Huriser Erol - Hayallerimden Vazgeçmedim
Aydın Ilgaz - Değsin Elim
1940 yılında İstanbul’da doğdu. Ülkenin en uzak köşelerine cumhuriyet devrimlerinin aydınlığını taşımaya gönül vermiş memur bir ailenin çocuğu olarak, ilkokul ve lise yıllarında Anadolu’nun birçok ilini dolaştı. 1962 yılında Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümünden mezun oldu. Yüksek lisans eğitimlerini Hacettepe Üniversitesi Çocuk Gelişimi – Psikolojisi ve Çocuk Edebiyatı; Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Ekonomi bölümlerinde tamamladı. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) Ankara Radyosu’nda 17 yıl “Çocuk Saati” programının yapımcılığına ek olarak, birçok gençlik-çocuk ve kadın programının yapımında da görev aldı. Yayıncılar Derneği, TRT-Der, Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Kadın Dayanışma Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Ankara Şubesi’nde aktif olarak çalışmalar yürüttü. Şu anda da Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı’nın başkanı olarak çalışmalarına devam etmektedir.
1940 yılında İstanbul’da doğdum. Küçük bir aileydik: anne, baba, kardeş. Çocukluğum, Atatürk’ün devrimlerini yaşama geçirmeyi görev edinmiş Anadolu’yu köşe bucak dolaşan ailemle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da geçti. Her yıl bir yerde okudum. Kaplumbağa nasıl sırtında eviyle dolaşırsa, biz de hep sırtımızda evimizle dolaştık.
Birinci sınıfa Siirt’te başladım. Kızamık, boğmaca, sıtma verem gibi birçok bulaşıcı hastalıklardan yüzlerce çocuğun öldüğü o yıllarda ben ve kardeşim de ölümlerden döndük. Bir yıl sonra yine yollara düştük. Bu kez Hakkari’ye gidiyorduk. O zamanlar Van – Hakkari arasında bildiğimiz yollar gibi yollar yoktu. Bir tarafı Zap Suyu, bir tarafı Sümbül Dağı olan daracık patikadan yürüyerek Hakkari’ye vardık. Sümbül Dağı görkemli bir dağdı. Bize yolu gösteren rehbere “Bu dağda çok mu sümbül yetişiyor?” dedim. Güldü, “Bu, senin bildiğin Sümbül çiçek değil, ağadır. Bu dağ, buradaki insanlar, koyunlar hepsi Sümbül Ağa’nındır.” dedi. “Ağa” sözcüğünü ve ağanın kim olduğunu o zaman öğrendim. Çocuk aklım bile ağalığı sevmedi, kabul etmedi. Daha sonra gittiğim ilk Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki kentlerde de ağalar gördüm… Büyüklerime hep sorular sordum. Büyüklerim ve öğretmenlerim “Bir gün ağalar yok olacak.” deyince içim rahatladı. Beni o dönemde en çok öfkelendiren bir başka konu da erkek çocuklarıyla kız çocuklarına verilen değer. Kız çocuklarına konulan yasaklardı. Bu yasakların hiçbirine uymadım. Çevremdeki kızlar da uymadı… Çünkü babam kumandan, annem öğretmendi. Onlar benim ve o kız çocuklarının arkasındaydı. Yöre halkı da onları sevip saydıkları için seslerini çıkarmıyorlardı. Yıllar sonra kadın hareketinin içinde feminist bir kadın olmamın temel taşları belki de o yıllarda atıldı.
Hakkari çocukluğumun en unutulmaz kenti oldu. Okul yoktu… Öğretmenimiz ve askerler ahırı boşalttılar, temizlediler, boyadılar… O gepegenç öğretmenimin çırpınışını hiç unutmadım. Yıl boyu ders gördüm diyemem. Ama Hakkari’nin dağlarında, bayırlarında, boyu geçen karlarının üstünde düş gibi bir zaman geçirdim. Hakkari’deki çocuklar Türkçe bilmiyordu, ben de Kürtçe bilmiyordum… Orada bir şey daha öğrendim. Çocukların anlaşmak için dile gereksinimleri yoktu.
