Gülümser Şimşek – Bir Ömrün Başlığı

“Koca bir hayatın başlığı bu mudur? “ diye sorabilir sevgili okuyucu. Kendisine hayatınızı anlatan bir kitap olsa başlığı ne olurdu diye sorduğumda şöyle bir durdu ve “Bir ömrün başlığı ne olabilir ki? diye düşündü. Verdiği cevap onun hayatını dinleyen ben için yeterli olmadı tabii ki. Şöyle dedim içimden “Koca bir hayatın başlığı bu mu? “ belki de sizin benim düşündüğüm başlığı okuduğunuz andaki gibi… Bir ömre başlık düşünmek zor elbette… insan bir anıyı düşünüp koysa diğer anı öksüz kalıyor sanki. O yüzden bu ömür ancak bir ömürle başlıklandırılabilir dedim. İşte bir ömrün başlığı ve bir ömür…

En geriye gittiğimde şöyle bahçe içinde bir çeşme geldi gözümün önüne. Annem bana bir bebek yapmıştı. Ona çok güzel bir elbise dikmişti. “Dışarı götürme!” demişti. Ben de ağladım herhalde “götüreceğim” dedim. Çeşmenin başına götürdüm ve nedense orada bıraktım. Geri döndüğümde o bebeği bulamadım. O evin sadece o bahçesini hatırlıyorum. İkinci ev merdivenlerle çıkılan tek katlı bir ev. Bu ev yola gitti ve biz yıkılan evin parçalarıyla yeni bir ev kurduk. Ortaya bahçeli, tek katlı bir ev çıktı. Benim hayatımın önemli bir bölümü bu üçüncü evde geçti. Biz sonradan o evi satın alıp kütüphane yapmak istedik ama olmadı.

Gülümser ve ailesi

Ben utangaç bir çocuktum, korkaktım da. Okula başladığımda beş buçuk yaşındaydım. Şöyle olmuştu:

Sokakta oynuyordum. Babam elimden tuttu beni Gazi İlkokulu’na götürdü. Gazi İlkokulu tek katlı muhteşem bir taş bina idi. O güzelim bina yıkıldı ne yazık ki… Okul müdürünün odasına girdik. Babamın ne dediğini pek hatırlamıyorum ama okul müdürü benim için “Çok küçük,” dedi. Babam da “Siz onun öyle göründüğüne bakmayın. Çok akıllı bu…” dedi ve bana dönüp: “Kızım bir dua oku bakalım” dedi. Ben mesajı almıştım. İki uzun sureyi peş peşe okudum. Kaydım yapıldı ama kendi yaş grubumla okula başlamam daha iyi olabilirdi. O yıllarda sınıflarda çok büyük öğrenciler olurdu. Sesi kalınlaşmış, bıyıkları terlemiş erginleri hatırlıyorum. Ben onlardan hep çok korktum. Hatta onlardan biri bana vurdu mu bağırdı mı tam hatırlayamıyorum, ben okula gidemedim ertesi gün.

Annem çok cici bir hanımdı. Nakış, dikiş yapardı. Rengarenk perdeler işlemiş, kumaşlardan abajurlar yapmış, kavun çekirdeklerinden bile bardak kapatıcıları yapmış. Her köşede bir eseri olurdu. “Bir deliğine kırk iğne batırarak yaptım” dediği yeşil bir geceliği vardı. Yaptığı her şeye F harfiyle imzasını atardı. Evimizde hep genç kızlar olurdu. Annem onlara nakış dikiş öğretirdi. Neşeli, hatta komik biriydi benim annem. Bazen erkek kıyafeti giyip bize taklitler yaptığını hatırlıyorum. Böyle komik anılarım var. Hiç şikayet ettiğini hatırlamıyorum. Çok akıllı bir kadındı. Babam hep dışarıda olurdu. Akşam yemeklerinde bulunmazdı. Abim yaramaz bir çocuktu. Bizi kışkırtırdı. Böyle durumlarda annem hemen devreye girer durumu yatıştırmak için gençliğinden, çocukluğundan hatıralar anlatır ortamı sakinleştirirdi. Çok güzel masallar, hikayeler anlatırdı. Yıllar sonra öğrendim, onları annem uydururmuş.

Bir oda düşünün şimdi. Divanlarda renk renk basmalar, pazenler…  Güneş vurmuş üstlerine parıldıyorlar canlı canlı. Işık bir onlara vurmuş sanki. Odada cici hanım ve genç  kızlar… Hepsinin kasnağında farklı bir nakış, bir köşede küçük Gülümser kocaman açmış gözlerini öylece bakıyor kumaşlara… O görüntü beni çok etkilerdi. Annem kızlarına makine nakışını öğretmedi. Gelecekte o işi yapmamızı istemiyordu. Bana kanaviçe yapmayı öğretti. Kanaviçenin matematiksel bir yönü vardı o beni büyülerdi. En küçük kardeşimin doğduğu gün benim işlediğim kundağın kullanılması beni çok mutlu etmişti.

