Serpil Güleçyüz
Ayşe Şule Tunca
Bölük Pörçük Anılar
Babamın ilk görev aldığı yer olan Kahramanmaraş’ta 1953 yılında doğdum, ismim Mehmet Turgay Polat. Babam devlet memuru olduğu için Anadolu’nun farklı coğrafyalarında yaşadım. Ben 3 aylıkken babamın tayini Erzincan’a çıkıyor. Erzincan’ın Tercan kasabası ile ilgili bölük pörçük anılarım var. 2 katlı, önünün çok geniş olduğu bir evde oturduğumuzu anımsıyorum yalnızca. Daha sonra Adana’nın Kozan kasabasına tayin oluyor babam. Yıl 1957-1958 yılları ve orada tek anımsadığım şey beni bahçeye çıkarmadıkları çünkü akrepler terliklerin, ayakkabıların içine girerdi. Herkes önü açık terlik giyer, ayakkabılarını silkelemeden de asla giymezdi. Kozan’da da anımsadığım pek bir şey yok çünkü ufaktım.
Kış, Karakış, Kış, Bahar
Adana’dan sonra babam Bingöl’e tayin olduğunda ilkokul bir ve ikinci sınıfı burada okudum. Mahrumiyetlerle dolu bir bölgeydi. Elektrik dahi gece 12’ye kadar kısıtlı bir şekildeydi, evlerde yalnızca bir odada soba olur ve tüm aile fertleri orada vakit geçirirdi. Bingöl için dört mevsim var denirdi; kış, karakış, kış, bahar. Öyle yazı göremeyen bir döngü. Bir gün uyandık sabah olmamış gibi ama saat sabah olduğunu gösteriyor. Pencereyi açtık ki dışarısı gözükmüyor, pencerenin üstüne kadar kar yağmış bir vaziyette. Herkesin kapısının arkasında kazma kürek olur, evinden anayoluna kadar bir tünel açar. Evet, gerçekten de bir tünel açar. Öyle bir kar yağardı Bingöl’de. Kar çok fazla olduğu için dışarı çıkıp oynamamız da yasaktı. Bir gün annemden gizli onun çizmelerini giyerek dışarı kaçtım, merdivenden kayıp dudağımı yardım. Sonrasında hatırladığım burnumda bir tampon, birinin sırtındayım, kürekle iki kişi yolu açıyor ve kan, karla kaplı yola şıp şıp damlıyor. Oradan beni hastaneye götürdüler.
Cehennemden Cennete, Karpuz ve Üzüm de Varmış!
1961 yılında kışların daha yumuşak geçtiği, Doğu’nun zorluklarından kurtulup Batı’nın olanaklarının olduğu Manisa’nın Alaşehir kasabasına geldik. Cehennemden cennete gelmiş gibi hissetim çünkü burada bolluk vardı. İlkokul öğrencisi olmama rağmen karpuz ve üzümün varlığından haberdar değildim, burada öğrendim. Delikanlılığım burada geçti, üçüncü sınıftan başlayarak ilk ve ortaokul öğrenimimi tamamladım. Okuduğumuz okullar ve evlerimiz hep çok uzaktı. Şehrin bir ucunda okul bir ucunda da evimiz vardı, öyle servis de yoktu. 25 dakika yürüyerek okula giderdik ama değerdi. O zaman el işi diye bir dersimiz vardı, bu derste yaptırmadıkları şey yoktu. Resim derslerimizde bir tuvali baştan yapmayı dahi öğretmişlerdi. Bizi hayata hazırlarlardı. Mesela salı günleri pazar kurulurdu ve bütün çocuklar salı günlerini iple çekerdi çünkü bütün civarlardan insanlar pazara gelir, bir renk cümbüşü olurdu. Annem cebime para koyar, beni pazara gönderirdi ve ben çocuk olmama rağmen tek başıma alışveriş yapardım.
Eksilerden Başlayan Bir Baba ve Karşılıksız Seven Bir Anne
Annem ev hanımıydı, her anne gibi benim annem de karşılıksız bir şekilde beni ve kız kardeşimi severdi, koruyup kollardı. Babam ise yargıçtı, hayata eksilerden başlayan birisiydi. Dedem Bakü’den Azerbaycan göçmeni, 1917’de göçerek Kars’a gelmişler ve amelelik yaparak geçinmişler. Yani babam Kars’ın bir köyünde doğup 1930’larda zorluklarla İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirip yargıç olmuş. Babam yargıç olduğu için resmi bir ilişkimiz vardı ama hayatı beni hep etkilemişti, ona saygı duyardım.
