Feriha Çamlıbel Altınoğlu - Güzel Hayat
Feragat Ergin - Benim Dünyam
Ben Şule Nilgün Aytaç, Şule’liği miras bırakmak için 27 Aralık 1951 yılında bu dünyaya geldim. Kocaman bir ailemiz vardı. Mersin’de doğdum ancak babam hâkim olduğu için çocukluğum farklı şehirlerde geçti, oradan oraya göç ettik. Akşam Kız Sanat Okulundan alınıp 15’inde babamla evlendirilen, 16’sında beni, sonra ikişer yıl arayla diğer kardeşlerim Jale ve İlhami’yi doğuran annem… Ben 11 yaş civarındayken ise son kardeşim Levent doğdu. Kardeşlerimle aramızda 2’şer yaş vardı ama ben onlardan daha olgundum hep. Onlar iki delişmen yay burcuydu. Annemle babam akşam gezmelerine gittiğinde kardeşlerim evde top oynarlardı. Annem ve babam onlara karşı sert abla olmamı beklerdi, kardeşlerim de beni egemen güçlerin bir parçası olarak görürdü. Büyüdükten sonra birbirimizi daha iyi anlamaya başlayıp dost olduk. İlhami ve Jale gerçekten çok komik insanlar harika taklitler yaparlardı. Babam annemden 20-21 yaş büyük. Birbirine bu kadar uyumsuz başka insan çok az bulunur. Babam mesleğini çok ciddiye alan bir insandı bu yüzden çoğu zaman eve çok yorgun gelirdi. Evde de 4 tane yaramaz çocuk, onlar hareketli, oyun oynuyor. Babam bunlara çok tahammül edemezdi. Annem çok sevecen bir kadındı ama otoriterdi aynı zamanda. Elbiselerimizi diker, harika yemekler yapardı, çok maharetlidir. Neşelidir, hepimizi etrafına toplar hikayeler okurdu. Balıkesir’de pazarları bütün çocuklar kedi yavruları gibi annemle babamın yatağına doluşurduk. Şarkılar söylerdik hep birlikte. Babamın en rahat, en sempatik olduğu yerdi orası.
İncir Ağaçlarının Tepesinde
Çocukluğuma dair hatırladığım ilk anılar Mersin’de geçiyor. Mersin’de kocaman dört dönüm meyve bahçesinin ortasında Arap mimarisi ile yapılmış bir evi vardı nenemin. Bahçedeki ağaç yapraklarının çıkardığı hışırtıyı hiç unutamam, hâlâ beni mutlu eden bir sestir. Bir de Berduş vardı, dayımın köpeği; Mersin’e bazen iki senede bir giderdik ama Berduş bizi hiç unutmazdı. Olağanüstü bir hayvandı; nenemin evinden çıkıp teyzeme giderken bize eşlik eder, bizi bırakır geri dönerdi. Bahçede çok sayıda incir ağacı vardı; bu ağaçları kuzenlerimle bölüşmüştük, herkesin bir ağacı vardı. Tırmanamayacağım ağaç yoktu, benim için en büyük eğlenceydi. Denize girerdik. Yaylada dans ederdik. Arap Hıristiyan arkadaşlarımız vardı onlarla gezerdik. Onların aile yapısının, kültürünün ne kadar farklı olduğunu görürdük. Mersin o zaman çok medeni bir şehirdi. Bir arada yaşama kültürü çok gelişmişti. Yaylaya giderdik; yazları kokusu mis gibidir yaylaların; kıpkırmızıdır Çukurova’nın toprağı. Her şey bir oyundu bizim için. Nenem beni çok severdi, bütün büyüklerim beni çok severdi çünkü başarılı, saygılı, güvenilir bir çocuktum. Bir gün bütün kuzenlerim açık hava sinemasına gitmişti, yazlık sinemalar o zaman bir kurtarıcıydı. Beni beklemeden gittikleri için çok ağladım. Nenem buna çok üzüldü, hayatında hiç sinemaya gitmemiş kadın kalktı, hazırlandı, elimden tuttu ve beni sinemaya götürdü.
Şule Yapar
Ailenin ciddi kızıyım, ablayım, ilk çocuğum. Babam da çok ciddi bir adamdı – bu yönüm babama benzemiş. Görevşinas kız çocuğuydum (Yıllar sonra Sheila Rowbotham’ın ‘Dutyful Daughters’ kitabını okuduğumda, tam da beni tanımladığını düşünmüştüm). Anneme yardım ederdim, yönetmeyi severdim. Annem ve babam gibi mükemmeliyetçiydim. Annemin bir lafı vardı hiç unutamam “Şule yapar” derdi. Bana çok güvenirdi elimden iş geleceğini, her şeyi kolayca öğrenip halledebileceğimi bilirdi; bu her ne kadar güzel bir şeymiş gibi dursa da omuzlarımda her zaman taşımam gereken bir yüktü aynı zamanda. Balıkesir’de Şadiye öğretmenim vardı. Müthiş bir öğretmendi. Sınıftan rakibim bir arkadaş Aritmetik dersinden 5 almıştı ben de 4 almıştım ama ikimizde de aynı hata vardı. O zamandan beri adaletsizliğe, haksızlığa hiç dayanamadığım belli; hemen öğretmenimin yanına gittim. Bu durumu sordum. Elini omuzuma attı bana: “Şule’ciğim sen olgun bir kızsın beni anlarsın, o arkadaşının aile içinde sorunları var ona moral vermek için 1 puan fazla verdim.” dedi ve ben 9 yaşındaydım bu durumu olgunlukla karşılamam gerekti. Buna benzer o kadar çok anekdot var ki hayatımda; çünkü her zaman ben güvenilirim, olgunum, yapmam gereken her şeyi yaparım!
