Mehmet Say – Bir Ben Vardım

Yaşamımda çalışmak hep oldu, her zaman işledim hep de ışıldadım. Ama ben fark ettim ki gezmeyi, eğlenmeyi bir yerde yaşamayı kaçırdım. İşleri bir koltuğa sığdırdım, yaşamsa ayakta kaldı. Ne hayatı bir koltuğa sığdırın ne de onu ayakta bırakın. Doyasıya sevin doyasıya yaşayın… Zaman dönüşümlüdür. Gün yeniden doğar, insanın da yeniden doğabileceği gibi. Her canlı bir gün ölümü tadar umarım hayatı tadacağınız bir ömrünüz olur…

1950’ de köyde doğdum çocukluğumda orada geçti. Babam, ilk evliliğinden çocuğu olmayınca annemle evlenmiş ve ben de onlar evlendikten aşağı yukarı 7 yıl sonra doğmuşum. Benim doğumumun arkasından babamın önceki eşi de hamile kalıyor. Ondan da bir kızı oluyor ama o çocuk, 2-3 aylıkken vefat etmiş. Ben 1 yaşımı dolduramadan da babam vefat etti. Ardından babalık davası başlatıldı. Annemin resmi nikahı yoktu, imam nikahı vardı. Böyle olunca da mahkeme yoluyla tanıma işlemi annemin üstüne kalıyor ve sonunda nüfus kağıdımı alıyor. Mirası benim üstüme almak için annem çok koşturdu, çok zorluk çekti. Mahkemeler kazanıldı, tapular üstüme geçirildi. Bu koşturmalar sonucunda da oğlum avukat olacak demiş. Yaşamımım başlangıcından itibaren bu inanç vardı aslında.
Babam Arnavut’ tu. Göçle gelmiş, çalışkan biriymiş. Arnavutlar iş adamı ve şövalye olarak ikiye ayrılır. İş adamı çalışkandır, şövalye ise kavgacı ve gürültücü. Babam bunların arasında biriymiş. Sabahtan akşama kadar çalışırmış ama aynı zamanda kavgacıymış da. Kimseye boyun eğmeyen bir insanmış, biraz irsî galiba bana da geçmiş.
Annemler de Rize’den gelmişler. Annem mülayimdi ve hiçbir işten kaçmazdı, her derde ilaç olan bir ablaydı. Bir dediğimi iki etmezdi, sadece bana değil herkese yetişirdi. Kardeşlerine de kol kanat oldu hep. Güç, kuvvet annemdeydi. Bazen annemin bana olan yaklaşımından faydalanırdım ama bunlar anneme karşıydı. Dışarıda ben oranın en temiz en güvenilen çocuğuydum. Yanlışlıkla bir komşumuzun çeşme başındaki testisini kırmıştım ama inanamadı benim kırdığıma. “Herkes senin kırdığını söylüyor ama ben inanmıyorum” demişti. İnsanlar yanlış yapacağımı bile düşünmezdi. Bu ergenlik dönemimde de böyle sürdü. Herkes beni sever ve bana güvenirdi, bu da benim hoşuma giderdi.

Kendi notalarımı çalıyordum safça, çocukça… Bana ilham olan ise yaşadıklarım ve onlarla ne yaptığımdı… Fark edileyim diye daldım hayata, parmaklarım tuşlardaydı…

