Zafer Kalaycıoğlu

Zafer Kalaycıoğlu, 1954 yılında Konya’da doğdu. Okul yaşamını o dönemler öğretmen bir anne babaya sahip olması nedeniyle ülkenin farklı yerlerinde ikamet etmek zorunda kalarak geçirdi. Konya, Adana, Ceyhan, Yozgat ve Ankara gibi Anadolu’nun farklı yerlerinde farklı dönemlerini geçirdi. Ortaokulu Konya’da yatılı okumasının ardından TED Ankara Koleji’nde iyi bir lise eğitimi alarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni kazandı. Üniversite yaşamına kadar basketbola tutkulu bir şekilde büyüyen Zafer Bey, üniversitede basketbolu profesyonel yaşamının bir parçası haline getirmiştir. Kendisinden iki yaş küçük ve kendisi gibi basketbolcu olarak yetişmiş Ayfer isminde bir kız kardeşe sahiptir. Evli, bir çocuk babası ve Lara isminde bir de torunu olan Zafer Bey hala profesyonel olarak basketbol antrenörlüğüne ve sayısız başarıya imza atmaya devam etmektedir.

Ev ya da Yuva, Çocukluk ya da Büyümek Zorunda Kalmak

İlk çocukluk yıllarım ve sonraki yıllarım sürekli şehir değiştirerek geçti. Bir yeri benimsemeden babamın tayini başka bir ile çıkıyordu. Ben de gittiğimiz yerlere alışmamayı öğrenmiştim. Fakat çocukluk yıllarıma dair aklımda en taze kalan ve benim bazı duygularımı harekete geçiren bir anım var. İlkokul zamanlarında ben Adana’da 5 Ocak İlkokulu’nda okurken 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda boyum uzun olduğu için bayrağı bana taşıma görevi verilmişti. Adana’ya yeni gitmiştik benim seçilmem mucize gibi bir şey gelmişti bana. Sonuçta neden tanımadıkları bir çocuğa bu kadar önemli bir görevi versinler ki. Çünkü benim için bayrağı taşımak inanılmaz gurur verici ve büyük bir olaydı. Dışardan kolay gibi görünse de taşıması çok zordu ve çok büyüktü. Şimdi düşünüyorum da 180 cm uzunluğunda falandı bayrağın uzunluğu. Bense henüz on yaşlarındaydım. Tören günü geldiğinde yürüyüşte ayaklarımı yere vura vura yürüdüğümü hatırlıyorum. Kendimi yabancı hissettiğim bir yere aniden adapte olmamı sağlamıştı sanki o tören.

Hem annem hem de babam öğretmen olduğu için kız kardeşim ve ben eğitimci kökenli bir aileden geldik. Bunun yararlarını da başarılı bir antrenörlükten babalığa kadar hayatımın her alanında gördüm. Ben de ailemden bana gelen öğretileri koçluk yaptığım öğrencilerime aktardım hep. Hayatı öğrettim aslında öğrencilerime merhameti, saygıyı, insan olmayı… Özellikle merhametli olmayı antrenörlük yaşamımda ayrı bir yere koyuyorum. Mesela maça çıktık bazen öyle maçlar oluyor ki 90-15 bitebiliyor bunun sebebi de çok değişken olabiliyor karşı takım küçük yaşta çocuklardan oluşuyor olabilir, iyi hazırlanamamış olabilirler vs. Ben molalarda öğrencilerime hep karşı takıma karşı nasıl merhametli olabileceğimizi onların da basketbol sevgisini kaybetmeden maça devam etmeleri için neler yapabileceğimizi anlatıyorum. Böylece de bu çocukları hayata hazırlamış oluyoruz, bunun değeri paha biçilemez.

Yatılı okul deneyimim Konya’da başladı. Ortaokuldaydım daha çocuğum yani, küçüğüm. Konya Maarif Koleji’ydi o zamanlar okulumun ismi. Çok şey öğrendim oradan, çok şey paylaştım. Babamın mesleğinden dolayı sürekli şehir değiştirmek zorunda olduğumuz için gittiğim hiçbir okulda öyle kendime en yakın gördüğüm çok samimi olduğum bir arkadaşım olmadı. Tam samimi olacakken okulum değişiyordu zaten. Ama yine de paylaşımlar ve o zamanların disiplinini asla unutamam. Mesela Kayseri’den bir arkadaşın ailesi sucuk gönderirdi onu bile bizimle paylaşırdı, sucuk almak o zamanlar kolay değildi, yokluk vardı… Biz de o sucuğu ekmeğe koyar çiğ çiğ yerdik çocuğuz işte.