Yine de şunu söylemem lazım: Şadiye (Bozok) öğretmen, başarılı bir eğitim hayatımın taşlarını sağlam döşeyen harika bir öğretmendi. 50 yıl sonra kendisini bulup telefon ettiğimde, hemen beni hatırlaması ise aramızdaki özel ilişkinin bir göstergesiydi. Ben babamın tayininden dolayı İlkokulu Balıkesir’de bitiremeyip Ankara’ya gittiğimde sınıfa ‘topunuz bir Şule etmezsiniz’ dediği bilinir.
Anne Ya Ali’yi Görünce Midemde Bir Şeyler Oluyor!
Yıl sonu baloları yapılırdı şehir kulübünde. Baloya hazırlık olarak öğretmenler bizi eşleştirirdi. Ben iri yarı olduğum için beni üst sınıftakilerle eşleştirirlerdi. Ben tango, çaça biliyordum. Ali de biliyordu çok iyi bir çift olduk. Bizi ilk kez ilkokul 1 de eşleştirdiler Ali’yle, daha 7 yaşındayım. Bir gün anneme gidip “Anne ya Ali’yi görünce benim midemde tuhaf bir şeyler oluyor!” demişim. Annemin bunu duyunca sarılıp beni kucakladığını hatırlıyorum. Annem babama göre daha özgürlükçüydü daha tabusuzdu, kendi sınırları içinde özgürlük alanları tanırdı bize.
Hayatımdaki Levent’ler
Hayatıma dokunan erkekler, Leventler. İlki Balıkesir’de ilkokuldan arkadaşım. Sınıfta kızlarda en iyi bendim erkeklerde ise en iyi Levent diye bir çocuktu. Aramızda tatlı bir rekabet vardı. İkinci Levent ise son kardeşim. 40 gün isimsiz kaldı. Annemle babam isim konusunda anlaşamadılar. Ben de Levent ismini teklif ettim. Aslında Levent okulda rakibimdi ama çok beğenir, saygı duyardım. Böylece adı Levent oldu. Kendi isteğimle çocuk doğurmadım ama Levent benim için çocuğa en yakın şeydi. Altını da değiştirdim, ninni de söyledim, mamasını da yedirdim. Babama çok benziyordu ilk gördüğümde babamı kundaklamışlar sandım. Babam da çok memnundu bu durumdan. Levent çok sevildi, şımartıldı. Çok düşkündü bize, sevgi doluydu. Ve ne yazık ki genç yaşta kaybettik…
Beyaz Rus bir ailenin ODTÜ’de Şehir Planlaması okuyan oğlu ise hayatımdaki üçüncü Levent’ti. ODTÜ’de Advanced English dersinde karşılaştık Leventle (Resul). Erkekler özgüvenli, düşündüğünü söyleyen kızlardan pek hoşlanmaz hemen bir liderlik çatışması olur. Biz de derste kıyasıya tartıştık. Teneffüste yanıma geldi ve neden derste öyle yaptın, dedi. Bilerek yaptım çok ukalaca konuşuyorsun dedim ve sonra biz çok sıkı dost olduk. Ben ondan çok şey öğrendim; çok okurdu, bilgiliydi. Sonradan öğrenci hareketlerinde de önemli bir yeri oldu. Hayatımda farkında olmadan kendime örnek aldığım kişilerden biriydi Levent.
Kolej bandosunda trombon çaldım 7 yıl boyunca. Davulcumuz Levent’le (Uz) uzun yıllar sonra olgun yaşlarımızda yeniden karşılaştık ve yakınlaştık. O da hayatımdaki son Levent oldu.
Ama Tepki Bu, Tam Bir Şule Tepkisi. Haksızlığa Dayanamam
Haksızlık, adaletsizlik bunlara tahammül edemem. Hayatımda her zaman haksızlığa uğrayanların yanında yer almaya çalıştım, bu benim içimde her zaman olan bir şeydi, içgüdüsel sanki. Hiç unutmuyorum henüz 6 yaşındaydım. Balıkesir’de sokakta bir atlı araba geçiyordu. Arabacı atı kamçılıyordu ben de bunu görünce ağlamaya başladım. Arabacıya bağırıyorum vurma, vurma diye. Yerden taş alıp arabacıya attım; tabi ki denk getiremedim. Ama tipik Şule tepkisi bu! Yine kolejde bir hocamız vardı sınıfta bizden biraz daha farklı olan, aykırı olan bir kız arkadaşıma tokat atacaktı elini kaldırdı, hemen koştum araya girdim. Bu zamanlarda vereceğim tepkiyi düşünmüyorum bile, bir bakıyorum yapmışım!
Oba Sokak
Ankara Siyasal Yurduna çok yakın bir yer olan Oba Sokakta otururduk. O zaman üniversitelileri görünce ben de böyle olacağım derdim. Kendime farkında olmadan rol model aldığım kişilerden biri de Raci (Bademli) abiydi. Raci abi karşı komşumuz Fitnat teyzenin torunuydu. Raci abinin kız kardeşi Ahter ve ben de arkadaştık. Bir de bodrum katta oturan gençten Akın diye bir çocuk vardı gitar çalardı. O zaman kolejdeyim, Beatles, Elvis Presley, Cliff Richard çok meşhurdu. Şarkı sözlerini yazıp ezberlediğim bir defterim vardı. Yaz akşamları Akın, Fitnat teyzenin duvarında oturup gitar çalardı ben de şarkı sözlerini bildiğim için şarkı söylerdim, kardeşlerim de katılırdı bana.
