Jale Aytaç Sarıdoğan - Hayat Bir Oyun
Nuran Şentürk Karakılıç - Geçmişten Geleceğe Bir Ses
400 bin nüfuslu bir Ankara’da başlıyor hikayem. Yollar hep toprak, yalnız caddeler üstündeki lambalarla aydınlanıyor yeni yeni kurulan şimdinin başkenti. Yüksek duvarlı avluları olan dizi dizi evlerin hiçbirinde elektrik yok daha. Babamın memuriyetinden mütevellit ailemin İzmir’den Ankara’ya gelişi 1935’te vuku buluyor. 3 ablam var taşınıldığı vakit, bense 1937’de Hamamönü’ndeki ilk evimizde doğmuşum. Sonrasında benden 2 yaş küçük erkek kardeşim ve 6 sene sonra da en küçük kız kardeşim doğuyor Ankara’da. O tek katlı ilk evimizde babaannem dahil 9 nüfusuz ve sonrasında da biz, 6 kardeş, bir ömür birbirimize yoldaş oluyoruz.
Benim nüfustaki ismim Yaşar Asım. Henüz ailem İzmir’deyken 3 ablamdan evvel 2 tane abim olmuş, kaybetmişler. Vefat eden 2 erkek evladın üstüne 3 kızdan sonra gelen ilk erkek ben olunca, babam da “Bu çocuğun ismini Yaşa Asım olarak yazdıralım” diyor. Sonra ben bu ilk nüfus kağıdımı kaybettim. Yeniden çıkardığım zaman, herhalde nüfus memuru bakmış ki Yaşa diye isim olmaz, Yaşar yazmış. Ben de bir daha düzeltmedim, öyle kaldı.
Babaannem Rize’nin zengin esnaflarının kızı; dedemse Trabzonlu bir yüzbaşı, yakışıklı ve cesur bir adam. Pek parası pulu yokmuş lakin önemi olmamış dürüstlüğü yanında, kayınpederi hep destek çıkmış dedeme. 6 tane halam olmuş, bir de babam. Hicri 1316 doğumludur babam, 1900 senesine dek gelir. Sert bir adamdı babam, Karadeniz yiğitliği vardı üzerinde. Dedemi de öyle gördüğünden olsa gerek. Öyle ki dedemle bir tartışmaları üzerine henüz 13 yaşındayken çıkmış Trabzon’dan, arada sırada uğramak haricinde bir daha da dönmemiş ömür boyu. İzmir’deki ablasının yanında almış soluğu. Eniştem yüksek ziraat mühendisiymiş, sahip çıkmış babama; okutmuş, kanat germiş. Liseyi bitirdiği gibi Ödemiş emniyette komiser yardımcısı olarak çalışmaya başlamış babam, bir süre oradaymış. En büyük ağabeyimin doğumu için bir gün müsaade istemiş amirinden, Ödemiş’ten İzmir’e gelip görebilmek için. Elimizde çok önemli bir hadise var demiş amiri ise, müsaade etmemiş. Öyle mi, demiş ve silahıyla elbisesini çıkarmış babam, öylece istifa etmiş. Ardındansa Ankara’ya gelmemize sebep olan maden eksperliğini işini icra etmeye başlamış.
Öte yandan annemin babası da deniz yüzbaşısı, Mısır’da esir tutulmuş zamanında, nice hadiseler geçmiş başından. Anneannem Çerkes, annemse İstanbul doğumlu. Rüştiyeden mezun olmuş annem, dönemin tahsillilerinden. Ben anneannemi görmedim, annem onun çok güzel bir kadın olduğunu söylerdi. Önce 2 teyzemi, sonra da dayımı Yemen’den askerden dönerken yakalandığı veremden dolayı kaybetmişiz. Annesiyle babası vefat ettiğinde iki kız kardeş bir başlarına kalmışlar annemler. İzmir’deki komşular da onları evlendirmek için seferber olmuş, babaannem de İzmir’deki halamı ziyaret ettiği bir vakit görmüş annemi. Babam da Ödemiş’te çalışıyor o zamanlar, bekar. Öyle tanışıp evlenmişler.