Babam daha sonra milletvekili olduğunda Yozgat’tan Ankara’ya gitmiştik. O evi hala unutamıyorum değiştirdiğimiz şehirlerde kaldığımız köyleri düşününce ev gözüme o kadar büyük gözükmüştü ki hayatımda ilk defa televizyon, buzdolabı görmüştüm. İlk defa kaloriferli ev görmüştüm, o zaman eve girince sobanın yerini aradım. Anneme dönüp söylediğim ilk şey, anne bu evde soba deliği yok demek oldu. Sonra babam buzdolabı getirdi öncesinde hemen bozulacak şeyler alınmazdı eve buzdolabımız yoktu. Alınırsa da hemen tüketilirdi. Babam milletvekiliydi ve televizyonumuz da henüz yoktu kulağa hiç iyi gelmiyor fakat zaten televizyon ülkeye yeni yeni geliyordu. Mevcut televizyonlar da haftanın üç günü saat akşam sekiz on iki arası çalışıyordu ve tabii ki siyah-beyaz. O görüntü ayrı bir hava katıyordu televizyona. Çocuklar için de çok güzel bir çizgi film gösterilirdi: sevimli hayalet. Casper yani bildiğimiz adıyla. Saatlerce olsa izlerdim o zamanların nesli olarak ilk hayranlıkla izlediğimiz çizgi filmdi. Ama ev konusunda en unutamadığım ev hangisi diye bir düşünürsem Ankara-Bahçelievler’de kaldığımız evdi herhalde. Orada Kemal Sümer, Yüksel Tokuz ve ben Etlikspor’u kurmuştuk o mahallede yaptığımız maçları ettiğimiz sohbetleri hala unutmam. Şimdiki Galatasaray Fenerbahçe maçları gibi seyircimiz olurdu. Bir de o dönemler mahallede herkes korkmadan dışarı çıkardı. Ayrıca kışlar da şimdiki kış gibi değildi ki Ankara’da bir kar yağardı 2-3 ay o kar yerden kalkmazdı ama biz arkadaşlarla sadece basket potasının altı temiz kalacak şekilde temizlerdik sahayı ve oyunumuzu oynardık, hastalanmazdık da çok ilginç.

Etlik Spor, Yüksel Tokuz’un hayat verdiği bir semt takımı

Erkeğin Pozitif Ayrımcılığa Uğradığı Yer: Niğde-Çamardı

Yaz geldiğinde annem öğretmen olduğu için 3 ay tatilde anneannemin yanına Niğde Çamardı’na giderdik. Teyzemin kızları ve benim kız kardeşim de olurdu sadece erkek ben olurdum. Dolayısıyla bütün kız oyunlarını öğretmişlerdi bana. Yaz aylarım beştaş, seksek gibi klasik oyunlardan ip atlamaya kadar çeşitli oyunlar oynayarak geçiyordu. Bir de anneannemin öyle güzel bir kiraz ağacı vardı ki onun tepesine çıkıp saatlerce oturuyordum, bana huzur veriyordu orada olmak. Hatırımda yaza ve anneanneme dair şöyle bir anım var, anneannemlerin tarafında tek erkek torun bendim. Yazları o sebeple biraz pozitif ayrımcılığa da sahip olduğumu söylesem yalan olmaz. Hafta sonları köy ekmeği yapılırdı ilk pişen ekmek bana verilirdi, o çok önemliydi benim için. Anneannemin yeri benim için çok ayrıdır, bize aile bilincini aşılayan kişidir de aynı zamanda. Herkesi bir arada tutardı, bağlarımızın güçlü kalmasını sağlardı.