Annem dört çocuğunu kaybetmiş bir kadın. İlk iki evladı peş peşe ölmüş. Bir gün Zara’dan Sivas’ta yatan Abdul Vahap Gazi’nin türbesine gidiyor. “Bir çocuğum olursa adını Abdul Vahap koyacağım, yedi tane de kurban keseceğim,” diyor. Sonra abim doğuyor. Annem söz verdiği gibi her yıl bir kurban kesiyor. Son kurbanı ben de hayal meyal hatırlıyorum. Abim hep önemsenen bir çocuk oldu. Annem bize harçlık verirken hepimize yirmi beş kuruş, abime bir lira verirdi. O da şeker sucuğu gibi bizim paramızın yetmeyeceği şeyler alırdı o parayla ama onu kıskanmazdık. Annem öyle veriyorsa öyle olması gerekiyor diye düşünürdük herhalde. Bir gün annemin bir arkadaşı kızıyla bize gelmişti. Kız abimle aynı sınıfta okuduğunu, öğretmenlerinin çok sinirli olduğunu, öğrencilerini, bu arada abimi de her gün dövdüğünü söyledi. Annem çılgına döndü. Kıza dedi ki: “Ben onu yedi kurbanla buldum. Öğretmene söyle benim oğlumu dövmesin.”

Abimle benim aramda bir buçuk yaş vardı. “Hepsinin arası bir buçuk yaş,” derdi annem. Benden sonra Gülsen var. Annem hep gülmemizi istemiş demek ki… Gülsen’in adı nüfus kayıtlarındaki bir yanlışlık yüzünden Gülten oldu sonra. Güzel kardeşimle ilgili unutamadığım bir anım var. Arkadaşlarımla sokakta oynuyordum. Onlar: “Biraz da arka sokakta oynayalım,” dediler. Hep birlikte koşmaya başladık. Gülsen eteğimi tuttu: “Abla beni de götür,” dedi. Onu kucakladım, koştuk kızların peşinden. Onlar yüksek ve dar bir duvardan geçtiler. Önce ben geçtim ama Gülsen oradan aşağı düştü. Neyse ki önemli bir iz bırakmadı. Yaşanan olay ben ve annem için bir travma oldu. Yine ilk okul yıllarımda küçük bir olay daha var Gülsen’le ilgili. Yer sofrasında yemekteyiz. Kayısı kurusu haşlamış annem. Gülsen çekirdeği ile yutmaya çalışmış herhalde. Boğulur gibi oldu. Ben ağlamaya başladım. Annem bir yandan kardeşimle ilgilenmeye çalışıyor, bir yandan beni susturmaya çalışıyor. Sonunda yuttu da kötü bir olay yaşanmadı.

Gülsen’in küçüğü Güler sarı saçlı, yeşil gözlü sevimli bir çocuktu. Bir fasulye tanesinin genzine kaçması yüzünden hastalandı. O günlerde Gürsel isminde bir kardeşim daha olmuştu. Annem, Güler, Gürsel Sivas’ta hastanede günlerce yattılar ama doktorlar Güler’i kurtaramadılar.

Evde babaannem de vardı. Sinirli biri olarak kalmış hayalimde. Çok güzel dantel yapardı. O yıllarda siyah kukayla benim için ördüğü eldivenleri hala saklıyorum. Hep hizmet edilirdi ona.  Gürsel’i çok az hatırlıyorum. Annem komşulara anlatırken duymuştum.” Menenjitmiş hastalığının adı,” demişti. Onu da kaybettik. Annem bu kadar acıya nasıl katlandı bilmiyorum.

Gülsen’in küçüğü Ruşen, dedem Ruşen Efendi’nin adını taşıyor. Ruşen çok yaramazdı ama tatlı yaramazdı. Evde nakış yapan kızlara zor anlar yaşatırdı. Mahallede çok sevilirdi. Bisikletiyle herkesin yardımına koşardı.

En küçüğümüz Emine… O da anneannemin adını taşıyor. “Tekne kazıntısı,” derdi annem onun için. Babam, anneme kızmış bağırıyordu bir gün. Karşısına geçti dört, beş yaşında daha… “Ne bağırıyorsun?” dedi sesini yükselterek. Biz “eyvah babam Emine’yi dövecek!” derken babam gülmeye başladı ve biz çok şaşırdık. Ömrü boyunca da hak, hukuk, adalet diyen biri oldu. Akıllı, bilgili, hep güler yüzlü…  Ağır bir hastalık yaşadı ama atlattık şükür. Çevresinde güven duyulan ve çok sevilen biri… Noterler Birliği’nin ilk kadın başkanı oldu yakın zamanda.” Ablalar da annedir ,”der gözlerimi yaşartır benim.

