Ali Özgün – Denizlerin Ali Abisi

“Sevgili okuyucu, aşağıdaki satırlarda okuyacağın yaşam öyküsü her ne kadar 69 yıllık bir yaşama ait olsa da yaşanan her şey kocaman, buz gibi bir salonun upuzun halısının kenarlarında tek başına araba süren, uçsuz bir denizin kıyısında kendine oyuncaklar yapıp onlarla tek başına oynayan Ali’nin kalp kırıklıklarının üzerine yaşanmıştır. Bu yüzden bu öyküye başlarken kalp kırıklıklarını da yanında getir ve birlikte ne kadar güçlü bir insan olabilirsek o kadar güçlü olalım.”

İkiye Bölünen Çocukluk 

4 Şubat 1953 yılında Deniz feneri teknisyeni bir babanın ve zengin bir aileye sahip çok romantik bir kadının oğlu olarak Mersin’de dünyaya geldi. Annesi çok güzel, babası da çok yakışıklı iki genç iken, deniz kenarında bir evde yaşayan babası ile yazları aynı yere tatile gelen bir ailenin kızı olan annesinin birbirine âşık olması ve evlenmesiyle başlayan bir hikâye. Ancak bu aşk anne ve babasının evliliğini sürdürmesine yeterli gelmiyor ve Ali henüz 5 yaşındayken boşanıyorlar. İşte burada Ali’nin çocukluğu ikiye bölünüyor. İlkokul 4.sınıfa kadar annesi ile olan sonrasında ise babasıyla devam eden bir bölünme.

Annesiyle aynı evdeyken anneanne ve dedesiyle birlikte yaşadı. Bu ev 2 katlı oldukça güzel bir evdi. Dedesi çok dindar, namaz kılmaktan alnının ortasında iz belirecek kadar ibadet eden biriydi. Hatta dedesi eve gelip kapıdan girdiğinde ALLAH diye bir bağırır ve geldiğinden ev ahalisinin haberi olurdu. Ahali dediğime de bakmayın. Küçük Ali bu kocaman evde hiç yaşıtı olmadan, halıları asfalt yapıp arabalarını bir oraya bir buraya sürerdi. Ev öyle soğuk öyle buz gibi gelirdi ki ona, bir gün oyun oynarken perdeler alev aldı. Şimdi Ali’ye sorsak, evin ısınması için başka çarem yoktu cevabını alırız. Annesi, Ali ilkokul 3.sınıfa giderken ona 6 ciltten oluşan bir hayat ansiklopedisi aldı. Adı üzerinde olan bu ansiklopedi o zamanlar gerçekten de Ali’nin hayatı oldu. Gece gündüz onu okur, tüm zamanını hayat ansiklopedisi ile geçirirdi. Bu evde gramofonda taş plaklarla Safiye Ayla, Zeki Müren, Behiye Aksu çalardı. 4.sınıfa giderken annesi Ali’ye hiçbir şey demeden onun eşyalarını toplayıp, kendisiyle birlikte faytona bindi. Nereye gideceğini ya da sonrasında ne olacağı bilinmeyen bir yolculuk sonrası yine Ali’ye hiçbir şey denmeden tanımadığı bir yerde indirildi. Orada annesinin son sarılışını hatırlayan küçük çocuk, pencereden babaannesinin kendisini görmesiyle yalnız bırakıldığı sokak ortasından bir eve çekiştirildi.

İşte burada Ali’nin ‘ikiye bölünen’ çocukluğum olarak ifade ettiği çocukluğunun ikinci kısmı başladı. Babası annesi ile boşandıktan birkaç yıl sonra Alman ve emekli hemşire olan Olga adında bir kadınla evlendi. Olga çok disiplinli, çok temiz ve eşyaları konusunda fazla hassas biriydi. Kendi kullandığı şeylere hiç kimse dokunmasın istiyordu. Bu istek üzerine çocukluğu ikiye bölünen Ali’nin evi de ikiye bölündü. Babası-Olga, Ali- babaannesi olacak şekilde. Aynı evde artık iki farklı aile yaşıyor gibiydi.