TED Ankara koleji 3-L sınıfının güzelleri ile (Nilsun,Ünsun,Leyla ve Şeyma)

Her Şeyin Çıktığı Tek Yol: BASKETBOL

Çocukluğumdan beri hep top peşinde koşturdum ben, olmak istediği yer hep bir şekilde topla bağlantılı olan herhangi bir şeydi. Şimdi basketbol antrenörü olabilirim ama masa tenisiyle de küçük yaşta tanıştım hatta ilerlettim de Konya’da yatılı okulda başladım sonra Ankara’da ilerlettim hem ne ilerletmek… Ankara’da lisedeyken Masa Tenisi Yönetim Kurulu oluşturuldu ve o masa tenisinin işletmesini de bana verdiler, sorumluydum yani. Aslında bu vesileyle de basketbol antrenmanlarıyla tanışmış oldum. Şöyle ki bana verilen sorumlulukla birlikte her gün spor eşyalarını havalandırmak, düzenlemek gibi işlerim de olmuş oldu ve okul sonrası da okulda spor salonunda vakit geçirmek durumundaydım. Ben de masa tenisiyle ilgili işlerimi bitirdikten sonra basketbol antrenmanlarına giderek basketbolla tanışmış oldum. O dönemlerde okul takımına da girmiştim. Ancak yaşım biraz büyüktü. Normalde basketbola başlama yaşı 12-14 olmalıdır ama ben 17 yaşındaydım. Yaşım bulunduğum gruba uygun değildi. Bunun yanından okul takımından ziyade kulüpte oynayanların daha başarılı olduğu söylenirdi hep. Ben de bu sebeple TRT’nin spor kulübüne gittim bir dönem. İlk antrenörümü de hiç unutamam Patpat Sami derlerdi. İşte bunlar birleşerek şimdiki beni ortaya çıkardı.

Basketbol tutkusu içimde öyle bir yer edinmişti ki her yol basketbola çıkıyordu sanki. Lise ikiye giderken okul kursuna yazdırmıştı ailem beni ve artık Pazartesi Çarşamba Cuma günleri okul sonrası kursa devam etmem gerekiyordu. İlk gün derse gittim ve okulda öğrendiğim şeylerin aynıları tekrar ediliyordu. Ben de zaman ilerledikçe burada geçirdiğim vaktin boşa geçen bir vakit olduğunu fark ettim ve ailemin kurs için verdiği parayı alıp doğruca spor malzemeleri satan bir yere gittim. Spor kıyafetleri aldım tabii ki! Yani haftanın üç günü benim için basketbol antrenmanlarına kaçış günü oldu, resmen kursa diye çıkıp antrenmana gidiyordum. Üstelik iki yıl boyunca buna devam ettim ve inanılmaz mutlu olduğum bir dönemdeydim. Bir yandan da ailem anlamasın diye ders başarımın düşmemesi için uğraşıyordum. Artık nasıl çalıştıysam üniversite sınavında sınıfımızdaki öğrenciler arasında ikinci bile olmuştum.

Topla o kadar haşır neşirim ki bu konuda mahalle arkadaşlarımla Ankara Bahçelievler 1.cadde anılarım hala tazecik. Sokaklar caddeler ev gibiydi öyle boş ve sakin biz hemen ikişer taş alır kale yapardık ve bizim için o sokak artık bir futbol sahası oluverirdi. Bir keresinde maç sırasında kafamı yarmıştım kazayla hemen hastaneye gitmiştik dikiş atılmıştı, ailemden de azar yemeyeyim diye onlara görünmeden uyumuş sabah da onlar görmeden kalkıp okula gitmiştim. Okulda herkes kahraman ilan etmişti beni, dikişli bir kahramandım artık! Şimdi gidip tekrar bakıyorum o caddeye, zaman durmuyor elbette akıyor. Durmadığı gibi kendinden bir şeyler katarak ilerliyor. 1.caddeye de insan kalabalığını ve güvensizliği katmış. Şimdi ne bir top geçebilir o caddeden ne de bir çocuk.

