne oldu Ali Rıza Efendi?” diye sormuş, o da “Karımı kaybettim.” demiş. Babaannem de “Üzülme, ben seninle evlenirim.” demiş. Dedem de birkaç kere gidip geldikten sonra “Ben emekli oldum, köyüme dönüyorum. Gerçekten benimle evlenir misin? deyince babaannem de “EVET” demiş ve birlikte dedemin köyüne dönmüşler. Babam doğduktan 9 sene sonra dedemi kaybetmişiz. Babam da askerlik sınavını kazanmış ve karacı topçu olarak mezun olmuş. Annem de aynı köydenmiş, komşularmış. İstanbul’da evlenmişler. Babam çok dürüst bir adamdı, annem de yapıcıydı. İkisinden de bu özellikleri miras almışım.
Babaannem yazları Erzincan Kemaliye’nin Kozlupınar Köyü’nde yaşardı, kışın da hava soğuduğunda bizim yanımıza gelirdi. Bizlere ceviz, pestil, dut ve yaptığı bir sürü şey getirirdi. Ben çok severdim babaannemi. 75 yaşına kadar yaşadı. Torun torbayı gördü. Kızıma da bir yıl o baktı.
Yazları anneanneme İstanbul’a giderdik. Bütün dayılarım, yengelerim İstanbul’daydı. Annem birleştirici bir roldeydi. Gittiğinde herkesi bir araya getirirdi. Çoğunlukla yazları Büyükçekmece Kampına giderdik, babam subay olduğundan her sene oraya abone gibiydik. Çok da komik bir anım vardır o günlerden: Yine gittiğimiz bir yaz tatili akşamında babamın arkadaşlarından birinin oğlu geldi ve babama hitaben “Amcacığım kızlarınızla birlikte sahile gidebilir miyiz?“ dedi. Babam da ”Yok evladım, onlar yorgunlar.” yanıtladı. Biz ısrar edince annem de “Hadi gidin ama geç kalmayın.” dedi. Neyse gittik, erkek kız karışık bir grupta, gitarlar çalınıyor, ateş yakılmış herkes neşeli eğleniyor, biz de bayıldık tabi.. Dans ettik, sohbet ettik, tam gençlik havaları. Derken arkadan bir ses ‘Tüliiin, Sibeeeel’. Bir baktık annemle babam bir banka oturmuş, bizi çağırıyorlar. Utandıklarından yanımıza gelmiyorlar da sesleniyorlar. “Saat daha kaç ki çağırıyorsunuz?“ diye sinirlendik. Meğerse saati de fark etmemişiz, 12 olmuş. Neyse üzüle üzüle eve gittik artık.
Evimize televizyon çok geç girdi. Ankara’da büyük dayımlar almıştı ilk defa. Biz de bazı geceler güzel bir şey varsa haftadan haftaya ya da o güne özel bir şey varsa izlemeye onlara giderdik. Lise çağlarımda almıştık biz de.
İlkokul çağlarımda “Doğan Kardeş” diye bir dergi vardı. Bizlerden şiir, hikâye isterlerdi. Kendileri de yazarlardı. Her hafta çıkardı. Onu takip ederdik biz. Baktım ki herkes şiir yazıyor, ben de bir şiir yazdım ve anneme de söylemeden sürpriz olsun diye gönderdim. Herkesin şiiri de yayınlanmazdı. Benimki yayınlandı ve anneme sürpriz yapmak için yanına gittim ve “Anneciğim bak şiirim yayınlandı.” dedim. Annem okuduktan sonra “Tabi annesi ölmüş bir kız gibi yazmışsın, acıdıkları için yayınlamışlardır.” demesin mi? (gülüyor). Ondan sonra bir daha şiir yazamadım.
Annem çok marifetliydi. Terzi gibi çok güzel dikerdi. Kız Meslek Lisesi mezunuydu. O dikerdi bizlere kıyafetlerimizi. Mesela babamın pantolonunu keserdi, biçerdi, boyatırdı bizlere elbise yapardı. Yaratıcıydı da aynı zamanda. Arkadaşlarım “Nerden aldın bu kıyafeti?” diye sorarlardı, ben de “Annem konfeksiyon.” derdim. (gülüyor) O kadar güzel dikerdi yani. Bayramlarda elbise hariç ihtiyacımız neyse, özellikle ayakkabı almaya çıkardık.
Babam orduevi müdürüydü Ankara’da. Özel gecelerde hep oraya giderdik. Bir de sineması vardı. Oraya güzel film geldiğinde onlara da beraber giderdik. Hafta sonları piknik yerleri vardı, oralara giderdik.