En büyük özelliğim kaçmamaktı. Kimse benim çalışmamı istemezdi ama ben çocukken herkes yaptığı için yapmak isterdim. Mahallenin çocukları zorunlu olarak çalışırdı. Koz helva ve simit satarlardı. Ben de görüp heves ederdim. O zamanlar beş yaşındaydım. Bazen bir tepsi alır, simitleri koyar satış yapardım. Küçük olduğum için güvenliğimi sağlamak adına büyüklerin yanında dururdum. Ama onlar gelmemi istemezdi çünkü küçük olduğum için insanlar benden alıyordu. Ben keyif için yapardım, diğer arkadaşlarımın para kazanma ihtiyacını anlayabilecek yaşta değildim.
Yayık ayranı ve tereyağı yapardık, organik beslenirdik. Kuru fasulyeyi unutamam. Benim en sevdiğim yemek kuru fasulyeydi. Arnavutlarınki daha güzeldi ve çok acıydı. Ekmek sıcacık olurdu ve o kuru fasulyeyi o ekmekle yersen daha güzel bir şey yoktur. Bayram günlerinde oyun oynardım. Annem bana yasak koymazdı. Evde radyo ve gramofon vardı. Radyoda “Arkası Yarın programını dinlerdim. Haraketli parçalar severdim. Fabrikanın arkasındaki bahçede, teybi alır arkadaşlarla müzik dinlerdim.
En meşhur oyun çelik çomaktı. Bilye de oynardık. Spora düşkünlüğüm vardı. Körebe, saklambaç, mendil kapmaca oynardık. Kendi mahallemdeki çocuklarla değil şeker fabrikası mahallesindeki çocuklarlaydım. Benim uğraşını sevdiğim şey, kimsenin yapamadığı veya yapamayacağı şeyleri yapmaktı. Bilye, çelik çomak oynamak değildi.
Çocukluğumda beni ben yapmaya çalıştım hep. Plaklar alırdım. Müzikten uzak değildim, mandolin çalardım. Hep zor olanı seçerdim, kolay olanı herkes yapar diye düşünürdüm. Tüm bunların yanında muzipliğim, cinliğim de vardı. Bir kere yolumu şaşırıp kayboldum. Birisi beni karakola getirdi, oraya gelince hatırladım hangi yoldan gideceğimi. Ama oradakiler adres alıp faytonla gönderelim deyince ben de “yahu beni faytonla götürecekler, niye hatırladığımı söyleyeyim” diye düşündüm. Dillikte vardı hani. Beni alıp faytonla eve getirmişlerdi.
Tırpan da kullandım orak da. Tarlada ekmediğimiz bir şey yoktu. O dönemler şeker pancarı da ekilirdi. Pancar zamanı fabrikada sıra olurdu. Köyde her şey vardı, hiçbir şeyin eksikliğini hissetmezdim. İmece vardı; mısır soyulur, gece türküler söylenir, 11- 12 ye kadar oturulurdu. Köyde anneme, dayım ve teyzem yardım ederdi. Küçük dayımı çok severdim, onun hikayeleri çoktu. Birlikte yağlıboya yapardık. Büyük dayım ise cömertti, ortanca dayımsa soğuk, uzak, sevgisini belli etmeyen biriydi ama hep yanımızdaydı.
Çocukluğumda beni tek üzen babasızlıktı. “Niye babam, neden” diye düşünürdüm hep. Babam yoktu dolayısıyla bir özlem vardı. Babalarıyla gezen çocuklara imrenirdim, bunu arardım. Bu da bana masumiyet, hassasiyet ve özenti özenti verirdi. O yüzden duygusu olan bir çocuktum aynı zamanda beğenilmek isterdim. İnsanlara yaklaşmak için onlara iyilik yapma peşindeydim ki beni farklı görsünler. Fark edileyim diye daldım hayata. Bir kenara oturup beklemedim hiç.

Gökte köpük köpük bulut, yerde şerham şerham ihtiyar ağaçlar… Aralarında dolaşıyorum yapraklar belime kadar…

Küçüklüğümde annem miras meselesi ve nüfus kâğıdı için çok uğraştı. O zamanlarda ben anneannemin yanında kaldım. Orası iki katlıydı, dağlık bir ilçede yemyeşil bir yerdeydi. Evin önünden tren yolu geçerdi ve ben geçen her treni görürdüm. Trenin ön kısmında Atatürk resmi vardı. Tren istasyonundaki odun depolarının ardında ağaçlar vardı. Oraya girdim mi belime kadar yaprak olurdum, onun hışırtısıyla yürümek çok hoşuma giderdi. Orada vagonla oynarken kolum kırılmıştı hatta.
Haraketli bir çocuktum. Trenlerin gelişi gidişi ezberimdeydi. Evin çevresinde meyve ağaçları vardı, tepesindeyse çocuklar. Bu dönem kitap alışkanlığım kendini gösterdi. Orada insana yaşama sevinci gelirdi. Mahkemeler bitince köye döndük. Oradaki evi yıktık ve yeni bir ev yaptık, çocukluğum o evde devam etti ve sonra Adapazarı’na geçtik.