Babasıyla olan yaşamında deniz feneri ile tanıştı. Deniz feneri babasının, dedesinin ve baba tarafından kuşakların kutsal saydığı bir yerdi. Ali içinde öyle olmuştu artık. Ancak çocukluğunun ilk evresinde yalnız başına halıda araba süren Ali’nin kaderi burada da değişmedi ve yine hiçbir yaşıtının olmadığı bir yere geldi. Artık ona hazır oyuncaklar gelmiyor, kocaman bir bahçenin ortasında, deniz fenerinin kenarında oyuncak aramasına gerek olmayan nereye baksa oyuncak olan bir yere düştü. Ağaç kabuklarından gemiler yaptı, onları yüzdürdü, uzak diyarlara açıldı, rüzgarla yarıştı, güneşle konuştu… Yüzmeyi ve denizi çok seven, yapılı bir çocuktu Ali artık.

Sünnet olacağı gün hayatının en havalı hissettiği günü olabilir. Çok zengin bir akrabaları sünnet günü üstü açık kırmızı Mercedes’inin arka koltuğuna, sünnet kıyafetlerini giymiş hazır bekleyen bu küçük çocuğu bindirip tüm Mersin’de şoförüyle dolaştırdı. Zevkten dört köşe olan sünnet çocuğu, her ne kadar Mersin’in en havalı çocuğu gibi hissetse de hiçbir şey sünnet olacağı an kaçmasına engel olamadı.

Çocukluğunun talihsizliği ancak gençliğinde avantaja çevrilen bir yarası burnunun kırılması oldu. Henüz anaokuluna giderken, arka kapısından açılarak binilen okul servisine koşarak yetişmeye çalışan Ali’nin, aynı anda kapının da açılmasıyla burnu kırıldı. Ancak kan kusup kızılcık şerbeti diyen küçük çocuk, oldukça sakin ve metanetini kaybetmeden burun kanamasıyla eve gidip annesine pansumanını yaptırdı. Kırıldığını ne kendi ne de başkası anladı o zaman. Lisede bu eğri buruna ne kızlar düştü ne kızlar.

Erken çocukluğu atlattıktan sonra ortaokul zamanında bir kamyon galerisinde çalışmaya başladı. O zamanlar patronu gibi olmak isterdi. Zengin ve arabası olan biri. Lise döneminde de pek çok farklı işte çalıştı. Babası ona küçük yaştan itibaren sorumluluklar verdi. Hatta ortaokuldan sonra onun herhangi bir maddi ihtiyacını karşılamayacağını bu yüzden çalışmasını bile söyledi. Babası ile hafta sonları mutlaka evin bir tadilatıyla ilgilenirlerdi. Bu işi yapmayı sevmese de babasına pek karşı gelemiyordu. Boya yapıyordu, odun kesiyordu. Babası Ali’ye biraz fazla yükleniyordu bu sıralar. Görev paylaşımından daha çok, sevgisini paylaşması Ali’yi daha mutlu bir genç yapabilirdi oysa ki.

Çok Sulanmış Gençlik 

12- 13 yaşlarında sivilceleri, çenesinde çıkan ufak tüyler Ali’ye ergenlik dönemi ile ilgili mesajlar vermeye başladı. Denizle çok içli dışlı olduğu için de fazla serpildi. Çok sulamışım kendimi diyerek ifade ediyor o yaşlarını. Bu konularda babasına pek bir şey soramazdı. O da babası yerine babasının yardımcısı Oğuz abiye sorardı. Kendince bir şeyler anlatırdı Oğuz abi de.

Annesiz, sevgisiz büyümüş bir çocuk olarak büyüyen Ali, bu eksik hisleri erkenden dışarıda aramaya başladı. İlkokulda âşık olmaya başlamıştı bile. Çok romantik bir gemçti hala da öyledir. Çok sevgililer, çok aşklar geçti hayatından. Sadece romantik ve yüzeysel bir sevgi değil her türlü canlıya sevgi besledi her zaman.