Lisedeyken de pastanelere falan göndermezdi annem. Nuri Alço filmlerinden etkilenerek içeceklerimize bir şeyler katarlar diye (gülüyor). Sadece yaş günlerimizde toplanırdık. Çok şanslıydım çünkü yaş günlerimizi orduevinde yapardık, tüm arkadaşlarımızı çağırırdık. Dans eder, eğlenirdik tabi annemin gözetiminde. (gülüyor)
Elvis Presley “Yesterday It’s Now or Never”, The Beatles “Let It Be, Come Together“ Abba “Dansing Queen, Money Money“ Leonard Cohen “Dans Eme To The End Of Love” Barış Manço “Dağlar dağlar , Kol Düğmeleri” Cem Karaca “Ben Bir Ceviz Ağacıyım, Tamirci Çırağı” sevdiğimiz şarkıcılar ve şarkılardandı.
Lisede İngilizceyi çok seviyordum. Öğretmenimiz de çok kıt not verirdi. Çok disiplinli fakat çok iyi bir kadındı. İyi notlar alırdım . O da çok severdi beni. Evlerimiz yakındı bayramlarda onun evine bayram kutlamasına giderdim. Bir gün sınıfta “Aranızdan öğretmen olmak isteyen var mı? dedi. Ben de en önde oturuyorum, arkamı görmüyorum. Parmak kaldırdım. “Peki İngilizce öğretmeni olmak isteyen var mı?” dedi. Ben yine parmak kaldırdım. Hala görüşüyoruz. Bir gün dedi ki “Hatırlıyor musun ben böyle bir soru sormuştum ve sınıftan sadece sen parmak kaldırmıştın.” Çok şaşırmıştım. Ve ben İngilizce öğretmeni oldum.
18 yaşına geldiğimde ehliyet almıştım. Babam da o sene yeni çok güzel bir araba aldı ama arabayı kullanmama annem izin vermiyordu. Bir gün yaş günümdü. Arkadaşım bize gelmişti. “Hadi dedi arabayı al da biraz gezelim.” Ben de “Annem izin vermez.” dedim. O da “Sen yine de bir sor.” dedi. Sorduğumda da annem “ Baban kızar.” diye yanıtladı. Anahtar da portmantoda asılı. Arkadaşım “Al şu anahtarı da gidelim.” dedi. Ben de büyük bir cesaretle aldım. Gezdik biraz sonra ben Amerikan Kültür’deki gece kursuma gittim. Sonra eve döndüm. Arabayı da ilk kez gece kullandığım için hangi düğmelerin far için olduğunu pek bilmiyordum. Meğerse bir düğmeye eksik basmışım. Eve yaklaşırken bir de ne göreyim. Annemle babam yarı bellerine kadar camdan sarkmış beni bekliyorlar. Arabayı tam park etmeye başladım ki babam aşağı indi. Kızgın bir sesle “Bırak ben park ederim. İkinci farı açmamışsın, çarptın zannettim.” dedi. Ben de indim. Babam sadece far için kızdı. Asıl ben annemden çekindim. Annem kapıda durmuş beni bekliyor. Şimdi bir tokat yerim derken “Yavrucuğum bir daha arabayı almak istediğinde benden izin al.“ demez mi? (gülüyor). Komediydi biraz ama ben kabuğumu kırdım o gün araba kullanma ve arabayı alma konusunda. Ondan sonra arabayı babam ve ben kullandık, şoför Nebahat oldum.
Kimyam iyiydi. Çok seviyordum. Bir de babam o sıralarda mide kanaması geçirmişti. Bir doktoru ayarladım laboratuvara girip tahlilleri ben yaptım. Ondan sonra daha çok sevmeye başladım kimyayı. Üniversite sınavında kimyayı yazdım. İngilizce sınavını da kazanmışım ama kimyadan önce öğrendim kazandığımı. E bekle bekle kimyada üçüncü sıradayım sıra gelmiyor. Ben de dedim ki “İngilizce ye gideyim de sıra gelirse geçerim diğerine.“ Ama İngilizceyi ve arkadaşlarımı da çok sevdim. Daha sonra kimyada sıram geldi ama gitmedim.
Üniversite yıllarımda siyasal karışıklıklardan ötürü rahatça derslerimizi işleyemezdik. Her gün dersten çıkarılıyorduk. Bir gün çok sinirlendim ve ”Yeter artık.” dedim “ Ne diye engel oluyorsunuz bizim dersimizi işlememize? Ben öğretmen olup Anadolu’ya gitmek istiyorum.” dedim. Ama sınıfta da ben tekim. Diğer herkes çıktı sınıftan. Kapıda bana ne olacak diye bekliyorlar. “ Peki bacım.” dediler ve herkesi sınıfa geri aldılar. Diğer tüm şubeler devam edemedi ama bizim şubemiz sene sonuna kadar dersleri tamamladı. Sadece bizim şubemiz mezun oldu o sene.