Börtü böceklerle, ağaçların tepesinde, doğayla iç içe büyüdük… Çelik çomak, körebe, uzun eşek… Daha pek çok oyunu biz kendimiz bulduk… Yeni oyunlar oynamak için hayal gücümüz yetiyordu bize… Söz gelimi yakan top oynamak için topu bezden yaptık. Bizim topumuz zıplamıyordu ama olsun, yakan top oyunu için zıplaması da gerekmiyordu.
Savaşın yaralarını sarmaya çalışan bir Türkiye’de, hepimiz yoksunlukta eşittik. O dönemde okullarda hepimizin siyah önlüğü, siyah çorabı ve beyaz yakalığı vardı. Valinin kızı da aynı şekilde giyinirdi, öğretmenin de, herhangi bir ailenin çocuğu da… Yalnızca bayramlık bir elbisemiz vardı. İstanbul’da yaşayan çocuklar bu tanımın dışındaydı. Zaman zaman gittiğimiz, doğduğum İstanbul’daki çocukların bazıları sanki başka dünyada yaşıyordu. Çok güzel giysileri, oyuncakları, defter ve kalemleri vardı. Oradaki okullar masallardaki saraylara benziyordu. Doğu, Güneydoğu illerinde yaşayan arkadaşlarımla bu çocuklar arasında uçurumlar vardı. Birkaç kez İstanbul’da yaşayan teyze kızımın elbiselerinden bir ikisini bana verdiler. Ama ben arkadaşlarımın yanında giymeye utandım. Belki de o yıllar yaşadıklarım bana, “ben değil biz” olmayı öğretti. Her yanlışın karşısına, benim gibi düşünenlerle omuz omuza, el ele vererek karşı çıktım, savaştım.
Ankara’dan önce son durağım Trabzon oldu. Artık çocukluktan genç kızlığa adım atmıştım. O yıllar için de çok şey anlatabilirim. Ama bir anım var ki bütün yaşamım boyunca unutamadım. 29 Ekim Cumhuriyet bayramlarında her yıl Cumhuriyet balosu olurdu. Orta üçüncü sınıftaydım. Babam, “Artık genç kız oldun. Bu yıl baloya sen de bizlerle geleceksin.” dedi. Sevincimden, heyecanımdan nutkum tutuldu. Babama teşekkür bile edemedim. Bir heyecan, bir telaş annemle hazırlandık. İlk kez tuvalet giydim. Sanki düş görüyordum… O gece babamın kolunda salona girdim. Bir süre sonra herkes ayağa kalkıp alkışlamaya başladı. Subay giysileri içinde bir kadın pilot, arkasında daha genç iki erkek pilotla içeri girdi. Babam, “İlk kadın pilot Yüzbaşı Sabiha Gökçen.” dedi. Balonun açılış dansını Yüzbaşı Sabiha Gökçen yaptı. Sonra genç pilotlardan biri babamın önüne geldi. , selam verdi ve “Albayım izin verirseniz kızınızla dans edebilir miyim?” dedi… Balonun ve dansın hiç bitmemesini istedim… O gece bir şey daha öğrendim. Kadın isterse her şeyi başarabilir.
Trabzon’dan bir anı daha anlatmak isterim. Orta iki öğrencisiydim. Edebiyat öğretmenimiz Seher öğretmen, Ömer Seyfettin’in öykülerini herkese dağıttı, “Okuyun, düşüncelerinizi yazın.” dedi. Bana Beyaz Lale adlı öykü denk geldi. Öykünün içeriği ve sonu beni çok öfkelendirdi. Ömer Seyfettin’i eleştiren bir yazı yazdım. Seher öğretmen eleştirilerim karşısında şaşkınlığını saklamadan merakla, “Yanılmış olabilir misin?” dedi. Ben inatla, düşündüklerimi tekrar ettim. O zaman öteki öyküleri de okumamı istedi. Okudum ama düşüncem değişmedi. O dönemin eğitimcileri, farklı görüşleri ve kendilerine zıt fikirleri olan öğrencilere kızmak bir yana saygı duyarlardı. Ben ve benim kuşağım, o değerli öğretmenlere çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz ve borcumuzu ödemek için çırpınıyoruz.