Babam genel olarak neşeli biriydi. Üst üste bu kadar kayıp yaşamasının da etkisiyle olsa gerek çok içerdi. Çocukları olarak onu severdik ama sarhoş olduğu zamanlar çok zorluklar yaşardık. Sabahları onu hazırlar işe gönderirdik. Gece geç dönerdi. Geldiği zaman olay çıkarmadan onu yatırmak görevimizdi. Hepimiz koştururduk. Biri babamın üstünü değiştirir, biri leğen getirir, biri kovayla su. Ayaklarını yıkardık, ayaklarını muhakkak yıkamak isterdi. Babamı herkes cömertliği ile hatırlardı. Fakirlere yardım ederdi. Sokağa girdiği anda bütün çocuklar ona doğru koşardı. O da onu bildiği için cebinde hep çocukları mutlu edecek bir şeyler bulundururdu. Bir gün leblebi, bir gün şeker…  Babamla ilgili iki anımı anlatacağım. Ortaokul yıllarımdaki Zaralı Beden Eğitimi Öğretmenim Ekrem Bey, bu anıyı unutamadığı anılar içinde anlatmış. O gün öğretmenimiz çocuklara: “Siz ekmek kaç lira biliyor musunuz?” diye bir soru sordu. Sonra “Et kaç lira? Süt kaç lira?” diye soruları çoğalttı. Galiba bilinçli tüketici olmamızı istiyordu. Bir an bakışlarımız karşılaştı öğretmenle “Rakı kaç lira?” dedi. Ben de sık sık rakı almaya giden biriyim. “Çok pahalandı hocam. 715 kuruştu ama 7,5 lira oldu,” dedim. 

Gençlik

İkinci anı da şöyle: Babam bir gün zilzurna sarhoş… Öyle zamanlarda eve yalnız gelemezdi. O gün Remo Amca’nın kolundaymış. Yolda bağırarak bir şeyler anlatıyordu herhalde. Remo Amca: “Kaymakamın evinin önündeyiz, yavaş konuş,”  demiş galiba. Babam çıldırmış. “Kaymakam kim oluyor?” demiş. Küfretmiş galiba sövmüş ana avrat. Remo Amca babamı eve bırakıp gitti. Beş on dakika sonra polisler bizim kapıya dayandılar. Babamı alıp gitmek istiyorlar. Annem, babama:  “Sen bir suç işledin mi? Neden seni götürmek istiyorlar?”  diye soruyor. Babam: “Hayır,” diyor. Annem babamı vermedi. Birkaç kere geldiler ama annemi ikna edemediler. Sabah olunca polisler yine geldiler, babamı alıp gittiler. Ben okula gittim. Cumhuriyet İlkokulu’nda okuyordum o zaman. Kaymakamın kızıyla aynı sıradayız. “Şule,” dedim.” Dün gece sizin evin önünde bir olay yaşandı mı?” Şule: “Evet”  dedi, “bir adam kaymakam, kaymakam diye bağırmış.” “O benim babam,” dedim. Şule’nin annesi Gazi İlkokulu’nda öğretmendi. Görmüş geçirmiş bir hanımdı. Şule annesine anlatmış. Annesi eşinin yanına gidiyor ve olayı çözüyor. Babamı karakolda epey hırpalanmış ama eve dönüşü hepimizi mutlu etti. Kısa zaman sonra kaymakam da ayrıldı Zara’dan.

Biz gün boyu okula gider kalan zamanda sokaklarda oyun oynardık. Resmi bayramlar çok önemliydi hayatımızda. Çok renkli geçerdi. Günler öncesinden hazırlanırdık. Taklar kurulurdu. Sınıflar süslenirdi sevinç içinde. Krepon kağıtlarından zincirler örerdik. Çiçekler yapardık. Şiirler ezberlerdik.  Trampetlerle yürüme çalışmaları… Kıyafetler hazırlanırdı bayramda giymek için. İkinci sınıfta hemşire olmuştum. Dördüncü sınıfta köylü kızı, beşinci sınıfta gelin… Reşit Akif Paşa İlkokulu’nun kıyafetleri çok güzel olurdu.  Bayramı kazanılacak bir şey sanırdık. Tören bitince: “Hangi okul kazandı?” diye sorardık öğretmenimize. “Siz kazandınız! ” derlerdi. Uçardık sevinçten. Dini bayramlar da çok önemliydi. Annem hepimiz için yeni elbiseler dikerdi. Bana iki seçenek sunardı. Belden büzgülü mü olsun, belden pileli mi? Bir seferinde siyah ipekten bir ceket dikmişti. Bana çok yakıştığını düşünmüştüm.