Yatılı Okuldan Kalanlar
Manisa Salihli’de ortaokulu yatılı olarak okuduğumda dayanışmayı, kendi kararlarımı vermeyi, sabah kalktığımda yatağımı toplamamın ne kadar önemli olduğunu öğrendim. 12 kişilik yemek sofralarında 11 kişi yemeğini bitirse de kalan 1 kişiyi beklerdik. Yatılı okul bana çok şey öğretti. Kışın derslerle geçerdi, ben çok çalışkan değildim ama bana yeterdi, altılık yedilik bir talebeydim. Yaz tatilinde ise plan yapmazdık, günlük yaşardık. Ağustos ayında bir arkadaşımızın bağında beraber çalışır, derelere yüzmeye giderdik, sabahtan akşama kadar hiç ayrılmazdık. O zamanlar ortaokuldan liseye geçmek o kadar kolay değildi ve yalnızca iki bölüm vardı; Edebiyat ve Fen. Ben hukukçu olmayı arzuladığım için edebiyat bölümünde okudum. Edebiyat bölümünde okuduğumuz için okul gazetesi çıkarırdık, matbaa olmadığından gazeteleri elle çoğaltırdık. Ben de bu gazetenin makalecisiydim, makaleler yazardım.
Eskişehir ve Dostluk
O zaman üniversite sınavına ancak büyükşehirlerde girebilirdiniz, ben de Manisa’da oturduğum için sınava İzmir’de girdim. Ege Üniversite’sini kazandım fakat babam o dönemin siyasi ikliminden dolayı çok korktu. Beni zorla, şimdiki adı Anadolu Üniversitesi olan, o zamanki adıyla İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne yolladı. Oraya kaydolduğumda pek istekli değildim ama sonrasında önemini anladım. Ben öyle bir dönemde Çift Anadal yaptım, ki o zaman hiçbir yerde bu program yoktu. Ben ise bu şekilde İşletme ile beraber Muhasebe bölümünü okudum. Tek ders için 9 kitap verilirdi, sınavda istediğin kişi ile konuşmak serbestti, kitap defter açmak serbestti. Sınavlar öyle zordu ama beni iş hayatına en iyi şekilde hazırladı. Eskişehir’in bende garip bir etkisi oldu. Burada orta gelirli aile çocukları olarak 5 arkadaş 4 sene aynı evi paylaştık. Okuldan sonra da görüşmeye hep devam ettik. Eskişehir deyince aklıma dostluk geliyor.
Sırtlanan Sorumluluklar
Üniversite son sınıfa geçtiğimde o dönem Balıkesir’de çalışan babamı kaybettim. Ailede tek erkek ben olduğum için bir an önce okulu bitirmem ve askerliğimi yapıp Balıkesir’de yaşayan ailemi alıp İstanbul’da olan evimize götürmem gerekiyordu. Ailemin sorumluluğu üzerimdeymiş gibi hissediyordum halbuki onlar da kendi ayakları üzerinde durabiliyorlardı. Okulumu bitirdikten sonra büyük bir tesadüfle yedek subaylığım Balıkesir’e çıktı, aileme yakın olabildim. Askerliğimi bitirdikten sonra İstanbul’a geldik. Kız kardeşim öğretmen olmuştu, ben işe girmiştim ve maddi bir zorluk yaşamamıştık. O dönemi nasıl atlattım bilmiyorum ama sanırım güçlü olmak zorundaymışım gibi hissettim ve daha dirençli durabildim. Manevi kısmındaki zorluğu yaşım ilerledikçe acıyla hissettim. 30-40’lı yaşlarımda ‘’Keşke babam olsaydı’’ dedim. Şimdiki halimi, çocuklarımı görebilseydi…
Japon Turgay ve Afrika
17 yaşımdan beri çalışıyordum ama ilk kurumsal işim 26 yaşımda oldu ve çeşitli şirketlerde çalıştım. Uzun süre devam edeceğim işime ise muhasebe elemanı olarak başladım. Evim ve işim çok uzaktı, 5 vesait ile işe gidip gelirdim ama orada çok şey öğrendim. 1980 Darbesi ile Türk ekonomisi dünya ekonomisine açılınca bir sürü şirket yurtdışından şirketlerle anlaştı, biz de Adidas ile anlaştık. Hızlı bir büyüme oldu ve ben 1991 yılında Adidas’ın Türkiye Genel Müdür Muavini oldum. Holding yurtdışına açılmaya karar verince de beni ve birkaç arkadaşımı Güney Afrika’da Cape Town’da fabrika açmaya gönderdiler. Tabii benim Cape Town ile ilgili hiçbir fikrim yoktu, bir danışman firmadan destek alarak oraları öğrendim. Sabah 7’de sirenler çalınca siyahların girdiği, akşam 5’te tekrar siren çalınca çıktıkları, kalan siyahların beyazlar tarafından öldürüldüğü bir yer olduğunu sonradan öğrendim. Siyahlar kendi topraklarındaki marketlere dahi rahatlıkla giremezlerdi, kapıda onların girmesinin yasak olduğu tabelalar bulunurdu. Biz gittiğimizde bu tarz olaylardan dolayı kaotik bir ortam vardı. Ben de her 2 ayda bir Türkiye’ye gidip geliyordum, uçak yolculuğu 10 saat sürüyordu ve sağ bacağımdan akciğerime pıhtı atınca akciğer embolisi oldum. Uzun tedaviler sonucunda kendime geldim. Sonraları Rusya, Ürdün gibi ülkelerde çalıştım 2003’te tekrar Türkiye’ye döndüm ve 2012’ye kadar muhasebe memuru olarak girdiğim firmada sebaat edip 35 sene çalışarak genel müdür olarak ayrıldım. Bu çalışkanlığımdan ve 35 sene aynı yerde çalışmamdan dolayı arkadaşlarım bana Japon Turgay derdi.