13-14 yaşında Cebeci’de otururken mahalleden bir çocuğa (Akif) âşık oldum. ‘Entelektüel düzeyimiz’ aynı değildi, o ortaokul terkti, ben TED’de okuyordum. Ama aramızda müthiş bir platonik aşk oluştu; çok romantik anlarımız oldu. Hatta tipik Şule, ben onu dışarıdan okumaya teşvik ettim, okudu, Gazetecilik Bölümünü kazandı ve bir hayat kurdu kendine. Geceleri ben balkonda otururdum. Gelirdi karşımızdaki evin ağacının gölgesinin altına otururdu kimsenin görmeyeceği şekilde ve birbirimize bakarak iki saat otururduk, bu arada sadece gözlerimizin beyazı ile dişlerimizi görebilirdik gülümsediğimizde. Bunlar hep gizli olurdu o zamanlar çok ayıplanırdı böyle şeyler. Onu her zaman çok güzel anarım.
Kolej
Ankara Koleji sınavına apar topar girdim. Ankara’ya yeni gelmiştik sanırım başka hâkimlerin çocukları koleje gidiyordu babam bu yüzden kolej sınavına girmemi istedi. O zamana kadar test görmemişim hiç, hazırlıksız paldır küldür girdim sınava. 800 çocuk içinden 35. oldum. Kolejde öğretim ilkeleri gereği hocalar hiç Türkçe konuşmazlardı ve çok zorlanmıştım başta. Ancak öğrendikçe çok sevdim dersleri. Öğretmenlerimiz dünyanın dört bir yanından gelen İngilizce konuşan öğretmenlerdi. Matematik öğretmenimiz gıcık bir İngiliz’di, kimya öğretmenim İskoç’tu, İngilizce öğretmeni İrlanda asıllı bir İngiliz’di. Kolejde bandoda trombon çalıyordum.10 Kasım’da soğuktan parmaklarımız buz kesilirdi ama yine de çalardık ve aramızda çok güler eğlenirdik. Müthiş bir dostluk vardı. Kolej basket takımı çok başarılıydı, onları izlemeye giderdik. Karşı taraf faul atış yapacağı zaman kakofoni yaratırdık. Ortalığı kırıp geçirirdik. O zaman kolejli olmak diye bir tabir vardı ancak bu çok burjuva bir imajdı. Oysaki Kolej öğrencilerinin pek çoğu bürokrat, diplomat yani orta kesim çocuklarıydı. Üç kız arkadaştık ortaokul ve lise yıllarında birbirinden hiç ayrılmayan (Hülya Ayhan ve Özge Alpay). Kedi yavruları gibi aynı yatağı paylaşırdık bazen. Yazları birbirimizden ayrılıp tatile gittiğimiz zaman birbirimize mektup yazardık. Sonradan mektupları bulduğumda 37 sayfayı bulan mektuplar yazmışız. Her şey hakkında… Okuduğumuz kitaplar, hayat felsefesi, aşk…
Çok Sonra Anladım: Bu Ses Benim Hayatımı Belirlemiş
Ben hiç inek bir öğrenci olmadım aklımı kullanır çalışırdım. O zamanlar 13 dersten karne alırdık. Karnemi aldıktan sonra babama götürdüm ben mutlu mesudum babam da mutlu olacak diye düşünüyorum. Baktı karneme “Hımm kızım, ben senin her şeyini karşılıyorum sen de akıllı bir kızsın niye hepsi 10 değil?” dedi. Şimdi anlıyorum bu ses benim tüm hayatıma yön verip belirlemiş. Kendimden de hoşnutsuz olduğum çok zamanlar oldu bu yüzden. Daha sonraki hayatımda, 10’luk bir başarı sergileyemediysem vah bana.
İlginç İsimli Mehmet Pojon Diye Bir Adam:
ODTÜ teorik fizik bölümünde master yapan ve iyi fizikçi olduğu için Kolej’de fizik ve matematik dersi vermeye gelen ilginç isimli Mehmet Pojon diye bir öğretmenimiz oldu Lise 2 ve 3’te. Çok yönlü bir adamdı, aynı zamanda ODTÜ oda orkestrasını kurup yönetmiş birisi. Lise 2’deyken 2 otobüsle bizi Marmaris’e götürdü. Başımızda kimse yoktu sadece bizden beter ‘yaramaz’ olan Mehmet Pojon vardı. Orada ilk kez sarhoşluğu tattık, sirke gibi berbat tadı olan Dimitrokopulos şarabından iki yudum alınca sarhoş oldu herkes. Aileden uzak bu ilk tatil çok ilginç anılarla doluydu. Mehmet Pojon, sonradan ilk eşim oldu.
Yavaş yavaş siyasetle ilgilenmeye başlamıştım. Evde zaten Cumhuriyet ve Akis okunurdu. Toplumsal olayların farkındaydık. Arkadaşım Özge bir gün geldi “Şule bir yerde teorik eğitim yapıyorlar gidelim mi?” dedi. Gittik, Sakarya Caddesinin arka sokaklarında orada bir yerde küçücük bir matbaanın bir odasında bir cumartesi günü anneden babadan gizli gittik oturduk. Küçücüğüz, tıfılız. Bir abi geldi bize Sosyalizmin Alfabesini anlattı. Bu, sosyalist maceramızın başlamasına neden oldu. İşçi Partisi’nin büyük meydan mitingleri olurdu ona giderdik. Taylan Özgür öldürüldüğünde 68 yılıydı galiba biz lise öğrencisiydik. O zaman buna isyan olarak ODTÜ’lü gençlerle, Dev-Genç’le yürümüştük.