Annemi düşündüğüm zaman hep hatırladığım bir olay var. Bir gün bahçemizi süpürdüm. Süpürgeyi yerine koydum. Eve doğru bir iki adım attım. Bir de baktım ki yerde uzun bir ip var. Daha yeni süpürdüm, kim atmış olabilir bu ipi diye düşünüyordum ki ip hareket etmeye başladı. Korkuyla “anne” diye çığlık attım. Ben o anda annemin beni duyamayacağı taraftaydım. Annem mutfaktaymış, mutfağın da penceresi açıkmış. “Ne var?” dedi annem. “Yılan!!!” dedim. Annem. “Yılan kızı sokmadan yetişeyim Ya Rabbim!” diye dua etmiş. Koşarak nefes nefese geldi. Ben köşedeyim, yılan önümde.  Şöyle bir etrafa baktı. Tertemiz yapmışım bahçeyi. Etrafta yılanı öldürecek hiçbir şey yok. Bahçe duvarının taşlarını söktü annem. Yılanı öldürdü.

Ben o gün öğrendim ki çığlığınızı duyan bir anneniz varsa hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok. Sonradan annem: “Yılan, başını kaldırdı, bana yalvardı. Sanki beni öldürme dedi,” diye üzüldü. Annem farkında olmadan bana bir ders daha vermişti: “Karşındaki düşmanın da olsa olaya onun gözünden de bakmayı bil!”

Benim çevremde çığlığımı duyan, acılarımı paylaşan dostlarım hep oldu. Ben de çevremde anne, anneanne, babaanne, öğretmenim, abla, teyze, … diyen kim varsa seslerini duyarım. Sesimi seslerine eklerim.

Zara’ya tiyatro grupları, ses sanatçıları, cambazlar, sihirbazlar gelirdi. Hiç birini kaçırmazdık. Bizim hayatımızda sinema çok önemliydi. Sinema bize İstanbul diye bir yer olduğunu, orada deniz olduğunu, martıları, kayıkları, vapurları, muhteşem konakları, gazinoları, pavyonları, farklı yaşantıları, köyü, köylüyü, işçiyi, patronu, parayı, iyiliği, kötülüğü, … yüzlerce kavramı anlattı. Ufkumuzu açtı. Annem her hafta sinemaya elli kuruş ayırmamı istemezdi. “Kuru hayallere para verme. Aynı parayı vereyim git bakkaldan yenecek bir şey al,”  derdi. Çok dil dökerdim onu ikna etmek için. Bütün aktörlerin, aktrislerin adlarını bilirdik. Sakızlardan çıkan resimlerini biriktirirdik. Zeki Müren bir efsaneydi bizim için. Onun hem filmini izliyorduk, hem şarkılarını dinliyorduk. Filmde dinlediğimiz şarkılar aylarca dilimizden düşmezdi. Yine o yıllarda radyo tiyatroları vardı. Sabah saat tam onda başlardı. Bir tiyatro oyununu sanatçılar seslendirirdi. Müzikler, efektler oyunu daha hoş bir hale getirirdi. En heyecanlı yerde zaman dolardı. Ertesi günü heyecanla beklerdik. Bir Kerim Afşar vardı ki nurlarda uyusun hayranız ses tonuna. Televizyonun olmadığı o dönemlerde sinema ve radyo bizi çok geliştirdi.

Düşünüyorum da ilkokulda çalışkan bir öğrenciymişim ama bu bana hiç hissettirilmedi. Baba- anne ilgilenmiyor dolayısıyla öğretmen takdiri çok önemliydi benim dünyamda ama öğretmen de takdir etmezdi. Ben bir gün öğretmen olursam öğrencilerimin başarılarını takdir edeceğim, hem de onları  yüreklendireceğim diye söz verdim kendi kendime. Öğrencilerimi, çocuklarımı, torunlarımı başarılı olmaları için teşvik ettim. Başarılarını takdir ettim. Onları alkışladım. Babamın yanlışları olmasaydı daha mutlu bir çocukluk yaşayabilirdik. Çocukluğumuzu daha renkli hatırlardık. Şairin dediği gibi “Bizim çocukluğumuz karanlık, paslı…“ Aile güçlü bağları hatırlatır bana, hayatımızın en önemli olaylarını hatırlatır. Bizim hayatımızda çok fazla aksaklık, şanssızlık oldu ama yine de iyi bir ailede    yetiştiğimi düşünüyorum. Annemin ruh dünyamı çok beslediğini, babamın da minnetsiz tavrından etkilendiğimi söyleyebilirim. Hayatımızda doğrular da yanlışlar da var ama hayatta dik bir duruş sergilediğimizi ve kendi yolumuzu kendimizin çizdiğini düşünüyorum.

Biz aydın çocuklardık. Arkadaşlarımızla edebiyat sohbetleri yapardık. Şiir benim hayatımda çok önemliydi. Benim hayatımda Fransızca da çok önemliydi. Fransızca öğretmenlerim başarıyı takdir ederlerdi. Fransızca’dan sınıfta en yüksek notları alırdım. Tarih öğretmenim de bir defa sınıfta beni alkışlatmıştı.