O zamanlar sevgilileri ile notlarla haberleşir, bu haberleşmeyi de posta güvercinleri ile sağlardı. Çok kimsenin peşinden koşmayan yakışıklı Ali’ye arkadaşları ‘sen de şeytan tüyü mü var’ dediler çok kez. Bu yönünde amcasından feyz aldığını söyleyen Ali, yazları Avusturya’dan tatile gelen, arkadaşları ile sahilde zaman geçiren yakışıklı ve çapkın amcasından bahsediyor.

O zamanlar okuldaki öğretmenler gerçekten öğretmen gibilerdi. Baba, anne, abi, ablaydılar öğrenciler için. Her öğrenciyi tanır, özel durumlarını bilirlerdi. Ali’nin de en sevdiği öğretmeni hem matematik öğretmeni olup hem de müdür yardımcılığı yapan Mustafa öğretmendi.

Eyvallah Kaptan 

Bu yaşlarda hayatının en büyük derslerinden biri olan, bugün bize bile ders niteliğinde olan bir çılgınlık yaşadı Ali. 16 yaşlarındaydı ve yaşadığı hayattan bıkmış, öyle bir hayat yaşmak istemediğine emin olmuştu. Babası yıllık izninde eşi Olga’nın yanına Almanya’ya gittiğinde Ali de hiç kimseye söylemeden, yalnızca Pire Mehmet lakaplı Kaptanın yanına giderek kaçmak, uzak denizlere açılmak istediğini söyledi. Bu istek üzerine Pire Mehmet, Ali’ye biraz borç para bir de referans mektubu yazdı. Kenarda biraz da kendi birikmişi olan genç adam kimseye bir şey demeden düştü İstanbul yoluna. Fatih’te iki kişilik odası olan bir otelde hiç tanımadığı, kendinden yaşça büyük bir adam ile aynı odayı paylaştı. Pire Mehmet’ten aldığı mektup elinde, Büyükdere’ye gitti gemi kaptanıyla görüşmek için. Ancak kaptan bir yolculuktaydı ve 1 hafta sonra gelecekti. Bu süre içerisinde arkadaşından telsiz kursuna yazılıp, telsizcilik bilirse daha kolay gemiye kabul edileceğini öğrenince, Fatih’te bir de telsiz kursuna yazıldı. Her gün otele para ödüyor, aynı zamanda telsiz kursuna da para yatırıyordu. Ancak gelmeyen para kolay tükeniyor, 1 hafta sonunda kaptanla görüşmeye gidecek cesur Ali’nin cebinde sadece bir dolmuş ve bir ekmek parası kalmıştı. Fatih’ten Büyükdere’ye giden bir dolmuşa bindi. Mektubunu tabi ki unutmadı. Büyükdere’ye gitti. Kaptanın birazdan geleceğini öğrendi birilerinden. O esnada kendini hatırlatmaktan geri durmayan midesi için cebinde kalan son parayla fırından sıcacık, içi hamur bir ekmek aldı. Ah güzel delikanlı. Öyle umutlu, öyle saftı ki. Denizi hep yuvası bilen genç adam, deniz kenarında bir banka oturdu, içinin hamurunu balıklara, dışını da kendine alarak o sıcak ekmeği bitirdi. Gemi kaptanı da bu sırada geldi. Kaptan karaya indi, karşısında bizim genç çocuk.

-Sen kimsin? dedi kaptan, bizimki -Pire Mehmet’in gönderdiği adam, dedi. Mektubunu çıkarıp  verdi kaptana. Kaptan mektubu okudu, genci süzdü.  

-Oğlum ben gemiden çıkaracak adam arıyorum, fazla personelle çalışıyorum seni nasıl alayım? dedi. 