Siyasal Bilgiler Fakültesinin bahçesinde en sevdiğim arkadaşlarımla (Umman,Serdar,Selim,Hakan ve Kenan)

Mülkiye: Beni Ben Yapan Yer

Üniversite sınavına girdiğimde ben tıp istiyordum. Puanım da Erzurum tıp için yetiyordu aslında ama annem göndermemişti oraya. Babam da o dönemler milletvekili olduğu için beni siyasetçi yapmak istiyordu. Puanım da Mülkiye’ye yetince orayı tercih ettim. Ama girerken de okurken de aklımda hiçbir zaman siyaset yoktu basketbol girmişti bir kere aklıma. Bu yüzden Mülkiye’ye girdiğim zaman kendimi hemen spor salonunda buldum. O zamanlara kadar Mülkiye’nin çok iyi takımları da varmış aslında, hayal ettiğim yere ulaşacak gibiydim. Ama ne yazık ki benim girdiğim dönem takım kötü durumdaydı. Bizi o zamanlar basketbolun duayeni diyebileceğim rahmetli Arman Asena çalıştırmıştı. Böylece o zamanlara kadar hiç 2.lige çıkmamış olan Mülkiye Spor bizim takımla birlikte 2.ligi görmüştü ve bu inanılmaz bir coşkuya da sebep olmuştu. O dönemlerden sayabileceğim ve hiç unutmadığım bazı isimler de var Uluç Gürkan, Mithat Bereket gibi isimler verdikleri katkılarla Mülkiye ruhu dediğimiz o şeyin oluşmasını sağladılar.

Üniversiteye ilk başladığım sene şimdiki work and travel gibi bir uygulamayla iki arkadaşımla birlikte İngiltere’ye çilek toplamaya gitmiştik. Uğur Boran ve Kenan Örten’di arkadaşlarımın ismi. Kenan’ın Fransızcası vardı ama Uğur’un o zamanlar hiç yabancı dili yoktu kör topal çıktık işte yola. Ama yine de ilk defa para kazanacağımız için üçümüz de inanılmaz heyecanlıydık. Bir de her ülkeden öğrenci kabul eden bir sistemdi dünyaya açılmış olacaktık yani. Kamp gibiydi bir nevi sabah 6’da kalkardık ve 6.30’da kahvaltı yapmamız gerekirdi çünkü hemen sonra tarlaya gitmek zorundaydık. E çilek de yerde yetişen bir meyve topladıktan sonra belimizi hissetmezdik (tabii yediğimiz çileklerin tadı yaşadığımız bel ağrısını unutturmaya yetiyordu ☺). Saat 12’ye kadar aralıksız topluyorduk. Sepetini dolduran gidip ölçtürüyordu ve sepetin ağırlığına göre parasını da almış oluyordu. Bu da herkesin arasında yarışa sebep oluyordu kim ne kadar kazandı, hafta sonu rutinimiz olarak hesaplıyorduk. Bir de Cumartesi günleri yakın şehirlere gezi düzenleniyordu hem çalışmış hem de gezmiş oluyorduk yani. Boş zamanlarımızda da o kadar erkek bir araya gelirse ne yaparsa onu yapıyorduk: Futbol oynuyorduk… Az Portekiz-Türkiye maçı yapmadık!

Üniversite yıllarımı Mülkiye’de tamamladıktan sonra Maliye Bakanlığı’nda çalışmaya başladım. Ama aklımın bir köşesinde hep basketbol olmaya devam etti tabii ki. İşten çıkıp koçluk yaptığım takımlar oldu. Kendim çiftlikten süt alıp da beslerdim hatta öğrencilerimi, o kadar benimsemiştim ve severek yapıyordum. Maliye bakanlığında da o zamanlar katma değer vergisi hazırlanıyordu o hazırlayanlardan biri de benim. Yabancı dil bilen çalışanlar için özel bir bina tutmuşlardı o dönem ve herkes kendi yetkin olduğu dil üzerine ülkelerin katma değer vergisi kanunlarını çevirerek katkıda bulundu. Ben İngiltere’nin sistemini çevirmiştim. Bunu söylememin sebebi de kendimize ayıracak vaktimiz diğer çalışanlara göre daha fazlaydı. Ben de o zamanı gönüllü olarak basketbola ayırıyordum. Bir de galibiyet sonrası yaptığımız gelenekselleşmiş bir kutlamamız vardı. O zamanlar pizza çok fazla bilinen bir yiyecek değildi biz de eşimle birlikte galibiyet sonrası evimizde pizza yapar bu işe gönlünü vermiş takım oyuncularımızla kutlardık. 16 kişiye pizza yapıyorduk bu sebeple evimize ikinci ocağımızı aldığımızı hatırlıyorum. Ertuğrul ve Ömer isminde iki oyuncumuz vardı çok yardımseverlerdi her defasında Figen’e yardım etme bahanesiyle mutfağa gidip pizzaları götürürlerdi, Şaka bir yana aile sıcaklığını takıma yansıtabilmek çok zordur ama başarabilirsen de etkileri hayatının önemli bir kısmını kaplar. Ya da benim öyle oldu.