Ortaokuldan sonra Kayseri Kız İlköğretmen Okulu’nda yatılı okumaya başladık Zara’dan on kız. Ben orada yapılan Fransızca sınavını kazandım. Okul beni Bursa Kız İlköğretmen Okulu’na gönderdi. Arkadaşlarımdan ayrıldığım için üzüldüm ama sonradan fark ettim ki çok güzel bir okula gelmişim. Ve ben o okulda da Fransızca’dan hep en yüksek notları aldım. Üç yılın sonunda Fransızca birincisi oldum. Okul bana altından bir balık kolye hediye etti. Bursa’da çok değerli öğretmenlerim oldu. Bizi çok iyi yetiştirdiler. “Sen öğretmensen Anadolu’ya kanat açacaksın, o körpe beyinlere bilgi sunacaksın, onlara el uzatacaksın, ayağa kaldıracaksın. Hem ışık saçacaksın, hem meslek sahibi olmalarını sağlayacaksın,” derlerdi. Sevgili Türkan Saylan’ın dediği gibi “Eğer bir yerde bilime, demokrasiye, barışa ve aydınlığa aç bir çocuk senin ışığını bekliyorsa sönmeye hakkın yoktur. Işıyacaksın, ölüme saniyeler kalmış olsa bile…” Bursa’da bize öyle bir ruh üflendi ki ben şimdi 67 yaşındayım hala mezun olduğum ilk günün heyecanını taşıyorum.  Kime ne faydam olur, nasıl dokunabilirim diye düşünüyorum.

Öğrencilik yılları

Öğretmen okulundan sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nü kazandım ama okula gidemedim. Çünkü ailem beni evlendirmek istedi. Haziran ayında mezun oldum, temmuzda nişanım yapıldı. Üçüncü sınıftaki öğretmenimle elti olduk. Tatillerde öğretmenimle zaman zaman sokakta karşılaşır, selamlaşırdık. Kayınbiraderine beni tavsiye ediyor. Sinemaya giderken eşim beni görüyor, ”tamam” diyor. Ben,  tanımıyorum, evlenmek istemiyorum, ben okuyacağım desem de kimseye dinletemedim. Sözüm verildi. Nişandan sonra Zara’nın Baharşeyh Köyü’nde göreve başladım. İki sınıflı bir okuldu. Ben orada 3, 4, 5. sınıfları okuttum. Bir gün sınıfta ders anlatıyorum baktım, annem beni izliyor camdan. Meğerse hayali buymuş. O köyü hiç unutmadım. Hep destek olmaya çalıştım. Çocuk şiirleri, tekerlemeler, bilmeceler yazarken o köyü zemin olarak kullandım. İlginç bir deneyimdi benim için.

Düğün

20 – 30 yaşlarım benim en zor yıllarım… Annemin yüksek tansiyonu vardı. Benim düğünümden sonra yıllardır görmediği dayımı görmek için abimle Manisa’ya giderken trafik kazası geçiriyorlar. Annemi 40 gün sonra beyin kanaması sonucu kaybediyoruz. Annem gitti. Çok acı anne acısı, çok acı… Boy boy torunlarım var ama ben hala annemi özlüyorum. Bir süre sonra kabulleniyorsunuz. Cenazeden sonraki bayram yas bayramı olur. Ben bayram tatili için Zara’ya gittiğimizi sanıyordum oysa yas bayramımızmış. Ve ben bebeğimi kaybettim. O kadar cahilim ki ne hamile olduğumun farkındayım, ne de düşük yaptığımın. Yas bayramı da geçti. Trabzon’a döndük. Çok kısa bir zaman sonra öğrendim ki biz döner dönmez babam evlenmiş ve çalgılı da bir düğün yapmış.

Üvey anne ile birçok sorunlar yaşandı. Gülten ortaokuldan ayrılıp evlendi. Zor bir hayatı oldu. Ben evlenmesine karşı çıktım ama ne çare. Üç çocuğu, altı torunu var. Çocuklarını da torunlarını da iyi      yetiştirmek için çok çalıştı. Benim çok takdir ettiğim bir anne, fedakar bir anneanne, babaanne oldu. 

Ruşen tıp fakültesini kazandı. Doktor olacaktı ama o yıllarda siyasi ortam çok kötüydü. Tutuklandı, işkence gördü, on yıl cezaevinde kaldı. Başlangıçta sadece yakınınıza üzülüyorsunuz ama içeridekileri tanıdıkça hepsiyle kardeş gibi oluyorsunuz. Cezaevi kapılarında mahkum yakınlarıyla dost oluyorsunuz. Bu ziyaretlerden birinde “Kamber Ateş” diye diye ağlayan bir anne vardı. Bu hanım meğer benim kardeşimin koğuş arkadaşının annesiymiş. Oğluyla görüşe gelmiş. Görüşmelerde Türkçe dışında bir dil kullanılmayacağı için o da sadece Kürtçe konuşmayı bildiğinden oğluyla konuşamayacağına üzülüyormuş. Sonra ana oğul öyle bir görüşme yapıyorlar ki olay kardeşim Ruşen Sümbüloğlu’nun kaleminden anlamlı bir öyküye dönüştü. Diyarbakır İnsan Hakları Derneği tarafından birincilikle ödüllendirilen Kamber Ateş Nasılsın adlı öykünün kısa filmi de çekildi. Yüreklere dokunan güzel bir öyküdür. Kamber Ateş’in annesi İpek Hanım’ı yakın zamanda kaybettik. Nurlarda uyusun. 