Orada dondu, kalakaldı bizimki. Kendini toparlayıp ‘Eyvallah Kaptan’ dedi.  

Kaptana da eyvallah, İstanbul’a da eyvallah, bu boş cebe, geri dönüş parası olmayan bu cebe de eyvallah Kaptan. Büyükdere Fatih arası 56 km. Aldı yanına tabanvayı, yürü Ali yürü. Yollarda iyi ki çeşmeler vardı. İstanbul’dan vazgeçen Ali, Mersin’e dönmek için telsiz kursundan borç para istedi. 1 hafta İstanbul’da yaşamış, sonra da geri dönmüş oldu. Evden bir kişi bile neredeydin demedi Ali’ye. Kimse fark etmemişti bile.

Çok Fena Kaçış 

Liseden sonra bu çapkın gencin hemen evleneceğini ne romanlar yazsakta beklemezdik. Ancak o karısına hep aşık bir aşk adamıydı. Liseyi bitirir bitirmez 3 yıldır flörtleştiği, yelkenli de gizli kaçak buluştuğu, posta güvercinlerini en çok kullandığı kadın ile ailelerinin razı olmamasıyla birlikte İstanbul’a kaçarak evlendiler. Çok fena bir kaçış. 2 yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra kayınvalidesinin yalnız yaşaması, karısının hamile olması gibi sebeplerle Mersin’e geri döndüler. Mersin’de baba olduktan sonra askere giden Ali 21 ay Balıkesir’de askerlik yaptı. Döndüğünde en büyük çocuğu onu hatırlamıyor kendisine abi diyordu. Neyse ki zaman geçtikçe aradaki bu açıklık kapatıldı.

Askerden döndükten sonra işe başlaması gereken Ali, bir pazarlama şirketinde işe başladı. Burada 1 yıl çalıştıktan sonra diğer çocuğu dünyaya geldi. İlk çocuğunun bebekliğine şahit olamayan Ali, ikinci çocuğunun bu anlarını görünce onunla başka bir bağa sahip oldu. Zaman geçtikçe evlilikte çalkantılar meydana gelmeye, yalnızlığı ruhunun en sevdiği yer haline gelen Ali ile eşi boşanma aşamasına geldiler. Bu sürede eşinin hamile olduğunu öğrencince bu süreç biraz daha ertelendi, evlilik toparlanmaya başladı. Ancak fıtrat değişmez ya. Bu olay da ancak engellenmemiş sadece ötelenmiş oldu. Bu sıralarda yeni bir işe atıldı ancak bir maddi çalkantı ile büyük borçların altında kaldı. Borçlar ödendi, çocuklar büyümeye devam etti. Maddi krizler ile eşinin Ali’yi kısıtlaması aynı döneme denk geldi ve evlilikleri için yine çıkılmaz bir sokağa girildi. Girilen maddi sıkıntılardan dolayı daha fazla çalışmak zorunda olan Ali, eşi evden uzaklaştıkça daha fazla hırçınlaşan Mihrican… Tüm bu sürecin bir bedeli oldu. Ali bu sefer boşandı ve Ankara’ya taşındı. Burada da yeni işlere atıldı, bir süre sonra ikinci çocuğu yanına geldi daha sonra en büyük çocuğunun da Ankara’da üniversite okumasıyla tüm aile eşi ve en küçük çocuğu da dahil olmak üzere yeniden bir araya geldi.