Zaman geçtikçe basketbola bütün zamanımı ayırmak istedim ve 94 senesinde Maliye Bakanlığı’ndan istifa ettim. Bu, geriye bakınca kulağa çok korkunç ve zor bir şeymiş gibi geliyor ama bir işi ne kadar tutkuyla yaptığınla doğru orantılı olarak yeni kapılar açılıyor insana. Hemen arkasından da Galatasaray Basketbol Kulübü’nden teklif aldım, profesyonel olarak basketbol yaşamıma da başlamış oldum. Bu arada Beslenspor, PTT, Kayseri Meysu gibi spor kulüplerinde asistan koçluğu ve koçluk yapmıştım. Hatta Kayseri’de namağlup olup Süper Lige bile çıkmıştık. Her ne kadar beklenen etkiyi yaratmasa da bu başarı o zamanlar benim için çok önemliydi. 20 yıl sonra da hayallerimin peşinden koşmama vesile olan Maliye Bakanlığı’ndaki odama tekrar gittim oradaki müdür arkadaşım Çetin KARA aynı yerinde hiç değişmeden duruyordu. Bana ilk söylediği şey de şu oldu, Zafer hayatının en doğru kararını verdin… Galatasaray’dan sonra kapılar ardı arkası kesilmeden Ülker, Ortaköy, Emlak Bankası gibi kulüplerle açıldı o yıllarda bu takımlarda erkek basketbolcuları çalıştırma fırsatım oldu çok güzel de başarılara imza attık. 2000 yılından bu yana da kadın basketbolcularımızı çalıştırıyorum.

Kadın basketboluna o günden beri bağlıyım yalnızca unutamadığım bir olay var. Kadın basketbolunda takımlar arasında gücün kaynağı iyi Amerikalı oyuncu hangi takımdaysa oradan gelmektedir. 2009 yılında Fenerbahçe-Galatasaray maçında da her iki takımda eşit güçte iki Amerikalı oyuncu vardı. 5 maç oynanacaktı ve 3’ünü kazanan galip olarak ayrılacaktı. Ben de o zaman Galatasaray takımını çalıştırıyordum. Öncelikle 2-0 gerideydik, sonra bizim sahamıza geçtik ve ben de bir şeylerin ters gittiğini fark ettim çünkü oyuncularımı tanıyorum. Özellikle takımdaki Amerikalı oyuncular çok basit pozisyonları sayıya çeviremediler. O esnada müdahale de edemiyorsunuz ne yazık ki. Daha sonradan öğrendim ki Amerika’da Woman NBA diye bir lig var. Kadın basketbolunun zirvesi diyebiliriz buna. Oradaki kurallar gereği bu ligin açılış maçında bizim maçtaki oyuncular da oynamak zorundaymış. Hal böyle olunca kendi aralarında anlaşmışlar ve Amerika’daki maça yetişmek için ilk iki maçı alan takımın maçı kazanması için uğraşacaklarına karar vermişler. Ben bunu çok sonradan bir oyuncu tarafından öğrendim, pişmanlıkla ağlayarak bana anlattı. Basketbol yaşantımda böyle bir olayla karşılaşmak derinden sarsmıştı tabii beni de, bu olaydan sonra böyle bir mağlubiyet beklemediğim için görevden ayrılmıştım hatta. İnsanlar uzunca süre bu olaya inanmak istemedi böyle olaylar hayatın her alanında olduğu gibi basketbolda da var, o gün bunu anladım.