Yazık oldu o yıllara. Biz on yıl boyunca evimizde hiç bayram yapmadık. Hep açık görüşlere giderdik. Çok üzüntüler var hayatımda. Gülümseten olaylar da var. Birini anlatayım: Kızım Ayça ilkokul yıllarında evimizde yaşanan olayların anlatıldığı bir gazete çıkarırdı.  Bizim Oda Dev Gazete adını verdiği gazetede kendisine ilginç gelen olayları renkli kalemlerle de süsleyerek paylaşırdı. Bir gün sivrisineklerin adeta boşluk bırakmadan ısırdığı babaannesinin zavallı ellerini haber yapardı, başka bir gün dedesinin namaz saatini unutup sonradan hatırlayınca ‘Namaz kaçtı.’ diye hayıflanmasını…  Emine de bizim yanımızdaydı o yıllarda. Ayça’nın gazetelerini cezaevine göndermiş sürekli. Orada Ayça’nın bir hayran kitlesi oluşmuş. Gençler oturmuşlar Ayça için Karabiber adında müthiş bir gazete hazırlamışlar. Karabiber ziyarete gittiğimizde idare tarafından bize verildi. Çok mutlu olduk. Okumaya doyamadık. Karabiber’in ilk cümlesi şöyleydi: “Senede bir çıkar, Ayça için çıkar.” Başyazısını dayısının yazdığı gazetemizi hala saklıyoruz.

Öğretmenim olan eltimlerle de öyle bir anımız var ki hala hatırlar, gülüşürüz. Deniz kıyısındayız. Kayınbiraderim denize girmek için soyunurken tişörtünün cebindeki kağıt paralar birer ikişer kumlara düşmeye başladı. Hava rüzgarlıydı hafiften. Paralar uçuşmaya başladı. Biz de hep birlikte koşmaya başladık. Paraların bir kısmı yerlerdeki bitkilere takıldı. Fazla uzağa gitmeden hepsini yakaladık. Sonradan çok komik sohbetler oldu aramızda. Kızlardan biri: “Ben bu kadar koşsam Olimpiyatlarda dereceye girerdim,”  dedi. Kayınbiraderim: “Herkes topladığı paraları teslim etti mi bakalım,” dedi. Sahildekiler: “Hepsini toplayabildiniz mi?” diye sordular. Daha bir sürü komiklikler oldu. Ayça bütün bunları o kadar güzel anlatmış, o kadar güzel resimlemiş ki müthiş bir gazete çıkardı o gün. Emine onu da cezaevine göndermiş. O yıllarda Eylül Çiçekleri adında bir kitap çıkmıştı. Bizim yaşadığımız komik olayı anlatan Ayça’nın gazetesi de o kitapta yer almıştı. Annemden on yıl sonra babam da gitti.

Abim İstanbul’da okudu. Yıllarca idarecilik ve felsefe öğretmenliği yaptı. Sonra Sivas’a Turizm Müdürü olarak atandı. Karlı bir kış günü bir grup arkadaşıyla bayramı geçirmek için Tokat’a giderken bir trafik kazası yaşanıyor. Ve abimi de kaybettik biz. Tokat’taki hastanede kıyafetlerini keserek çıkarmışlar. Eşi,  çocukları görmesinler diye o kıyafetleri ben aldım. Yıkamadan önce cebine baktım. Kalacakları otelin kartı çıktı cebinden. Üzerindeki yazıyı ilk defa biriyle paylaşıyorum. İçimi kanatmıştı. “Bırakın bedeninizi doğa sarsın.”

Oğlum endüstri mühendisi, çok zeki bir çocuk hep çok başarılıydı. Bugün de iyi bir yerde, iyi bir işi var. Çok tatlı bir çocuktu. Arkadaş gibi büyüdük onunla. Her şeyi tartışırdık. Bize üst düzey şeyler yaşattı hep. Kızım da çok başarılıydı. O bir diş hekimi, bir akademisyen. Kızım şen şakrak, sosyal yönü çok güçlü biri… Sanatı sever. Çok mutluyum, çok güçlüyüm çocuklarımla. Kızım bir şiir yarışmasında birinci olmuştu, çok mutlu olmuştum. Dürüst olmaları için çok gayret sarf ettim. İlk çocuğu biraz sıkıyor insanlar, ikinci çocukta daha toleranslı oluyorsunuz. Ama gerçeği değiştiremeyiz. Ben de acemiydim. Yine de iyi yetiştirebildik diye düşünüyorum. Komşularım: “Biz size de çocuklarınıza da saygı duyuyoruz,”  derlerdi. Ben de çocuklarıma hep saygı duydum. Anne olmak zordu. Hele çalışan bir anne olmak… Her işin üstesinden gelebildim. Ben daha çocuktum. Evli olduğuma, hele anne olduğuma kimse inanmıyordu. Siz başka şeyler düşünüyorsunuz hayat size bambaşka bir yol çiziyor.