Annem Benim Sırdaşım
Annem sırdaşımdı, arkadaşımdı zaten aramızda 16 yaş var, birlikte büyüdük biz. Kolej yıllarımda hafta sonları çay partileri yapılırdı. Müzik olurdu kesinlikle müziksiz bir hayat yoktu o zaman. Danslar ederdik. Mahalleli kadınlar bir gün anneme, “Müzeyyen Hanım helal olsun sana kızlarını kızlı erkekli partilere gönderiyorsun başlarına bir şey gelmesinden korkmuyor musun” diye laflar etmişler. Annem de ‘ben çocuklarıma nasıl bir terbiye verdiğimi çok iyi biliyorum onların nerede ne yapacaklarını bildiklerinden eminim’ demiş. Annem mahalle baskısına hiçbir zaman pabuç bırakmadı. Hiçbir zaman bize, büyüyeceksin seni zengin bir adam isteyecek, evlenip mutlu olacaksın gibi laflar söylemedi. Bize her zaman ‘önce okuyacaksın, kendi mesleğin olacak o zaman istediğin adamı seçer evlenirsin’ derdi. Bu çok güçlendirici bir şeydi. Annem çok asiydi, içgüdüsel feministti. Önümde isyan eden, her şeyi olduğu gibi kabul etmeyen bir anne vardı bu da ilerde feminist olmamda öncü nedenlerdendir. Kendini her alanda çok geliştirmiş bir kadındı. Üniversite okumamıştı ama kültür seviyesi çok üst düzeydi. Pek çok kitapla tanışmam, klasik müzik dinlemem annem sayesinde olmuştur hep. Rüzgâr Gibi Geçti kitabını annem, ben, Jale okumaktan eskitmiştik. Annemin bu aydınlığı, benim de içinde bulunduğum feminist harekette onun yükselmesini sağladı.
1971’de 12 Mart darbesi oldu. Mezun olana kadar gencecik askerlerin elinde makineli tüfekler, ‘thompsonlar’ üstümüze doğrultulmuş, girişlerde çıkışlarda arama yapılırdı. Havan toplarıyla ODTÜ yurtları dövüldü. Arkadaşlarımız yakalandı, işkence gördüler. Darbe öncesi okulun ilk sömestri cennetti. Hocalarımızla çok yakındık, her birimiz devrimciydik. Darbe olunca 6 ay okul kapandı. Sonra tekrar açıldığında sıkıştırılmış 3 sömestr üst üste yapıldı. O dönemde, 2. Sınıfta yani evlendim, son yılları evli olarak okudum. Sosyoloji okurken hep akademisyen olmak istiyordum. Aslında ben ODTÜ’ye girişte 1 numaraya ekonomi 2 numaraya sosyolojiyi yazmıştım. Çünkü Marksizm’i anlamanın en iyi yolunun ekonomiyi iyi öğrenmek olduğunu düşünüyordum. Kader bu ya 0,35 puanla ekonomi bölümünü kaçırdım. Üniversitede şeref listesinden çıkmadım okulu bitirip ekonomi yüksek lisansına başladım.
Mübeccel Kıray
Mübeccel Kıray hocamızdı. Ben dersleri ağzım açık dinliyordum. Müthiş bir anlatımı vardı. 2 saat aralıksız İngilizce ders anlatırdı. Akıl almaz bir enerjisi vardı. Mübeccel’in derslerinden sonra ekonomi bölümünden vazgeçtim asıl aradığım, öğrenmek istediklerimin Sosyolojide olduğunu gördüm. Büyükşehirlerin nazım planları yapılırdı ve bu planlar için şehir sosyologları gerekirdi. Gaziantep nazım planı için Mübeccel Kıray’dan sosyolog istemişler. 3. Sınıf olmama rağmen benim ismimi vermiş. Ancak ben o zaman hem evli olduğum hem de derslere çok önem verdiğim için gitmemiştim. Mübeccel Kıray benim değerimi ben bilmeden anlamış ve bizim ölene kadar dostluğumuz devam etti. Çok saygı duyduğum, sevdiğim bir insandı.
Ne İstediğini Bilen Bir Kadınım
York Üniversitesine(U.K.) doktora için gittim. O sırada evliydim eşim beni gitmem konusunda destekledi. MEB bursuna girdim ve kazandım ancak bu sene kazandığım burs bir dahaki sene bağlanıyordu. Bursun bağlanması için MEB ve MEB’e bağlı kuruluşlar arasında mekik dokudum. Arkadaşımın annesi “bu kızı gören buna hayır diyemez ki o kadar kararlı ki, öyle dayatıyor ki” demiş. Bütün gayretlerim sonucu ancak gittikten 3 ay sonra bursum bağlandı. York’a gittikten 1 yıl sonra eşim yanıma geldi ancak ayak uyduramadı Türkiye’ye dönmek istedi. Benim hedeflerim, isteklerim vardı kocamdır istediğini yapayım demedim. İçimdeki devrimci ve feminist ruh buna müsaade etmedi. Bu yüzden yürütemedik ve ayrıldık. Her şeyin bir bedeli var bunu ödemeye hazırsan hayatta, her şeyi yapabilirsin.
Sevgili Şule Ablamız; Kader Ağlarını Öyle Bir Örüyor ki Ne Yaparsan Yap Engel Olamıyorsun
Doktora tezim için Türkiye’de bir fabrikada alan araştırması yapmam gerekiyordu. ODTÜ’den bir arkadaşım Ali (Torun) bir gün mektup gönderdi. “Sevgili Şule ablamız” diye başlayan. 80 darbesi öncesi siyasi karışıklıklardan dolayı kardeşinin güvenliği için İngiltere’de bir dil okuluna yerleştirilmesi için yardım istiyordu. Ben de yardımı kabul ettim ve kardeşiyle birlikte İngiltere’ye geldi. Kardeşini okula yerleştirdik. Sonra da birkaç gün geçirdik. Gurbetteyken ülkeden gelen bir arkadaş insana çok iyi geliyor. Doktora için fabrika aradığımı söylediğimde babasının mali koordinatör olarak birçok fabrikaya ulaşabileceğini söyledi. O yaz döndüğümde Mehmet’le Ankara’da ayrıldık. Ali o gün telefon etti babasıyla görüşmem için yardım teklif etti ve İstanbul’a gittik birlikte. Canım çok sıkkındı ayrılık sürecinde olduğum için ve Ali bana o zaman nerdeyse sıkı bir ‘kız’ arkadaşım gibi bir dostluk ve destek gösterdi.