Basketbol hayatımın bu kadar merkezindeyken evlendiğim kişinin de yine basketbol camiasından olması çok da sürpriz olmaz bence. Figen’le yani eşimle ben Mülkiye Spor’u çalıştırırken tanıştık. O zamanlar okulun kadın basketbol takımı yoktu. Ben de bu eksikliği fark edip açılması için talepte bulundum. Eşimi de transfer etmek hiç kolay olmamıştı 6 ay boyunca Gençlerbirliği’nden transferi için çabaladık. Nihayetinde geldiğinde o zamana kadar hiç tanışmamıştık. O zamanlar flört, tanışma gibi şeyler de şimdiki gibi değildi. Eşimin yakın arkadaşı Ayşe’den o günkü programlarını öğrenip onlara göre hareket ederdim. Sinemada tesadüfen (!) karşılaşırdık. Onların nerede olduğunu bildiğimden elime çekirdek alır, Aa! Siz de mi buradaydınız hadi birlikte çekirdek yiyelim derdim. Hatta onlar sayesinde sinema alışkanlığı kazanmış oldum desem yalan olmaz. Sonra biz bir şekilde kendimizi çıkarken bulduk. O zamanlar “çıkma” vardı şimdi söylenince dalga geçiliyor ama çıkma olayı gerçekti. Bir yıl sonra da nişanlanıp daha sonra evlendik zaten. Evliliğimiz sevgili olmamız kadar durağan değildi. 1981 senesinde evlendik yani 80 ihtilalinin olduğu dönemde. Düğünümüzün olduğu otelde davetliler üçe ayrılmıştı. Orta bölgede kız-erkek basketbolcular ve aileler yer alıyordu ben tampon bölge diyordum oraya sağ tarafta üç yüz kadar milletvekili, sol tarafta da nereden baksan üç yüz dört yüz tane asker ve subaydan oluşan bir grup vardı. Bir önceki sene kanlı bıçaklı olan grubu düğünümde birleştirmiştim. Dans ederken bile diken üzerindeydik. Böyle bir düğünün nikah şahidinin de sıradan bir insan olması beklenmeyecekti elbette. Nikah şahidim de Süleyman Demirel olmuştu. Unutulmayacak bir düğün hatırasıydı benim için.

İngiltere’de, çilek toplamaya gittiğimiz kamyonun üstünde (Kenan ve rahmetli Uğur’la birlikte)

Basketbol Kulüplerinden Kulüp Sandviçlerine

Evlendikten sonra hem düğün stresinden kurtulmak hem de vakit geçirmek için yedi günlük kocaman bir balayı tatiline çıktık. Önce İstanbul Tarabya Otel’de konakladık sonra Alanya’ya geçtik. Balayından hatırımda kalan sadece yemek var. Benim için balayı eşittir yemek desem yalan olmaz. Alanya tatilimizde kahvaltımızı odaya istemiştik balayındayız ya kendimizi şımartıyoruz. Menüye baktık ve kahvaltı seçenekleri arasından klasik kahvaltı ve yanına da kulüp sandviç sipariş vermeye karar verdik. İlk önce eşime sordum kaç tane yersin diye, iki tane yerim dedi. Ben de ondan altta kalamazdım e ben de iki tane yerim o zaman dedim. Resepsiyonu aradık siparişimizi vermek için beyefendi de bize kaç kişi olduğumuzu sordu. Sadece iki kişi olduğumuzu söyleyince resepsiyondaki adamın ses tonundan yüz ifadesini tahmin edebilir hale gelmiştim. Söylediğimiz kahvaltının 8 kişilik olduğunu bir kişinin o sandviçleri tek başına tüketmenin imkansız olduğunu çaresiz bir şekilde bize anlatmaya çalışıyordu. Biz de geri adım atmadık tabii. Nihayetinde kahvaltımız geldiğinde biz de çok şaşırdık ve elbette ki bitiremedik. Bitiremedik ama yılmadık da dışarı çıkacağımız için paket yapıp yanımıza aldık. Böylece yedi gün geçti ve o yedi günün sonunda biz de +7 kilo almış olduk. Eve döndüğümüzde üçüncü kattaki dairemize bavullarımızı çıkarma görevi bana düşmüştü sporculuğuma güvenip yapabilirim sanmıştım ama aldığım yedi kilonun etkisiyle de olsa gerek sakatlık yaşadım. Ertesi gün doktora gittiğimde bana kasık fıtığı olduğumu söyledi. Sonuç olarak yediğim kulüp sandviçler basketbol kulübüne ara vermeme neden olmuştu, kendimi toparlayana ve tabii ki kilo verene kadar spora ara vermek zorunda kalmıştım. Hala gülerek hatırladığım bir anıdır.