Eşim çok okumuş, çok bilgili ve dürüst bir insandı. Ben onun hep en doğruyu düşündüğünü düşünürdüm. Benim öğretmenim gibiydi. 24 yıl Trabzon’da kaldık. Öğrencilerim büyüdüler, evlendiler. Çok dostum oldu. Zaman zaman oradan ayrılmayı düşündük ama olmadı. Eşim hastalanınca ani bir kararla İstanbul’a taşındık. Trabzon’da iyi hatıralarım var ama her sokağında gözyaşım var. Zor yıllarımdı. Mesleğimi çok sevdim. Anne olduktan sonra çocuklara bakışım değişti. Öğretmenliğe aşık oldum. Akşamdan titizlikle günlük planımı yapardım. Ertesi gün hangi dersleri yapacağımı, hangi konuları anlatacağımı yazardım. Plan defterimi kıymetli bir hazine gibi görürdüm. Huzurla eve dönerdim beş dersten sonra.

Eşim ve torunum Duru

1996 yılında İstanbul’da Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Kadıköy Şubesi’ne bağış yapmak üzere gitmiştim. Benden üye olmamı istediler. “Olmaz,” dedim ben. “ Türkiye 2040 yılında çöl olacak. Ben çevreci bir dernek bulacağım, orada çalışacağım.” “ Burada çevre komisyonunu kurun o çalışmaları burada yapın.” dediler. Kabul ettim. Çevre komisyonunu kurdum. Çok güzel çalışmalar yaptık. Binlerce ağaç diktik.

Yine o yıllarda bir çocuk yuvası devraldım. Küçük çocuklarla çalışmak çok farklı bir deneyim oldu benim için. Devraldığım yuvanın kütüphanesindeki kitaplar çok kötü idi. Öğretmenlerime: “Bu kitapların hepsini atalım,” dedim. “İhtiyaç duyduğunuz ne varsa; masal, şiir, piyes bilmece, tekerleme, ben yazacağım,” dedim. Öyle de yaptım. O günlerde yazdığım bazı kitaplar basıldı. Çocuklarla buluştu. Bu arada torunlarım da kitaplarımı okudular. Mutlu oldum. Çocuklar için anlatacak daha çok öyküler var aklımda. Onlarca dosyam da sırada…

Gülümser Öğretmen

Eşimin rahatsızlığı nedeniyle oğlumun yakınına Emirgan’a taşındık. O yıllarda ben Çağdaş Eğitim Vakfı’nın Reşitpaşa’daki eğitim evinde çalıştım. Darülaceze’de gönüllü çalışmalara katıldım. Sonra hep birlikte, yani üç aile Kemerburgaz’a taşındık. O dönem torun sevme yıllarımız oldu. En büyük torunum Duru, ki şimdi üniversite öğrencisi, ilkokula yeni başlamıştı. Kardeşi Doğu üç yaşında idi. Kızımın oğlu Mavi yeni doğmuştu. Herkes “Torun çok kıymetli,” derdi. Gerçekten hayatımıza güzellikler kattılar. Eşim benden 13 yaş büyüktü. Yaşından da bir on yıl olgundu sanki. Ben düşünemezdim ki kocam yerlerde sürünerek sırtında çocukları taşıyacak. O olgun adam torunları için yaptı bunu.

Yine o yıllar eşimin çok hastalandığı dönemler.. Kalbi rahatsızdı. Açık kalp ameliyatı olmuştu. Yıllar içinde damarlar yine tıkandı. Ambulanslar, yoğun bakımlar, doktorlar, değişik tedaviler, iğneler, ilaçlar  derken sonunda acı son bizi buldu. Kemerburgaz’dan Göktürk’e taşınmıştık. Eşimle çevreyi gezerken Göktürk Mezarlığı çıktı önümüze. Ben “Ne güzel bir mezarlık! Tertemiz, sessiz…” dedim. “Evet,” demişti. ”Tıpkı bir kasaba mezarlığı gibi…” Şimdi o kasaba mezarlığı gibi dediği mekanda uyuyor. Çok sevdiği torunları ile ziyaretine gidiyoruz. Mavi’nin bir kardeşi daha oldu onun yokluğunda. Mercan… Mavi dedesini çok özlüyor. Mercan da küçük kovası ile dedesinin çiçeklerini suluyor.