Yolculuğumun son durağı Ankara oldu… Lise ikinci sınıfta Ankara Kız Lisesine başladığımda öteki öğrencilere göre çok gerilerde olduğumu gördüm. Arayı kapatmak için deliler gibi çalışıyordum. Felsefe, matematik, sosyoloji derslerini çok sevdiğim için arayı hızla kapattım. Bu dersler birey olmanın bilincini, sorumluluğunu, sorgulamayı, tartışmayı, empati kurmayı ve çözüm üretmeyi öğretiyordu. Daha sonraki kuşaklar bu dersleri görmedi… Eğitimin içinin boşaltılması da böyle başladı.
Liseden mezun olmak kolay değildi. Zorlu bitirme sınavlarını aşmam gerekiyordu. 1958 yılında liseden mezun oldum. Hedefim üniversite okumak… Kardeşim Tunç’un da hedefi o… Biri emekli öğretmen, biri yıllarca savaşmış, Anadolu’yu karış karış dolaşmış Atatürk’ün askerlerinden biri. Annem ve babamın da amacı, isteği ikimizi de üniversite okutmak. Ama emekli maaşlarıyla bunu yapmaları olanaksız… Ben çalışarak okumaya karar verdim. Türkiye Öğretmenler Bankası’nda işe girdim. Bankacılık bana göre bir iş değildi, mutsuzdum. Ama mecburdum. Altı ay sonra Ankara Radyosu, dış yayınları için spikerlik sınavı açtığını duydum. Hemen başvurdum, kazandım. Dış yayınlarda spiker olarak işe başladım. Başkalarının yazdığı metinleri okumak beni mutlu etmedi. Yaklaşık bir yıl sonra prodüktörlük sınavına girdim. 650 kişinin girdiği sınavdan 4 kişi sınavı kazandı. O dört kişiden biri bendim. Turgut Özakman, Adalet Ağaoğlu, Ülker Köksal, Sevgi Soysal gibi değerli; öykü, roman, tiyatro yazarlarıyla çalıştım. Yirmi yıl boyunca çocuk, kadın, gençlik programları yaptım. Ödüller aldım… Ama benim için en değerli ödül Çocuk Saati’nden yetişen tiyatro, sinema ve opera sanatçısı çocuklarım. Ne ben onları unuttum, ne de onlar Oya ablalarını… Fırsat buldukça yine bir araya geliyoruz. Yılları hiçe sayıp birbirimize sarılıyoruz.
Bir başkaydı Ankara Radyosu… Stüdyonun birinden Suna Kan’ın kemanından klasik müzik sesi, öteki stüdyodan halk ozanı Aşık Veysel’in türkülerinin sesi gelirdi. Her ikisi de yaşamımın bir parçası oldu. Suna Kan olmanın ne kadar zor olduğunu tatile birlikte gittiğimde gördüm. Biz denize giderken o durmadan keman çalışırdı. Her gün sekiz saat çalıştığını söylerdi. İnanılması zor bir tempo. Ama o tatilde Suna Kan olmanın ne kadar zor olduğunu gördüm. Emeğin değerini bir kez daha anladım.
Aşık Veysel’in de yaşamımdaki yeri bir başkadır. Aşık Veysel yılda bir kez radyoya gelir, yeni türkülerini çalar, söylerdi. 1967 yılıydı, Aşık Veysel yine geldi. Bant kaydı bitince yanıma geldi. “Sen yüklü müsün?” dedi. “Evet Aşık.” dedim. “Öyleyse benim toprağa bir ‘başak’ yetiştir.” dedi… O yıl kızım doğdu. Tabii adı Başak oldu.
O zamanlar Ankara Radyosu tek yayın organı olduğu için dönemin siyasilerini tanıma olanağım oldu. Düşünceleri farklı olmalarına rağmen birbirlerine karşı nazik ve saygılı davranışlarını anımsadıkça onlara, şimdi daha çok saygı duyuyorum.