Ruhumu aydınlatacak, üretken insanlarla birlikteydim…

İlkokulda o kadar okurdum ki yarıyıl tatiline kadar bir sandık kitabım olurdu. Ama onları da ziyan etmez ikinci elden satardım, tüccar kafası da vardı. Tüm harçlığımı da çıkarırdım. Kitaplar yetmezdi il kütüphanesine giderdim. Kitap alıp evde okurdum. Çocukluğum, gençliğim hep kitaplarla geçti. Sinemayı çok severdim, kitaplar kadar severdim. Ayhan Işık, Kadir Savun, Belgin Doruk severdim. Fatma Girik’ te severdim, o benim gözümde gerçek bir sanatçıydı. Her rolün karşılığını veren bir hanımdı.
Evimin olduğu bölge fabrikaya 300 metre kadar uzaklıktaydı. Benim semtimde herkes kabadayıydı, okulumun olduğu çevre ise tamamıyla farklıydı. Okuldan sonra da mahalleye gitmez fabrikanın olduğu bölgeye giderdim. Oradaki arkadaşlarım bana daha yakın gelirdi. Orada futbol oynardık, spor yapardık enerjimiz boldu. Kendi semtimde değil burada mutlu oluyordum.
Okulumuz yemyeşil bir alanın içindeydi, bugün orası çamaşırhane olarak kullanılıyor. Okul sonrası orada top oynardık. Bizim okulun bahçesi geniş bir araziydi. Futbol, voleybol, golf… Hepsini onayabilirdik, orada her şeyi yapabilirdiniz. Hiçbir şeyden uzak kalmamaya çalışırdım. Bütün faaliyetlerin içinde olmak, arkadaşlarımla iyi geçinmek benim için önemliydi.

Benim için kahraman iyi yetişmiş, görev aşkıyla dolan vatandaş demek değildi. Kahraman; kendi anlamını, kaderine karşı dik başlılığı yaratmış kişiydi. Kahraman olmaya adım attım aslında…

İlköğretim hocam “Durmak bilmiyor ama çok iyi.” derdi benim için. Dersi derste dinlerdim. Okuma açlığım hiç bitmedi. Okumayı çok severdim. Kitapsız, kravatsız gezmezdim. 3. sınıfa kadar saklanan ön plana çıkmayan biriydim. 3. sınıfta öğretmen değişti, gelen öğretmenin adı Şüheda Okan’dı. İlk derste benden tam açıyı çizmemi istedi ama ben bilmiyordum. Tahtaya çıkınca çocuklar bana gösterdi, öğretmen de gördü gösterdiklerini. Ama dürüstlük benim mizacımdı. Bunun sonucunda hoca hala mı yapamıyorsun deyince “Yaparım ama kıymeti yok.” dedim. Hoca “Benim için bu değerli.” dedi ve ben o tarihten sonra sınıfa hiç boş girmedim. Bana sorumluluk verirdi. En iyisini yapmaya odaklanan bir öğrenci haline geldim. Okuma hevesim zirve yaptı. Benim için bir ışıktı, güneşti. Ben bu yüzden insana dokunmayı severim çünkü dokunursan %100 karşılığını alırsın. Benim için dönümdü belki de insanlara dokunmak çok güzel yeter ki dokunun…
İzciliğe katıldım, mandolin dersi aldım. Sorumluluk almaya can atardım. Duramayan, her şeyi yapmaya çalışan biriydim. Her yarışmanın içinde olurdum. Dans derslerine katıldım. Hayatım değişti o mahallede. Orada yaşamını sürdüren bir insan haline geldim. Maalesef o yıllarda bana yol gösteren kimse yoktu. Hayatımın akışını değiştiren tek şey okuldu. Baya haraketli yıllardı. Futbolda hızlıydım, gol yemeyen kalecilerdendim.
Benim için dürüstlük çok önemliydi. Konuşma ve ikna etme kabiliyetim iyiydi. Hatta öyle ki bir yakınımızın aşk mektubunu yazmıştım ve bunun sonucunda onlar evlenmişti. Eşim de hep “Seninle lafla anlaşılmaz.” derdi, hala da der. Hitabet ve ikna gücüm gerçekten iyiydi. Meslek hayatında da bu şekilde başarılı oldum.
Her şeyi kendi istediğim için yaptım dolayısıyla bana hiç yük gibi olmadı yaptıklarım. Tüm insanları severdim. Ben hayatımda acı şeyler olmasına izin vermedim, insanlara yaklaşımımda sevgiyleydi. Yaşamımda zor anlar da oldu ama bunun için bile hayata bir sitemim olmadı. İnsanlara küsmeyi ben kabul edemem. Sevgi her şeyin üstündedir, insanların üstünde çok büyük bir etkisi vardır.