Parti çalışmaları da var benim hayatımda. Göktürk’e taşındığımız yıl CHP’nin kapısını çalmıştım. Orada çok değerli dostlarım oldu. Onlarla gecekondularda birçok çalışma gerçekleştirdik. İşte o günlerden birinde mahallemizde çok acı bir olay yaşandı. Uyuşturucu mafyası gencecik bir evladımızı bizden kopardı. Eğer sahip çıkamazsak çocuklarız kurda kuşa yem olacaktı. Ertesi gün Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Merkezi’nin kapısını çaldık. Göktürk Şubesini açtık. İki yıldan beri çocuklarımızla onlarca proje gerçekleştirdik. Sağlığım elverdiğince çocuklarımız için, aydınlık yarınlar için çalışmaya devam edeceğim.

Benim bir defterim var torunum Doğu için. Oraya Doğu ile yaşadıklarımızı yazıyorum. Gelecekte    okuduğu zaman mutlu olabilir. Belki onun çocukları da okur, ailemiz hakkında bilgi sahibi olurlar.  Şimdi diğer torunlarım için de yapıyorum bunu. Geleceğe miras bunlar olacak benden. Kitaplarımı da tamamlamak istiyorum. Bir de ormanlar… Uçsuz, bucaksız ormanlar yapmak istiyorum.

Bende fidan aşkı öğretmen okulu yıllarıma rastlar. Zara’dan Bursa’ya ilk gidişimde Bursa’nın yeşilliği beni büyülemişti. Tatil için Zara’ya dönüşlerde hüzünlenirdim. Kıraç tepeleriyle sapsarı bir Zara bizim kaderimizdi sanki. O zaman çocuk aklımla “Ben bir gün önemli biri olacağım ve bu tepeleri hep ağaçlandıracağım.” diye kendi kendime söz verdim. Önemli biri ne demek bilmiyorum ama bu düşünce ağaçlandırma çalışmamızın temeli oldu. Bu düşüncemi Ruşen’e anlattım. “En büyük hayalim,” dedim. Ruşen: “Abla gel bu hayali gerçek yapalım.” dedi. Yeşil Zara Projesi’ni başlattık. Çok katılanlar oldu.  Cumhuriyetin yüzüncü yılını yüz bin fidanla karşılamayı planlıyoruz. Otuz bin fidana yaklaştık. Başaracağız. Yakında yine ağaç dikmeye gideceğiz. Orada hayat öykümü yazan Büşra Alpyağal için de ağaç dikeceğim.

Geriye dönüp baktığımda zor ve acı dolu ama güzelliklerin de olduğu başarılı bir hayat görüyorum. Birçok şeyi iyi yönetebilmişim diyorum. Zorluklara katlandım ama acılar olmasaydı keşke. Bu hayatı yeniden yaşasam acıları silmek isterdim.

Öyle bir kadın ki Gülümser enkazlar var çevresinde, her enkazın bir yapısı ona bağlıymış meğer, onlar çöktükçe Gülümser de sarsılmış ama yıkılmamış. Enkazlara çiçekler dikmiş, ormanlar dikmiş yeniden yeşertmiş kendini. Yaşam kadın Gülümser…

Hayatın İçinden Hanım…

Tercüman olup kitaplar çevirmek istemiştim, olmadı. Öğretmen oldum. Bana nasıl uygunmuş öğretmenlik. Eflatun der ki: Tanrı gökten yere inip bir meslek seçseydi öğretmenliği seçerdi. İyi ki öğretmen olmuşum. İnanılmaz güzel anılar yaşattı bana öğretmenlik. Gelecekten sağlıklı olmayı ve ayakta durmayı istiyorum. Zorda olan insanlara yardımcı olmak benim için çok önemli bir şey. Başkalarının hayatına dokunmak, farklılıklar yaratmak mutlu ediyor beni. Hep dik durmaya, dürüst davranmaya çalıştım. Kimsenin hakkını yememek, birini kırmamak benim için hep önemli oldu. Çok güzel dostluklarım oldu. Arkadaşlarımla 30 yıl önce ayrılmışız arıyorum “nerde kalmıştık?” diyorum ve yeniden başlıyoruz. Bakıyorum da hep savrulmalar var hayatımda. Bir uçtan bir uca savrulmuş durmuşum. Ayakta kalmak  önemli…  Hayatıma dışarıdan bakabildim. Bazen öğretirsiniz ama sürekli bir şeyler de öğrenirsiniz. “Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır,” derdi annem. “ Ve her şeyin bir zamanı…”

Torunum Mercan ile

Uzaktan gelir gibi sesin/ Sanki hep başka bir alemdesin/ Her şeyde biraz seni bulurum/ Nerde olsam aklımdasın biraz/ Kimse bilmez kimse duymaz/ Bir tek ben bilirim bir de sen bilirsin biraz

Eee, nerde kalmıştık Gülümser Hanım? 

En sevdiği şiir: Cahit Sıtkı Tarancı – Memleket İsterim

En sevdiği şair: Cahit Külebi

En sevdiği yazar: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Pamuk

En sevdiği roman: Murat Uyurkulak – Tol

Büşra Alpyağal, Yazar
Büşra Alpyağal, Yazar