Allah’ım, Bugün Olmasın!
Eşimle babalarımızın köyden başlayıp üniversitede ev arkadaşlığına varan bir arkadaşlığı vardı, dolayısıyla ailelerimiz tanışıyordu. Biz de bu vasıta ile tanışıp birbirimize ilgi duyarak evlendik. Evlilikte başarılı olamadık ve 31 yıl sonra ayrıldık.. Ben evlendiğimde 28 yaşımdaydım, ilk çocuğum Irmak 34 yaşımda, ikinci çocuğum Mine 40 yaşımda oldu. O dönem sıkı yönetim olduğundan sokağa çıkma yasağı vardı gece. Mine bu yasakta doğdu, çok zor bir şekilde hastaneye gittik kontrollerden geçerek. Allah’a dua ettim kızım 12 Eylül’de doğmasın diye, neyse ki 13 Eylül’de doğdu. Başından beri iyi insanlar olmalarını diledim. Çocuklarım da beni hiç üzmediler, bana hep ilham kaynağı oldular.
Yerinden Çıkan Sağ Eller
Küçüklükleri ile ilgili şöyle ortak bir anı var aklımda. İki kızım da çok hareketliydi. Irmak 4 yaşındayken mağazada oradan oraya koşturuyordu, elinden tuttuğumda elinden çıt diye ses geldi, dokunduğumda ağlamaya başladı, çikolata verdiğimde sol eliyle tuttu. Bir terslik olduğunu anladık. Doktorunu aradığımızda çocuğun kolunu kırmış olabilirsiniz dedi, hastaneye giderken gözlerimden yaşlar akıyordu. Doktor kolun dirsekten çıktığını söyledi, kolu yerine taktı. Aradan 6 sene geçti, ikinci çocuğum oldu. Bir gün ben gazete okuyordum, baktım ki bizim küçük sağ elini sedir ile duvar arasına sokmuş çıkartamıyor, ağlıyor. Gülmeye başladım. Eşime dedim ki ‘’Hazırlan hastaneye gidiyoruz’’. Ama bu sefer gülüyorum çünkü başıma geldi, biliyorum.
Bir Kitap Okudum Hayatım Değişti
Orhan Pamuk romanına bir kitap okudum hayatım değişti diye başlıyor, ben de bir kitap okudum hayatım değişti. Bu kitap Lee Iacocco’nun An Autobiography kitabıydı. Yazar, çalıştığı şirkette mesaiye kalanların, hafta sonu işe gelenlerin, eve iş götürenlerin listesini istiyor ve gelen listedekilerin ismine bakmadan herkesi işten atıyor ve şunu diyor: ‘’Ben 1929 Ekonomik Bunalımı’nda dahi hafta sonları çalışmadım, eve iş götürmedim.’’ Ben de bunu okuduğumda 1994 yılıydı, o zamana kadar gece gündüz çalışan beni bu kitap çok etkiledi ve ondan sonra akşamları hiç eve iş götürmedim, hafta sonları hiç çalışmadım, hep aileme zaman ayırdım. Yaz tatillerimizi hep beraber yapardık, Ayvalık ya da Kemer’e giderdik. Sonra büyüdüler tabii, ayrı tatiller başladı.
Şimdilerde..