Bir koltuğa sığdırabildiklerimizle başlayan mücadele…

Zamanında 3 tane bölüm seçme hakkı vardı. Ben de hukuk ve mühendislik tercihi verdim. Her ikisi de tutmasına rağmen tercihim hukuk oldu. Böylece İstanbul’da üniversite yaşamına başlamış oldum. Adapazarı tutucu bir yerdi. Aşk diye bir şey olmazdı, karar verir evlenirdiniz. İstanbul’daki serbestlik beni biraz zorladı. Üsküdar’da bahçeli bir apartmanda , dayımın akrabasının yanında kalıyordum.
Eşimi yaz tatilinde iki defa gördüm. O sırada tanıştık, babası astsubaydı. Ama bir arada kaldığın birisine bakmamak gibi bir huy vardı bende. Buna rağmen yavaş yavaş ilişki başladı ama küskünlükler oluştu. Bir gün ona çiçek alıp verdim, yengem “Bu iş nereye gidiyor?” deyince eşim çiçeği atıp “Biz arkadaşız.” demiş. Ben öğrenince evden ayrıldım, uzakta bir ev tuttum ve 6 ay da gitmedim oraya. Geri döndüğümde benimle konuşmaya çalıştı. Biz tekrar okula birlikte gitmeye başladık. Hiçbir şey olmamış gibi devam ettik ve ardından nişanlandık, 3. sınıfta da evlendik. Birlikte üniversiteye gittik ve yine birlikte ders çalıştığımız da oldu.
Kaldığımız evin tamamı dayıma aitti aynı zamanda bina sorumlusuydum. Giriş katta bir dükkân vardı. Evlendikten 15-20 gün sonra bir şey yapmam lazım diye düşündüm. O dükkâna yeğenimle ortak bilardo salonu açtık. Ama aynı zamanda okula da gidiyordum. Oranın açılışında insanlar kuyruk olmuştu. Hatta oynamak isteyip sıranın geride kalanlarına, parayla sıra satıyorlardı. Çok iyi iş yaptık ama ben askere gidince orası satıldı. Bunların yanında akrabamızın yurt dışı otobüs firmasının müdür yardımcılığını yapıyordum. Eyüp’te de avukatlık stajını yapıyordum. Yani bir koltukta 3 karpuz gidiyordu. Staj yaptıktan sonra askere gittim. Askerden gelince de ilk davamı almıştım. 20li yaşlarda hep ders vardı hayatımda. Hayatsa mücadele ve bir şeyleri kovalamakla geçti. Hayatta engelleri atlatmak gerekiyor. Her şeyin bir pamuk ipliğine bağlı olduğunu unutmamak gerekiyor.