Anka Kuşu 

İşini hayatının merkezi yapan Ali, Ankara’da pek çok işle meşgul oldu. Kimi zaman ortak, kimi zaman patron. Tansu Çiller’in başbakan olduğu bir dönemde uyanılan bir sabah doların 2 liradan 4 liraya çıkmasıyla büyük bir ekonomik kriz baş gösterdi. Sadece Ali’yi değil tüm ülkeyi oldukça kötü etkileyen krizden, küçük bir şirkete sahip olan Ali de nasibini aldı. Eski eşiyle yeniden aynı evde yaşadığı bu dönemde yine bir maddi kriz ortaya çıkmıştı. Ali’nin sabah 9 akşam 5 mesai ile çalışmasını, hafta sonları evde olmasını, akşamları mavi çizgili pijamalarıyla televizyon karşısında meyve yemesini bekleyen Mihrican’ın beklentileri maalesef ki hiç karşılanamadı. Yapıları, kişilikleri ve hayattan beklentileri bambaşkaydı. Ali sürekli çalışmayı, yeni şeyler denemeyi, yeni insanlar tanımayı seven özgür ve bağımsız ruhlu bir adamdı. Kendi kendine kalamadığında çıldıracağını sanıyordu. Bu yüzden Mihrican ile hayatlarını iki evli insan olarak yaşamakta başarısız oldular. Ancak bu iki insan birbirine hep saygılı, çocuklarını sevgi ile büyüten, evlatları ve birbirlerine duydukları saygı için bir araya gelmekten çekinmeyen iki insan oldular. Bu evlilik Ali’ye çocuklarını, hayatının tek aşkı olarak kalacak kadını getirdi.

Çocuklarına verdiği en büyük dersi, fırtınalı bir günde onlarla birlikte yelkenlisi ile denize açıldığında verdi. Herkes bu fırtınalı havada gidilmez demesine rağmen onun istediği, çocuklarına bu havayı hissettirmek, bu zevki tattırmaktı. Denizde ne kadar zorlansalar da yelkenlilerinin direği kırılmış olsa da sonunda karaya ulaşabildiler. Mesele de buydu işte. Doğayla savaşmak, hayatla savaşmak demekti. Doğayla savaşmayı hiç bırakmadı Ali ve çocuklarına da en çok bunu öğretmek istedi.

Pes etmeye yatkın olmayan kişiliğiyle her zaman küllerinden doğmayı bilen ve bunu başarılı bir şekilde gerçekleştiren Ali, hiçbir zaman vazgeçmedi. Başı hep dik, her günü yeni bir başlangıç olarak gördü ve kendi sevdiği işi yaptı. Bugün hala daha satış ve pazarlama ile ilgileniyor. En büyük hayallerinden biri her ay yüz üniversite öğrencisine burs vermek. Büyük bahçeli, küçük bir evde yaşamayı hayal eden ve artık ayaklarını uzatarak dinlenmenin zamanı geldiğini düşünen Ali, tüm bunları düşünmesine rağmen haftanın 7 günü çalışmaya devam ediyor.

Beden Yaşlanıyor Ancak Ruh Hep Genç 

Titizliğini annesinden, dik duruşunu babasından aldı. Ancak her benzerliğe rağmen şahsına münhasır, özel bir adam. Geriye bakmayı hiç sevmiyor. Beklentileri ve istekleri sadece gelecekte. Geçmişi karanlık, geleceği ise ışık olarak nitelendiriyor ve karanlıktan ışığa gitmek istiyor.

Bugün 69 yaşında bir iş insanı olarak yaşamını sürdüren Ali, her sabah yürüyüşünü yapıyor, ağaçlarına sarılıyor, hayallerini güneşe anlatıyor. Deniz hala en sıkı dostu ve onu bırakmaya da niyeti yok. Evinin önünde soğuk Bursa gününde yaprak satan kız çocuklarının, marketteki kasiyerin, köy okulunda bot bekleyen çocukların, üniversitede yurda ihtiyacı olan gençlerin, hepimizin, herkesin Ali abisi olarak yaşamını sürdürüyor. Ona çocukluğundan kalan en büyük mirasın, ona ihtiyacı olan çocuklara yardım etmek olduğunu düşünüyor. Kalplerine dokunacağı binlerce çocuk onu bekliyor. En çok da yalnız başına oyunlar oynayan, çocukluğuna döndüğünde o buzdan evi, beyzbol sopasıyla dağıttıracağı çocuk Ali onu bekliyor.

Nuran Bener, Yazar
Nuran Bener, Yazar