Yollarda Bulurum Seni
Daha sonra Mehmet’le aldığımız arabayı İngiltere’ye geri götürmek için bu arabayla tek başıma oraya dönmem gerekti. Ali de işi için İtalya’ya gidecekmiş, yalnız gideceğimi duyunca uçakla gitmek yerine birlikte gitmeyi teklif etti. Onu İtalya’da bırakacak oradan da İngiltere’ye geçecektim. Araba o kadar külüstürdü ki geçtiğimiz her ülkede bozuldu. Milano’ya vardığımızda zar zor Ali’nin arkadaşının evini bulduk. Günlerce uyku tulumunda arabada yattıktan sonra duş aldık, konserve olmayan yemek yedik, insan olduğumuzu hatırladık. Ali bana kıyamadı ve benimle geldi İngiltere’ye. Sonra aramızda duygusal bir bağ oluştu dostluğun ötesinde. Onun bana karşı hisleri olduğu o kadar belliydi ki ben de karşılıksız kalamadım. Sonradan öğrendim meğerse Ali bana üniversite 1. Sınıftan beri âşıkmış. Kader derken bunu diyorum. Ali’nin bana karşı hisleri o kadar güçlüymüş ki 7 yıl sonra beni buldu. 7 de keramet vardır derler ya bu evliliğimde de 7 yılı aşamadık.
Ruhumu Veriyordum, Faust’un Yaptığı Gibi Değiş Tokuş Ederek Değil, Fırlatıp Atarak. (Henry Miller, Seksus). Bir Daha Hiçbir Şey İçin Üzülmeyeceğim:
Doktorada alan araştırmasını yaptıktan sonra yazma konusunda bloke olduğum bir dönem vardı. Ali de Türkiye’den sürekli arayıp gel burada yaz doktorayı, evlenelim diyordu. Ben de dayanamadım doktorayı bırakıp Türkiye’ye döndüm ama “Ecevit Kışı” dedikleri zamandan bahsediyorum. Sonra 1980 Darbesi oldu işkencelerin olduğu korkunç bir dönemdi. Şartlar çok kötü ve zordu, hiçbir şey yazamıyordum. Bir gün doktora hocamdan (Arthur Brittain) bir telgraf geldi. Bana İngiltere’ye dönüp sorunları birlikte çözmemizi öneriyordu ve ben koşarak gittim. Bir süre kampüste diğer hocamın (Vladimir Andrle) sağladığı bir bungalovda kaldım; bu sırada okulun öğrencisi değilim, bursum yok. Kendime gelmem sağalmam 1 haftayı buldu. O dönemde hocamın kütüphanesinde Henry Miller’ın kitaplarıyla tanıştım, koca ciltleri yutarcasına okudum ve çok sevdiğim bir yazarı keşfetmiş oldum. Sonra doktoramı bitirmem 9 ayı buldu çünkü aksi gidebilecek her şey aksi gitti. Doktoramı bitirdiğim gün güneşli bir yaz günüydü kendimi çimlere attım ve derin bir nefes alıp bir daha hiçbir şey için bu kadar üzülmeyeceğim diye kendime söz verdim. Ama bu sözümü 2 gün tutabildim! Doktorayı bitirip Türkiye’ye döndüğümde burs aldığım için 10 yıl mecburi görevle üniversitede hocalık yapmam gerekiyordu. İstanbul Teknik Üniversitesinde işletme mühendisliği fakültesinde sosyoloji derslerini Mübeccel Kıraydan devraldım.(‘81) Ancak her şey çok zordu benim için, nasıl tüm bunlara katlandım diye düşünüyorum şimdi. Korkunç bir siyasi ortam vardı. Sınıf 250 kişiydi Öğrenciler siyaseten bölünmüşlerdi; tarafsız olmam gerekiyordu ve bunu başardığımı düşünüyorum. Sosyoloji dersinin yanında 500 öğrenciye Türkçe dersi ve 2000 öğrenciye İnkılap tarihi dersi vermeye başladım (YÖK Kararları). Asistanım yoktu, her şeyi tek başıma yapıyordum. Aldığım maaş ise hiçbir şeye yetmiyordu. Sonraki yıllarda başka dersler de verdim. Zor icadın anasıdır derler, zor durumda kalınca kafamı çalıştırıp çözümler getirmeye çalıştım. Ancak ODTÜ’den, İngiltere’ye, İngiltere’den Sosyoloji kürsüsü olmayan İTÜ’ye girmek attan inip eşeğe binmekti benim için. Türkiye’deki politik durumlar, Ali’nin siyasi tehditler altında olması ve doktora yaparken tanıştığım bir grubun İngiltere’de bir şirketler grubu kurması ile ben hem kocayı hem de ülkeyi terk ederek İngiltere’ye geri döndüm.