Her şey sıfırla başlar, sen elinde bir hiçe dönüştürmezsen…

Askerden döndükten sonra hem ek iş yapmak hem de akrabamıza yardımım olsun diye otobüs işletmesine ortak olarak bir otobüs aldım 3 ay geçti araba bağlandı. Daha taksitleri ödeyemedik… Böyle talihsizliklerde geldi başıma, çekmediğim kalmadı. Arabanın yarı parasını ödeyip kendi üzerime aldım ama üstündeki cezalar, vergiler ödenmemiş… Biz arabayı biraz işlettik ama kimse işi sizin gibi yapmıyor. Kendi işini kendin yapmadığın müddetçe her türlü zorluğa mecbur kalıyorsun. Çalışmalarımdan birikenlerle ve otobüsü satarak borçlarımı ödedim ve 89 yılında beş parasız kaldım. Akşam eve getireceğim ekmeği düşünmeye başladım. Mücadele devam etti.
Avukatlık bürosunu kapatıp eve taşıdım. Muhasebe işlerimi takip eden arkadaşım bir teklifle geldi. Tanıdığı iki ortak arkadaştan biri Almanya’ya gidiyormuş diğeri de bir ortak arıyormuş. Bende kalan arkadaşla çalışmaya başladım. Çalıştığım arkadaşın bana söylediği şey şuydu: Ben seninle para kazanmaya başladım… Bunu söyleyen arkadaşla orada 5 yıl çalıştık ve ben 5 yılda tüm kayıplarımı hallettim. Oturduğum evi satın aldım. Gaziosmanpaşa’da da bir ev aldım. O sırada borçlarımı sıfırladım. Yaşamın her sillesini de yaşardım. Her şey istikrar, çalışma ve sabır. Bunları başaran bir yere geliyor. Ben o semtte, ceza davalarında bir numaraya kadar gelmiştim.
İflas zamanında Adapazarı’na gidince annem cebime para koymuştu bu durum bana çok ağır geldi. O hırsla sıfırdan başlamış gibi oldum, tekrar mücadele ettim. Evimde de bir şey eksik bırakmadım. Çok iyi bir arkadaşım vardı “Mehmet nasıl yapıyorsun, senin yerinde olsam yapamam” derdi. Bende “Yaşıyorsam kazanırım.” derdim. Çalışırsan rızkını alırsın. O günler baya bir zorladı ama bitirdik o devreyi. İşim düzeldi. Ceza davalarında baya yer edinir oldum.
Beş yıl sonra arkadaşımın ortağı döndü. Ve bizim çalıştığımız büroyu satın aldı. Beraber çalışmak istedi ama “Herkesin kazancı kendine, masraflar ortak olacak.” deyince bu fikrimden hoşlanmadı. Üst katta başka bir büro bulduk ve arkadaşımla oraya taşındık fakat kendisi ayrılıp eski ortağıyla çalışmak istedi. Ben tek başıma devam ettim. Çok iyi durumlara geldim, bölge sorumlusu oldum, orada yemekler verdim, genç nesil avukatlar bana bir şeyler danışmaya gelirlerdi. Hayatta hiçbir şey kendiliğinden olmuyor, her şey bize bağlı bir zincir aslında. O yıllarda hakimler ve avukatlarla baya bir yakınlaştık. Hukuk sisteminde bunlar kolay kazanılmıyor. Meslek yaşamım boyunca yanlışlıklara göz yummamaya çalıştım. Hiçbir şey kendiliğinden oluşan bir hadise değil. Hak edeceksin, mücadele edeceksin, kazanacaksın. İşin hakkını vermelisin ki bir hakka sahip ol.