Annem Konya’yı daha önce beğenmesinden ötürü “Eğer tayinin Konya’ya çıkarsa seni gönderirim.” dedi. Ben de o kadar il içinden Konya çıkmaz diye ümidimi keserek İstanbul’a gittim. Dayım Otosan’da muhasebe müdürüydü. Ben de genel müdür sekreteri spontane tercüman olarak çalışacaktım. Onunla Avrupa’ya gidip iş bağlayacaktım. Bir türlü adamcağız Avrupa’dan gelemedi. Bir gün annem heyecanla telefon etti. “Tayinin Konya’ya çıkmış. Gidecek misin?“ dedi. Ben de hemen atladım gittim. Okul da Endüstri Meslek Lisesi, hayta öğrencilerle dolu. Gelen makinelerin prospektüslerinin çevirilerini ben yaptım. Bir ara film çevirileri de yapmıştım.
Konya’da çok mutluydum. Orduevinde kalıyordum. Orada eşimle tanışıp evlendik. Bir kızımız oldu. Sonra eşim Ankara’ya tayin oldu. Ankara’dayken asistanlık sınavına girdim Gazi Eğitim’in. Orda üç yıl çalıştım ve öğretim görevliliği unvanını verdiler. Daha sonra Gazi’de yaşadığım bir anlaşmazlıktan ötürü istifa ettim ve Milli Eğitim’e geçtim.
Emekli olduktan sonra Bodrum’a yerleştim, hobi olarak bir arkadaşımla palmiye ağaçlarının yapraklarını değerlendirdik. Yaprakların üstüne Bodrum’un resimlerini yaptık ve bir kısmına şiirler yazdık. Sonra Bodrum’da bir stant aldık ve onları satmaya başladık. İnanılmaz beğenildi. Begonvil yapraklarını da değerlendirdik. Amerikan servisler, ahşap kitaplıklar yaptık. Bir süre sonra kızım eşinden ayrılarak yanıma geldi. Onunla ilgilenmek için standı geri verdim. Sonradan da evlendi, torunum oldu ve ona bakmaya başladım. Torunuma 2 sene baktıktan sonra bir arkadaşımla beraber Kars’a seyahate gittim. Otelde yer ayırtmıştık, üç gün kalıp dönecektik. Fakat doyamadık ve bir aparta yerleşip kalmaya başladık ve çevremizi de genişlettik, güzel dostlar edindik. Bir iki ay geçtikten sonra gezmeler bitince sıkılmaya başladım. Milli Eğitim’e gittim. “İhtiyacınız varsa çalışabilirim.” dedim. Onların da ihtiyacı varmış. Beni Fen Lisesi’ne verdiler. Çocukların hepsi çok zekiydi. Güzel bir dönem geçirdik. Sonraki yıl bir prosedürden ötürü devam edemedim. O yıl da Bahçeşehir Koleji’nin bir şubesi açılmıştı. Bana müdürlük teklif ettiler ve ben orada bir sene müdür olarak çalıştım. Ertesi sene devam etmedim. Bu sefer de kafama bebek üretmeyi koydum. Çünkü oradaki insanlar artık gelenekselliği bırakmışlar, günlük işlerle uğraşıyorlardı. Güzelim Kars kilimleri, halıları, kıyafetleri hatta bir folklorik bebekleri bile yoktu. Neyse kolları sıvadım, kredi çektim, İstanbul’dan kumaşlar, deriler, kadifeler, boncuklar getirttim. Bana, “ Bir hanımın atölyesi var orada yaptırabilirsin.” dediler. Gittim tanıştım, hanımla da anlaştık. 5 kişiyle birlikte folklorik bebek üretmeye başladık fakat satışında zorlandık. Bir yıl oldu, çok güzel gidiyordu, derken pandemi patladı. Bu sefer bir araya gelemez, devam edemez olduk. Ben de kalktım haziranda Bodrum’a geldim. Döndüğümde bir süre gözümle ilgili bir rahatsızlığım oldu. Ondan sonra da canım bir şeyle uğraşmak istemedi ve bir daha Kars’a da dönmedim.
Şimdi kızım, damadım, torunum ve köpeğimizle Bodrum’da yaşıyoruz. Torunum 7 yaşında ve ilkokula gidiyor. Onunla ilgilenmek beni mutlu ediyor.
Evimizin büyük bir bahçesi var. Orda toprakla uğraşmak bana iyileştirici ve dinlendirici geliyor. Bu yıl Bodrum Engelli Sağlık Vakfı’nda yardım için seramik ve mozaik yapıyorum.
Tüm hayatımı şimdi gözden geçirdiğimde fark ediyorum da hiçbir zaman öğretmen emekli olamıyor. Mesela önümde yürüyen bir çocuk yere çikolata poşetini attığında hemen müdahale ediyorum. “Yavrucuğum sen çevreci değil misin? Sokağımızı kirletmememiz lazım.” diyorum, o da hemen alıyor. Zeytinlerimizin kesilmesine karşı yapılan protestolara, deniz temizleme etkinliklerine, imza kampanyalarına katılıyorum. Yani hayat boyu bu meslek benimle kalıyor, emekli olunmuyor.
En sevdiği kitap: Seninle Başlamadı-Mark Wolynn
En sevdiği şiir: Güzel günler göreceğiz çocuklar-Nazım Hikmet
En sevdiği film: Braveheart