Kadınlık Durumu – İsyan- ı Nisvan:
YAZKO vardı o zamanlar başında Mustafa Kemal Ağaoğlu vardı. Mustafa Kemal’in hem sosyalist hem feminist olan Stella diye bir kız arkadaşı vardı. O dönem Stella(Ovadia) Fransa’daydı. Avrupa’da feminist kadın hareketi ve özgürlük rüzgârları esiyordu; ben de doktora zamanımda buna şahit olmuştum. Stella’nın da etkisiyle bir ekip kurduk. 80 sonrası Türkiye’de 3 kişinin yan yana gelmesi bile yasaktı. Ancak biz o dönem 6 kadın1 bir araya gelip Avrupa dillerinden Türkçe’ ye kadınlarla ilgili yazılmış kitapları çevirmeye başladık. Ben de o sırada Juliet Mitchell okuyordum ve o kitabı çevirmeyi önerdim. Kitabı 6 bölüme böldük ve her hafta toplanıp çevirdiklerimiz hakkında konuşmaya başladık ancak fark ettik ki Türkçe ’de feminist bir dil yok bu yüzden çeviri yapmak çok zordu. Kendi hayatımız, deneyimlerimiz üzerinden konuşmaya, paylaşmaya başladık. Fark ettik ki biz içinde bulunduğumuz devrimci çerçevede bile eril kültüre maruz kalıyoruz. Bunun üzerine çeviriyi bıraktık ve toplantılarımız bilinç yükseltme grupları haline geldi. Bu, kız kardeşçe, kadınlarla aramızdaki ortaklıkları sansürsüzce dile getirmek demekti. Kadın olduğumuz için başımıza gelenlerin bizim suçumuz olmadığını bilip herkesin özel alanını paylaşması çok benzer deneyimler yaşadığımızı gösterdi. Ve bu durum sınıftan, statüden bağımsız evrensel bir kadınlık durumuydu. Ve isyan ateşi başladı. Aramızda paylaşılan deneyimler bir tür katarsis gibiydi. Dayak deneyimleri bizi Mor Çatıyı kurmaya teşvik etti. Bunun yanında YAZKO kültür ve sanat içerikli Somut dergisini çıkarıyordu. Mustafa Kemal, feminizmle ilgili yazılar yazmamız için bize 1 sayfa verdi. Bunlar çok küçük görünse de Türkiye’de bunu yapmak çok büyük bir şeydi, sayfanın üstünde biyolojik kadın işareti vardı; bu işareti bile koyabilmek devrimci bir eylemdi. Sayfanın sorumlusu bendim. Biz yazmaya başladıktan sonra derginin tirajı 5-6 binden 35 bine kadar çıkmıştı. Kitabı çevirmeye devam ettik, süreç biraz uzasa da çeviriyi bitirebildik. En sonda Woman’s Estate’i (Kitabın adı) nasıl çevireceğimizi bilemedik. Can Yücel’le karşılaştım YAZKO’da, daha önce Ankara’dan tanışıklığımız vardı. Ona sordum ve hemen “kadınlık durumu” dedi. Kitabın isim babası odur. Aynı zamanda bize KKK: Kadın Kuvvetleri Komutanlığı adını takan da…
Bilinç Yükseltme Grubu
Bizim tüm bu girişimimiz başta bir kadın hareketi oluşturmak için değildi. Hiçbir zaman da tek yolun sol hareketin doğrularından geçtiğini kabul etmedik. Biz orta sınıfın nispeten tuzu kuru kadınlarıydık. Biz kimiz ki diğer kadınları kurtaracağız dedik. Yapmaya çalıştığımız şey kendimizi kurtarıp bunun yolunu ve yöntemini başka kadınlara aktarmaktı. Burası feminizm şemsiyesidir her kadın aramıza gelebilir. Hangi kesimden, sınıftan kadın gelip ben ikinci sınıf muamelesi görüyorum dese aramıza alacaktık. Bugün kadınlar bu kadar iyi örgütlenebiliyorsa, bu kadar güçlülerse, şu anda en büyük toplumsal muhalefetse hepsi o dönemin feminist hareketinin çocukları ve torunları olduğu içindir. Hareket Ankara’ya da yayıldı. Doğuştan feminist olan annem bir dolu akademisyenin olduğu yerde, Ankara Kadınlar Derneğinin başına seçilmişti. İçinde yanan özgürlük ateşiyle büyük kürsülerde konuşan bir kadın oldu. Yine de Feminizm hemen her kesim tarafından reddediliyordu. Feminizm bir sapma olarak görülüyordu; bu yüzden “ben feministim” diyemiyorduk ve rahatça feminizm denebilmesi için Fransız feminist Giselle Halimi’yi Türkiye’ye çağırıp bir sempozyum yaptık. Çok ses getirdi bu sempozyum. Ben, Şirin Tekeli, Tomris Uyar, Giselle Halimi konuşmalar yaptık. Kadın erkek. Yoğun bir katılım oldu. Orada ‘biz buyuz işte var mı ötesi’ diye haykırdık aslında.
7’de Vardır Bir Keramet
Türkiye ayağını benim yürütmem istenen (Tahire Koçtürk Merdol araştırması) uluslararası bir araştırma vardı; araştırmanın sonunda sonuçları sunmak için Stockholm’e gittim. Oradan arkadaşlarımı görmek için İngiltere’ye gittim. Doktora arkadaşlarım bir telefonla pazarlama şirketi kurmuşlardı. 1978 yılında İngiltere’de katıldığım bir seminerde Sufi ve Budist felsefenin harmanlanmış halini anlatıyorlardı; kendine dönüp bakmayı anlatıyordu aslında. İngiltere’de çalışmaya başladığım bu şirkette bu tür bir felsefeyi hayata geçirerek iş yapmaya çalışılıyordu. Başlarda telefon başındaydım ve sürekli ret cevabı alıp telefonun yüzüne kapanması işi çok zor bir hale getiriyordu. Sonra küçük bir ekibin yöneticisi oldum, daha sonra satış müdürlüğü yaptım. Kendi kendimizi eğittiğimiz yöntemle başka şirketleri eğitmeye, sahip olduğumuz anlayışı onlara da öğretmeye başladık. Müthiş iletişim becerilerimiz vardı çünkü çok geniş eğitimlerden geçiyorduk. Grup kültür direktörü oldum, grup 300 kişi olmuştu.