Sonra oğlumuz oldu ve ben oğlumu 13-14 yaşlarına kadar görmedim desem yeridir. Basketbol öyle bir şey ki bazen yeri gelir ailenizden, çocuğunuzdan fedakârlık yapmanız gerekir. Her meslekte biraz vardır zaten bu, emek vererek bir yerlere gelebilmek için bazı şeylerden ödün vermek gerekebiliyor. Benim babam da beni büyütürken benzer şeyleri yaşadı. Bizi görmezdi, onun için memlekete hizmet her şeyden önce gelirdi. Babam benim nasıl büyüdüğümü görmedi ben de üzülerek söylüyorum ki oğlumun büyüdüğünü göremedim. Ama her baba gibi oğlumun kararlarının arkasında hep durdum. Basketbolu ona diretmedim hiçbir zaman, sadece yönlendirdim. O da bir dönem başladı sonra boyu bir anda aşırı uzayınca çeşitli sorunlardan dolayı bıraktı. Baskıcı bir baba hiçbir zaman olmadım. Oğlum Amerika’ya üniversite için gittiğinde yine desteğim hep onunlaydı. Orada Etlikspor’dan arkadaşım      -kardeşim- Yüksel Tokuz vardı. Onunla iletişime geçip yanında olmasını sağladım. 

Şimdi oğlumla geçiremediğim vakitlerin acısını torunum Lara’yla çıkarıyorum. Çok da benziyor oğlumun küçüklüğüne. Oğlumla oynayamadığım oyunları Lara bana oynatıyor…

Zirvesi Olmayan Dağ(lar)

Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeyken dağcılık kulübüne yazılmıştım ve bir grup oluşturduk Kayseri Erciyes zirvesine çıkmak için hazırlandık, arkadaşımla sağlam bir bot aldık bitpazarından hiç deneyimimiz de yok dağcılıkla ilgili sadece sağlam bir botunuz olsun dediler bize biz de ne kadar zor olabilir ki diyerek çıktık yola. Amacımız da zirvede bir defter varmış oraya varanlar adını yazıyormuş deftere. Biz de mülkiye bayrağını aldık yanımıza onu götürüyorduk zirveye onu koyacağız yani. Gündüz koyulduk yola 5-6 saatte Erciyes’in eteklerine vardık saat akşam altı gibi kamp yapacağımız binaya geldik zaten çok da bina yoktu o zamanlar. Gece on ikide zirveye çıkacağız dediler biz şaşırdık ne yapacağız o zamana kadar dedik uyuyun dediler. E uyuyamadık tabii genciz zaten o zamanlar, kimse uyuyamaz. Gece on iki oldu bu sefer zirve için tekrar çıktık yola en önde de ben varım. Aslında en önde olmak en zoruymuş çünkü dağcılıkta kural en önde gidenin bastığı yere basmakmış farklı bir yere basmayacaksın yani. Bir de benim için şöyle bir zorluğu da vardı ki karda yol açmam gerekiyordu yani adımımı büyük atıp sonrakiler için orayı temizlemem de gerekiyordu. Gece üç buçukta aniden inanılmaz bir fırtına başladı ve her yer karardı rehberimiz yolu gösterdi neyse ki. Onu takip ettik ve yürüdük saat gece dört dört buçuk gibi rehberimiz bize döndü ve o an alabileceğimiz en kötü haberi verdi başladığımız yere geri döndüğümüzü söyledi. Tekrar başka bir yöne gidecekmişiz. Tam biz hangi yöne gideceğimize bakarken arkadan birisi ben artık yürüyemeyeceğim dedi ve o da duyabileceğimiz en kötü şeyi söylemiş oldu. Dağcılıkta bir diğer kural da bir kişi dönelim dese bile dönmek zorundaymışsın. Altı saatte çıktığımız yolu tekrar dönmek zorunda kaldık. Ama ben dağcılık işini çok sevdim hemen bir sonraki Kaçkar Dağları yürüyüşüne de katıldım. Orada da askerden yeni gelmiş bir genç vardı nişanlısı Japonya’ya kaçmış onun sağlık durumu izin vermeyince o dağın zirvesini de göremedim. Artık dağların bir zirvesinin olmadığını düşünmeye başlamıştım… Yine de dağcılık anıları hatırımda kalan üniversiteye dair güzel anılarımdan.