Ben şimdilerde İstanbul’da tek başıma yaşıyorum. Tek başıma dediysem de yapayalnız değilim, iki sokak ötemde çocukluk arkadaşım Ali yaşıyor. Dostlarımla temas içerisindeyim. Sabahları erkenden kalkıp spor yapıyorum, düzenli besleniyorum. Emekliyim ama hala kendi ofisimde çalışmaya devam ediyorum. Elim ayağım tutmayıncaya dek çalışmayı düşünüyorum, çalışmak beni dinç tutuyor ve ruh sağlığımı koruyor. Arkadaşlarım çok çalışmamdan şikayet etse de ben çalışmayı seviyorum. Kendi işim olduğu için istediğimde kendime ve sevdiklerime vakit ayırabiliyorum. Her ay bir yerlere gitmeye çalışıyorum. Eskişehir’de yaşayan üniversite arkadaşlarımla hala görüşüyorum ve onları sık sık ziyarete gidiyorum. Oradaki anılarımı unutmamak, tazelemek istiyorum. Çocuklarımdan oldukça memnunum, şimdilerde küçük kızım Mine İngiltere’de bir şirkette yönetici olarak çalışıyor, büyük kızım Irmak da İstanbul Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Beraber tatil planları yapıyoruz. Siz bu hikayeyi okuduğunuzda nerede olacağımı bilmiyorum ama geçenlerde ilkokuldaki sıra arkadaşımın eline geçip geçmeyeceğini bilmeden ona bir mail attım, telefon numaramı yazmıştım. 2 saat geçmeden beni aradı, İngiltere’deymiş. O da birkaç arkadaşın telefonunu verdi ve sonunda bir grup kurduk. Yaklaşık 14 kişilik ilkokul arkadaşımla yakında buluşacağız. 50 yıldır görmediğim insanları göreceğim, büyük bir sevinç içerisindeyim. Kim bilir belki de siz bu hikayenin sonuna doğru gelirken ben onlarla görüşmüş ve anılarımı yad etmiş olacağım.. Ben memur çocuğuyum, memur çocuğu olduğumdan dolayı ayağımı yorganıma göre uzattım. Ne çok abartılı bir yaşamım ne de çok sıkıntılı bir yaşantım olmadı. 17 yaşlarımdan itibaren hayatın bir anlamı olması gerektiğini düşünüyorum, bu dünyaya geldiysek yaşamın bir anlamı olmalı. İnsanlar arasında adil bir yaşam fikrini savunarak geçti hayatım, hala aynı fikirdeyim ve hayatım boyunca da bunun için çabalamaya ve iz bırakmaya devam edeceğim.
En mutlu olduğum şey: Bir şeyi başarıp götürebilmek.
En sevdiğim şair: Nazım Hikmet, Can Yücel
En sevdiğim şiir: Jorge Luis Borges’ten Anlar
En sevdiğim ressam: Frida Kahlo ve Diego Rivera
En sevdiğim film: Sophie’nin Seçimi
En sevdiğim söz: ‘’Dinle’’
Türkiye’de gitmeyi en sevdiğim yerler: Marmaris, Muğla
Çocukluğumdan en çok aklımda kalan lezzetler: Üzümlü pilav, Hengel
Mehmet Bey’den Tavsiyeler
- Dil öğren, faydasını göreceksin!
- Çalışma, çok çalış.
- Ne olursa olsun, kendine zaman ayırmayı bilmelisin.
- Dünyayla barışık olmalısın, hayat senin olduğun yerden ibaret değil.
- Kendini besleyip yetiştirmelisin, sabit kalma.
- Dostluklarını, aileni erteleme.
- Bu ekonomide zor olsa da yurt dışına gitmeye çalış, kültürleri tanımaya çalış. Bir yolunu bul.
- Herkesin iyi ve kötü tarafları, zayıf ve kuvvetli tarafları var. Herkesin yapabildiği değerler var. Kimseyi ama kimseyi küçümseme.
- İnsanlar ne söylediğinden daha çok nasıl söylediğin önemli. Sen sen ol hiçbir şeyi söylememezlik etme ama söyleyiş tarzın, söylediğin şeyin önüne geçmemeli. Çok sinirlendiğinde konuşmayı ertele.
- Hata yapa yapa pişersin, hata yapmaktan korkma ama hatalarından ders çıkartmayı öğren.
- Büyük kentte, günlük hayatın içinde geçmişini de unutuyor insan. Düşünme fırsatın olmuyor, çünkü geçmişi, kayıplarını düşünmeye fırsatın olmuyor. Kendine fırsat yarat.
Anlar Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya, İkincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar, Çok az şeyi Ciddiyetle yapardım. Temizlik sorun bile olmazdı asla. Daha çok riske girerdim. Seyahat ederdim daha fazla. Daha çok güneş doğuşu izler, Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. Görmediğim bir çok yere giderdim. Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım. Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem. yaşam budur zaten. Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın. Hiçbir yere yanında su, şemsiye ve paraşüt almadan, Gitmeyen insanlardandım ben. Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım. Eğer yeniden başlayabilseydim, İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer. Ama işte 85'indeyim ve biliyorum... ÖLÜYORUM.... Jorge Luis Borges