Şirket sayısı 3’e çıkmıştı. Başka ülkelere açıldığımız zamanlarda da o şirketlere de kültürü aktarıyorduk. Tüm bunlarla ilgili kitap yazdım. Daha sonra Paris’e genel müdür olarak atandım 2 yıl Paris’te yaşadım. Ekonomik krizden dolayı şirket kapandı ve İngiltere’ye tekrar döndüm ancak kriz burayı da etkilemişti, ben de7 yıl sonra ülkeme döndüm. Kendimi çok daha iyi tanıyordum, çok güçlenmiştim. Artık Marksizm feminizm dışında başka boyutların da olduğunu biliyordum. Bugün sıradan kabul edilen ‘spiritüellik’, ‘bireysel gelişim’, ‘meditasyon’ vb. gibi yeni anlayışım nedeni ile Türkiye’ye döndüğümde pek çok grup tarafından aforoz edildim. Zaten bıraktığım ülkeyle (1984 sonu) bulduğum ülke (1991 Nisan) arasında dağlar kadar fark vardı. 6 ay kız kardeşimin yanında kaldım kendi kabuğuma çekildim.
Bu dönemin hayatıma en büyük katkısı da o zaman 4 yaşında olan yeğenim Fırat’ın hayatıma girmesi oldu. Küçük kardeşim Levent’ten sonra anneliği bir ölçüde onda da tatmış oldum. Çalışmadığım için onunla çok ilgilenme fırsatım oldu. Bugün Kanada’da çok başarılı bir Siyaset Bilimci ve harika bir entelektüel; bana sık sık benim onun gelişiminde çok önemli bir katkım olduğunu söyler. Ne mutlu bana…Bugün hayatımın neşesi, sevgisi ve ışığı o benim.
Neyse ki 1991’in sonunda İBB’ye bağlı Belbim A.Ş.’ye Genel Müdür olarak işe alınınca, yeniden Türkiye’yi can damarından tanıma fırsatım oldu. Çok ilginç bir deneyimdi benim için. Batık bir şirketi bir yıl içinde kâra geçirirken, daha mutlu çalışanlar yaratmayı da başardım sanırım.
1 Şirin Tekeli, Ferai Tınç, Yaprak Zihnioğlu, Gülseli İnal, Gülnur Savran, ben ve Stealla Ovadia.
NLP (Neuro Linguistic Programming – Nöro Dilbilimsel Programlama): Dünya anlaşılmadığından yakınan insanlarla dolu, oysa anlamaya çalışan çok az
70’li yıllarda Amerika’da yeni geliştirilmiş bir yöntemdi NLP. Hawai’de 3 haftalık yatılı bir toplantı ile NLP teknikleri öğretiliyordu. NLP bir insanın bireysel dönüşüm ve değişiminin, dilin özel bir kullanımı ile elde edilme teknolojisidir. İlk olarak İngiltere’de çalıştığım şirketi kuran Robert gidip bu eğitimi aldı ve gelip bize aktardı. Bu teknikleri hemen öğrendim ve kültür direktörü olarak bu tekniği kullanarak eğitimler verdim. 1998 yılında NLP eğitimimi tamamlama kararı aldım. 1998, 2001, 2002 yıllarında Amerika, İngiltere, İspanya’ya giderek eğitimimi tamamladım. 2 Master 1’Trainer’ derecesi alarak bütün dereceleri tamamladım. Bu arada 1996 yılında kendi işimi kurdum. Şirketlere, kuruluşlara NLP tekniklerini kullanarak başta iletişim olmak üzere her türlü konuda eğitim verdim. Kendi eğitimlerimi tamamlayınca da bireylerle de NLP – terapi yapmaya başladım. NLP’nin bir kısa tanımı da kendi beynini kullanma kılavuzu. Zihin gücünü NLP teknikleri ile kullanarak fobilerin, kaygıların, korkuların üstesinden gelebilirsin. Cinsellik, uçuş, sınav, kedi/köpek, sosyal fobi gibi fobi çeşitlerinin yok edilmesi için NLP kullanılabilir. Benim ilk vakam 34 yaşında bir kadının kan görünce bayılma fobisiydi. Görüşme sonunda elinde kan tüpü ile büromdan ayrıldı. Kız kardeşim doktor olduğu için ondan küçük bir tüpte kan istemiştim. Seans sonunda kadın kana dokunmak istedi ve dokundu! Bunun dışında kekeme bir çocuk vardı, çocukla konuştukça gördüm ki asıl sorun onun konuşamaması değil bunun ardında yatan korkulardı. Çocuk 11 yaşında hâlâ annesi ile yatıyordu. Korkuları halledilince kekemeliği de geçti. Ben doktor, şifacı değilim, öyle bir iddiam da yok ama NLP insana “değişmek için ihtiyacın olan her şeye sahipsin” mesajı verir. İnsana dair her şey NLP’nin konusudur.
Habitat II
Birleşmiş Milletler Habitat II konferansı 1996’da İstanbul’da yapılacaktı. ODTÜ’den hocam Gürel Tüzün beni buldu, bu konferans için STK Forum Direktörü lazım olduğunu söyledi. Bütün dünyadan gelecek sivil toplum kuruluşlarının stantlarının, toplantı mekânlarının hazırlanması, her türlü kolaylığın sağlanması gerekiyordu. Hayatımın en zorlayıcı işiydi. Bununla baş edebilmem için bu zamana kadar bilip öğrendiğim her şeyi kullanmam gerekti. Hazırlık olarak 1995’te Çin’deki kadın Konferansına katılmam bir ölçüde yararlı oldu.