Hayatım boyunca mücadeleyi, savaşı ve risk almayı hiçbir zaman bırakmadan yoluma çıkan her engelin, başarısızlığın üstesinden gelmeyi kendime bir amaç edindim. Hatta yaşadığım tecrübeler savaşarak yaşamam gerektiğini öğretti. Antrenörü olduğum takımlardan kapananlar oldu. Türlü sebeplerle bırakmak zorunda kaldığım kulüpler oldu. Buna rağmen her bir kapının kapanmasının ardından daha güzelinin açılması da hayatın bana yaptığı bir güzellik oldu. Ya da ideallerimin peşinden koşmamın bir mükâfatı da diyebiliriz. Fakat çalıştığım onlarca kulüp arasında beni mutlu eden ve kendimi gerçek anlamda başarılı hissettiğim takımlar da oldu. Bunlardan ilk aklıma geleni Yakın Doğu Üniversitesi’ni çalıştırdığım dönemdi. Orada hem Kıbrıs’ı tanıtmak hem de kesin galibiyetlere erişme gibi bir gayem vardı, istediğim gibi de oldu. Bu zorlu yollardan geçen hayatımın kurgusunu düşündüğümde yani geriye dönüp baktığımda her şeyin yine aynı kalmasını isterdim sanırım. Çevrem, ailem, bulunduğum kulüpler ve aklıma gelmeyen ama hayatıma dokunmuş olan birçok şeye şükran doluyum. Hayatımın mutlu, üzgün ve heyecanlı anlarında hep basketbol var ve şimdi geleceğe dair hayallerimden birisi de torunum Lara’nın -eğer basketbol oynamayı tercih ederse- bir maçını canlı izleyebilmektir. Son olarak dokunduğum oyunculara aktardığım deneyimleri geleceğe bırakılmış mirasım olarak görüyorum. Onların da bu öğretilerin üzerine kendi yaşam deneyimlerini ekleyerek başka insanlara iletmesi en büyük temennilerimden.

En sevdiği şarkı: Mülkiye Marşı

En sevdiği film: Hababam Sınıfı

En sevdiği yazar: Suat Yalaz

Çocukken oynamayı en çok sevdiği oyun: Beştaş

Çocukken izlemeyi en çok sevdiği çizgi film: Casper

Şevval Badak, Yazar
Şevval Badak, Yazar

İZ Bırakıyoruz Projesi’ne başlarken projeden nasıl bir verim alacağıma dair aklımda az çok bir şeyler canlanıyordu. Ama önce proje ekibiyle daha sonra da Zafer Bey’le tanışınca hayal ettiğimden çok daha fazlasına ulaşacağımı anladım. Öncelikle altı hafta boyunca kıymetli vaktini ayırıp hayatını benimle paylaşan Zafer Bey’e bana kattığı değerler için sonsuz teşekkür etmek istiyorum. Ondan hayatın hiçbir anında pes etmemeyi, ideallerimin peşinden koşarsam nasıl mutlu olabileceğimi ve daha nice şeyler öğrendim. Hayatımın henüz çok başında olmama rağmen bana aktardığı hayat hikayesi sayesinde müthiş tecrübeler edindim. Ona minnettarım. Zafer Bey’in hayatını hikayeleştirerek bir iz bırakabildiysem ne mutlu bana. Zira bu proje de benim hayatımda güzel izler bıraktı. Bu yüzden son teşekkürüm de Bir İZ Derneği’ne. Bu projeyi hayata geçirip yüzlerce insanın hayatına dokundukları için.