Hayat denen ziyafette masa da ailemleyim… Her yere kurabilirdik o masayı. Çünkü biz bir aradayken zengindik. Zengin olan kim midir? Mutlu olan…

Sosyal ilişkileri hep rahat olan bir insandım. Kimseye yapma etme demem sadece sonuçlarını hatırlatırım. Ben örnek olmak zorundaydım. Yapacağım şeylerin örnek alınması için elimden gelen gayreti gösteririm. Hayatımız bu kurulum üzerine gelişti. Çocuklarıma hep destek olmaya çalıştım. Kızım çalışkan bir çocuktu. Oğlumsa haşarı, yerinde duramayan birisiydi. Çok zeki ama haraketliydi. İlkokulda bile bilgisayarla gösteri yapardı, bilgisayar toplantılarına katılırdı, gezilere giderdi. Emek verince sonuç gelir. Onlara emek vermeye çalıştım.
Sabah dörde karşı kızım doğdu, çok mutlu olduk. Erkek biraz yaramazdı, doğumda da uğraştırdı bizi. Sarılık geçirdi, hastanede yattı. Okulda da bizi uğraştırdı, hiperaktifti. Ama çok zekiydi. Şimdi mühendis oldu aynı zamanda program yapımcısı. Kızım ekonomi bölümü bitirdi, şimdi İNG Bank’ın reklam genel müdür yardımcısı. Benim dünyamdı onlar. Her şeyimi alsınlar onlar bana kalsın yeterdi, hala öyledir. Onlar olduğu için ben dünyada var olabiliyorum. Çocuklarımın her probleminde yanlarında oldum. Onları yetiştirmek için elimden gelen ne varsa yapabilirim. Onlarla bağım çok farklıydı. Ben övünüyorum onlarla. Ailem için çalışmayı ve mücadele etmem gerektiğini öğrettiler bana.
Benim yetişme tarzıma göre erkek evin direğiydi. Bütün problemleri üstlenir, hallederdi. O yüzden hep çalışıp bir şeyler yapmaya çalıştım. Evimin bir eksiği olmasın ben nasılsa idare ederdim bu yüzden benim için birinci düşünce çalışıp kazanmaktı çünkü aileme bakmam gerekiyordu. 89-90 yılları benim en karanlık yıllarımdı. O tarihte de borçlanmıştım baya. Ama ne olursa olsun hep ailemle ilgilendim. Çocukların bütün toplantılarına gittim. Onları okula götürdüm. Çocuklarıma düşkünlüğüm çok fazlaydı. Aile insanı olgunlaştırıyor ve yaşam tarzı haline geliyor. Benim istediğim bir şeydi ailemin olması.

Erkek kadına dedi ki: Seni seviyorum ama nasıl, avuçlarımda camdan bir şey gibi kalbimi sıkıp parmaklarımı kanatarak kırasıya, çıldırasıya… Erkek kadına dedi ki: Seni seviyorum ama nasıl, kilometrelerle derin, kilometrelerle dümdüz, yüzde yüz, yüzde bin beş yüz, yüzde otuzsuz kere yüz…

Evlilik ise bir hayatı paylaşmaktı, sen onun derdiyle ilgilenirsin o da senin derdinle ilgilenir. Benim hayata şikâyetim yoktu, ailemle güçlü olmayı öğrendim. Erkek ve kadın paylaşmalı ki ilişki anlamlı ve güzel olsun. Eğer paylaşabilseydim daha da güzel olabilirdi. Her şeyi üstlenmek yerine paylaşmanın güzelliğini yaşamalıydım derim hep.
Eşimle tanışmam, konuşmam çok güzeldi. Sevgi üstündü ilişkimizde. Benim ona düşkünlüğüm, onun bana düşkünlüğü… Çatışmaları da sevgiyle çözerdik. Ailem de onu çok severdi. Birbirimizi tamamladık diyebilirim. Ben bazen çabuk sinirlenirdim, benim tavırlarıma da katlanırdı gençliğimde. Sabırlıydı, tutumluydu. Yaşamın tüm şartlarına benimle uydu. O da benimle okula gitti, askerliğe geldi.
Onun hamileliği bana çok büyük bir sürprizdi, çocuklar benim için yaşama amacının belirtisiydi. Evlendikten 7 yıl sonra çocuğumuz oldu. Hep beklentimiz vardı. En gururlandığım an çocuğumun olmasıydı diyebilirim. Onun baba deyişini hiç unutmam, gece yarısı “baba” diye bir ses… Nasıl kalkıp gittiğimi bilmem. Yorgan ayağıma takılmış, koşuyorum…