Bir yandan Dış İşleri bakanlığı bir tarafta İç İşleri bakanlığı bir yandan polis bir yandan STK’lar ve Gürel Tüzün ile Yiğit Gülöksüz’ün yönetim anlayışıyla uğraşmam gerekiyordu. Bu arada, birçok partinin kadın kolları, gençlik kolları, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarına Habitatın ne olduğunu anlatmaya gidiyorum. İsveç’e yeni tayin edilmiş büyükelçi Songül Hanım, Gürel Tüzün’e İsveç’e gelip Türkiye ve Habitat hakkında bilgilendirme yapmasını istedi çünkü İsveçliler ’in ödleri kopuyordu Türkiye’ye gelmekten. Afrika gibi sanıyorlarmış Türkiye’yi. O göreve beni gönderdiler; Habitat ve STK forumu hakkında yanıma reklam ajansının hazırladığı ‘audio-visual’ kaseti alıp Stockholm’e gittim. Orada bir üniversitede benim için toplantı hazırlamışlardı. İsveç’teki yabancı elçilikler, öğrenciler, hocalar, bakanlıklardan kişiler vardı. Çok başarılı bir sunum yaptım, tüm sorulara cevap verdim; herkes gerçekten çok beğendi. Toplantı sonrası kokteyl düzenlendi ama kimse etrafımdan ayrılmadı saatler sürdü. Ertesi gün programımda olmamasına rağmen bir üniversitenin paneline davet edildim. İsveçlilerin Türkler hakkında çok fazla ön yargısı varmış; panelde de sorulara verdiğim cevaplar, Büyükelçinin deyimiyle, bu algının olumlu yönde değişmesine katkıda bulundu. Daha sonra Türkiye’ye döndüm ancak kimse bu başarımdan pek te hoşnut görünmüyordu. Türkiye’de bir laf vardır: Hiçbir başarı cezasız kalmayacaktır. Ben onlar adına gittim, ülkemi temsil ettim ama Büyükelçi dışında işin önemini anlayan olmadı.
Afrika’da Bir Çocuk Muz Yer Ve Çöpünü Sokağa Atarsa Şule Sorumludur:
Her şeyin sorumlusu sanki benmişim gibi tepki verirdim küçüklüğümden beri. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak her zaman benim misyonum oldu. Şimdilerde özlemini en çok çektiğim şey eski dostluklar… Uzun zamandır yalnız yaşayan biriyim ama bu benim seçimimdi ve bu durumdan rahatsız değilim. Ben oğlak burcuyum, yalnızlığı sanat haline getirmiş insanlardanım. Her seçimin bir bedeli vardır ve ben yalnızlığın bedelini ödeyebiliyorum. Evlilik içinde yalnız kalacağıma tek başına kalmayı seçtim. Dostluk konusunda da böyle. Kalabalıklar içinde yalnız olmak istemedim, beni gerçekten anlayıp bir şeyler paylaşabileceğim kişiler benim için dost demek ve farkındalık hakikatini anlayabilecek dostlar istedim hep; o kişileri bulmak çok zor artık. Hayatımdan ödün vermek için hiçbir nedenin olmadığını gördüm. Bu nedenlerle de dışı sert (içi yumuşak olsa da) bir kadın olarak tanındım.
Gençlik İçsel Bir Duygudur
Yaşım kaç olursa olsun gençlerle konuşurken kendimi hep genç hissediyorum. Ruhu kararmış insanları gördüğümde de genç hissediyorum. Ruhumu besleyen güzelliklerden biri de dans etmektir. Dans etmek özgürlüktür, devrimdir, pes etmemektir. Dans benim için en büyük kurtuluş ve mutluluktur. Hiç çekinmeden kalbimden geçenleri bedenimle söyleme şeklim, en cüretkâr halimdir. Babamla ettiğim ilk dans, okulda gösterilerde ettiğim danslar, kolejde “I Wanna Hold Your Hand” söyleyip el ele tutuştuğumuz, çılgınca kafalarımızı sallayarak ettiğimiz danslar ve İngiltere’de özellikle Afrikalılarla ettiğim danslar mutlu ve özgür kıldı beni.
Ömrüm boyu kendimi aşmak, sürekli gelişmek ve büyümek konusunda hiç pes etmedim; azimle çabaladım, o yoldan hiç sapmadım. Kendimde en çok bunu takdir ederim. Gelişmeye ve büyümeye olan bağlılığım vardı hep. Kendini bil dünyayı bilirsin demişler: dünyayı anlamayı çok istiyordum, bunun kendimden geçtiğini gördükten sonra da kendimi mercek altına aldım. Ama Marx’ı da unutmadım: önemli olan anlamak değil, değiştirmektir.
Sağlık benim için özgürlük demek; yapmak istediklerimi özgürce yapabilmek demek. Görmek istediğim birkaç ülke var gelecekte onları görmek isterim: Peru, Küba, Tibet, Nepal buraları görmek istiyorum. Bunun yanında her zaman idealim toplumsal bir iz bırakmaktı; bu isteğim devam ediyor. 40-50 makale 1 doktora tezi 1 master tezi 5-10 şiir, İsyan-ı Nisvan, katıldığım televizyon programları ve eğitim vererek, terapi yaparak dokunduğum binlerce insan dışında dünyaya Şule’liği miras bırakıyorum. Neysem onu miras bırakıyorum. Hayatı bir okyanusa benzetirsek okyanus damlalardan oluşur ve her birimiz bir damlayı o okyanusa katmakla mükellefiz. Ben de Şule damlasını katıyorum hayata. O damlayı katabilmek için yaşam boyu kendimi bütünüyle ifade edebilmek için çabalamam gerekti. Ve çaba hâlâ sürüyor…
En Sevdiği Yazarlar: Henry Miller, Jean M. Auel, Ursula LeGuin, Robert Heinlein, Tom Robbins, Diana Gabaldon
En Sevdiği Uğraşlar: Dans etmek, briç oynamak ve güzel yemek.
En Sevdiği Şairler: Can Yücel, Nazım Hikmet, Metin Altıok
En Sevdiği Grup: Beatles
Yok Oluş Haydi uyku Al beni kucağına Bana başka kucak var mı zaten? Devşirmişim gülleri Bana başka diken batar mı? Sofranı aç bana koca kurt, Yiyecek başka dişlerim var mı? En iyisini sen bilirsin derler ya Rab Beni benden almaya gücün yeter mi? Şule Nilgün Aytaç, 2010, İstanbul