Televizyonun yaşamımıza girmesiyle radyonun pabucu dama atıldı. O günlerde en çok çocuklar tepki gösterdi. Çünkü televizyon, onların hayallerindeki Pamuk Prenses’i, Keloğlan’ı vs. alıp yerine hiç tanımadıkları kahramanları koymuştu… Bu, tek tip kahramanların dayatılması çocukların hayal gücüne zincir vuruyordu. Ama asıl tehlike, televizyonu bütün ailenin hep birlikte seyretmesi. Hiç unutamadığım bir anım vardır. Japonya’ya atom bombasının atılışını televizyonda seyreden çocuklar bana, “Oya ablalarına” mektup yazdı. Mektupların içeriği hemen hemen hepsinde aynıydı. “Ben pilot olmak istiyorum ama Japonya’daki gibi insanları öldürmek istemiyorum.” Çocukların korkularını gidermek ve sakinleştirmek için pilotların insanlar için neler yaptıklarını anlatan bir program yapmak zorunda kaldım.
Ankara Radyosu’ndaki anılarımı ve kazanımlarımı anlatmak sayfalara sığmayacak kadar fazla… Radyodaki bu yolculuğum 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle son buldu. 101 arkadaşımla birlikte çalıştığım Ankara Radyosu’ndan mücadelelerle geçen 20 yılın sonunda yorgun, kırgın ve öfkeli bir halde ayrıldım. Bir gün Kuğulu Park’a gittim. Benim yaşımda hiç kimse yoktu. Sadece torunlarını parka getirenler var. Hiçbir işe yaramıyor olmanın ağırlığı iyice ezdi beni… Sonra gözüm yerdeki çimenlere ilişti. Kışın yok olan çimenler yeniden yeşermeye başlamıştı. Kendi kendime, “Bir ot kadar bile gücün yok mu senin? Bak bu otlar bütün kış boyunca yok oluyorlar, ama bak şimdi yeniden ayağa kalkıyorlar.” dedim… Yeniden yanlışlarla savaşmaya, hak arayanlarla yan yana durmaya devam ettim. Bu dönemde Kadın Dayanışma Vakfı’nı kurduk. Kadına yönelik şiddete karşı birleştik. Ankara’da ilk kadın sığınağını açtık. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Ankara şubesini kuran üç kişiden biri oldum. İlk yönetim kurulunda görev aldım. Yine o dönemde Boztepe’de bir gecekondu kiraladık. “Genç Kız Evi’ni” kurduk. Çünkü bütün çocukların eşit doğduğunu, el ve olanak verilirse o çocukların da başarılı olacağını göstermek istedik. On yıl Boztepe’de çalıştık. Derken 4+4+4 yasasıyla Boztepe’ye veda ettik. Ama bu sürede 155 kız çocuğu üniversite okudu. Hala burslu çocuklarımıza elimizden gelen katkıyı vermeye çalışıyoruz. Eğer dikkatli bakarsanız Cumhuriyet mitinglerindeki kalabalığın içinde, “kadın cinayetlerine hayır” diyen kadınların yanında beni de görürsünüz. Hak arayan işçilerin yürüyüşlerinde de beni görürsünüz.
Kendisinden çok şey öğrendiğim Prof. Dr. Nusret Fişek “Paylaşılmadıkça hiç anlamı olmayan üç şey vardır; sevgi, bilgi ve yan yana birlikte yanlışa, haksızlığa karşı durma.” derdi. Ben onun söylediklerini yapıyorum. Nefes aldığım sürece de mücadeleye “devam” diyeceğim.
Dostum, dava ve yol arkadaşım, çocuklarımın babası, eşim Gürhan Fişek’le yine o yıllarda Türkiye’nin ilk işçi çocuk araştırmasını yürüttük. Gözden uzak, gönülden uzak işçi çocuklar bizim bir parçamız oldular. Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı’nın temelleri o dönemde atıldı. Gürhan Fişek aramızdan ayrıldı. Ama onun öğrencileri ve yol arkadaşı ben, onun başlattığı mücadeleyi sürdürüyoruz. Çocuk işçiliğine “hayır” diyoruz. Yaşadığım sürece geçmişi değil geleceği yaşamak, sorunların değil çözümlerin parçası olmaya devam edeceğim…