Her şey geçer, peki nasıl? İşte bu da size bağlı. Geçtiğinde ya yaz gelir ya kış ve başka bütün tezatlar kendi bütününüzün ahenginde bir araya gelir…

50 yaşlarında Göktürk’e yerleştik. 59 yaşındaysa kanser oldum. Başlangıç aşamasıymış, ailem üzüldü ama ben neşe içindeydim. Ölüme karşı yapılacak bir şey olmadığını biliyordum çünkü. Ameliyata girdim. Benim için bunlar hiç kaygı kaynağı olmadı. Kızım da kanser oldu, onunla üzülebildim ancak bu hastalığa. Ona moral vermek için çalıştım. Yaşadığım problemler benim için üzüntü kaynağı değildi. Ben zaten her şeyi yapıyordum, hayatı yaşıyordum. Kendimi geri çekip soyutlamadım hiçbir zaman. Taş taşı deseler taşırım. Çocuklar da büyüdü, onlarla da sorun yaşamıyorum. Çocukların geleceğini düşünüyorum şimdilerde. Torun özlemimiz var olsalar da onlarla eğlenebilsek, gülsek…
Hassas olduğum konu birilerini kırmak veya incitecek söz söylemek. İlişkilerimde buna dikkat etmeye çalışıyorum. Karşımdaki kişinin de böyle olmasını beklerim. Kırmak kolay ama telafi etmek kolay değil. Kırmamak için özen gösterir ama hakkımı da arardım. Güzel şeyler inşa ettim. Hastayken bile yaşamdan zevk alırdım ve bundan çok mutluyum. Gençliğimde yaptıklarımı sürdürüyorum, belki top oynamak hariç. Bu yaşta en çok vücut dinçliğini özlüyor insan.

Ben yaşamı ruhumla sevdim… Ruh ne durur ne de unutur…

Yaşama her daim bir şeyler katabilir miyim düşüncem var. Her daim neler yapabilirim düşüncesi var. Zorluklar beni motive eder. Her zaman önüme, geleceğe bakarım. Çocuklarımın mutluluğu, yaşantıları, deneyimleri beni mutlu eder. Ülkemin insanlarının mutluluğu beni mutlu eder. Bir kişi bir şeyi başarmışsa onun kadar mutlu olurum. Hiçbir şey hiçbir zaman boşuna değildir. Her şey için bir uğraş verdim ve bana ne demedim. Bu yaşta da bana en çok çalışmak iyi geliyor, insan olduğumu hissediyorum. Ben çalışmayı seviyorum, her şeyin ötesinde çalışmak vardı. Kendimi de hiç yaşlı hissetmiyorum, hissetmedim de. Kendimi 30 yaşından farklı görmüyorum.
İnsanların içini görmek gibi bir isteğim var. Onu tanıyabilmek, anlayabilmek isterdim. Bir sanat eserini yapanın duygularını konuşmak mesela. Onu bu sanata iten ne? O yaraları, bunalımları, fışkıran şeyleri görmek isterdim. Bugüne kadar yaptıklarım ve yaşamın bana getirdikleri için memnunum. Hayat öyle gelişigüzel gitmiyor. Hayat değişimlere sebebiyet veriyor ve bunların doğruluğunu yanlışlığını da yine hayat bize gösteriyor. İnsanlara kazandırdıklarım önemli benim için. İnsan çalıştığını, yaptığını bilmeli…

İşte benim hikayem, bir ben vardım. Yapabilirim dedim her zaman. Geriye düşmedim geçmişe takılı kalmıyorum. Yaşamın en güzel şeyi sevmek. Sevmekten asla uzak kalmamalı, yaşamın bize şekil verdiği en güzel şey bu. Seviliyorsanız ve sevebiliyorsanız dünyanın en güzel insanı sizsiniz.

Büşra Alpyağal, Yazar
Büşra Alpyağal, Yazar