Anneciğimle çok övünürüm ben; fedakarlığıyla, maharetiyle… Her şey annemin üzerindeydi; her gün gece saat 2’ye kadar işlerle meşgul olur; alışveriş yapar, bize bakar, bize tiftikten kazaklar örer, iç çamaşırlarımızı yapar, muazzam yemekler yapar, eli çok lezzetlidir. Hiç durmaz, her şeyi kendisi halleder. Sonra akşam yemeği sofralarına babama hazırladığı türlü türlü mezelerin yanında ud çalardı annem. İzmir’de kızlar evlenmeden evvel kız arkadaşlarıyla toplanır, enstrüman öğrenirmiş birbirinden, annem de öyle öğrenmiş ud çalmayı. Babamsa ona güzel sesiyle eşlik eder, şarkılar söylerdi o akşamlarda. Biraz da alkol aldı mı, keyfi iyice yerine gelirdi. Söylemeyi en sevdiği şarkı “sine-i Suzan’ıma ahım yeter” şarkısıydı babamın. Biz de kardeşlerimle onları dinlemeyi çok severdik. Annem dışarı gitmesini pek istemezdi, çok arkadaş grubu vardı babamın. Evde kalmasını daha isterdi. Bazı günlerde giderdi tabii arkadaşlarıyla ama babam da çoğu zamanını evde geçirirdi, böyle güzel akşamlar olurdu. Tabii, biz kardeşler ayrı yeriz, hiç lafa giremeyiz, bizim soframız annem ve babamın sofrasından ayrı olurdu.
Kardeşlerimle aram hep çok iyiydi, hele en büyük ablamı bir ayrı severim. Ben sakin bir çocuktum, ablalarım ve kız kardeşim de öyle. Erkek kardeşim ve 2. ablam çok hareketliydi bize göre ama hiçbirimiz haşarı değildik. Zaten yapamazdık, babamdan çok çekinirdik. Babamın bizleri sevdiğini hiç hatırlamam. O da babasından öyle görmüş. O dönemde babalar çocuklarını kucaklarına alıp sevmezlermiş. Hatta bir gün anneme dedim ki “Anne, babam bizi sevmez mi hiç?” “Oğlum, olur mu öyle şey hiç, baban siz uyurken sever, gelir okşar sizi.” Annem bazen de kesekağıdı içinde fındık üzüm getirip yastığımızın altına koyardı; “Babanız getirdi sizin için.” derdi. Babam bazen ortaya para koyup erkek kardeşimle bizi güreşe tuttururdu. Sonra biz babamıza, “Hadi baba sen de bi’ ayağa kalk!” derdik ve ikimiz babamıza dalardık ama düşüremezdik.
Babaannem beni çok severdi. Babam babaanneme harçlık verirdi, o da o harçlıktan kardeşler arasından bir bana verirdi. Ben çok zayıf doğmuşum, babaannem koynunda büyütmüş beni. Evin yemeğini ekseri babaannem yapardı. İyi becerirdi, yemeklerde çok üstündü. Hayatında ağzına dana eti sürmezdi, hep koyun eti. Sonra memlekete giderdi, dönüşünde bize küp içinde tuzlanmış temizlenmiş bıldırcın, fındık, karayemiş getirirdi.
Yılmaz Erdoğan
Ankara’daki ilk evimizde, Hamamönü’nde, iki tane gaz yağı lambamız var, küçüğü her gün yakıyoruz, büyüğü misafir gelirse. Babam kimi zaman zeytinyağıyla suyu karıştırıp kandil yapar mutfağa koyardı, gaz yağı gitmesin diye. Bahçemizdeki kuyudan kullanmalık suyumuzu çekiyoruz, bahçenin köşesinde bir de musluğumuz var kuyunun suyundan bağlanan, ama içecek sular tenekelerde geliyor eşeklerde taşınarak. Zeytinyağlı yemekleri ve testilerdeki içme sularını serin kalsın, bozulmasın diye iple kuyuya indirirlerdi.
Her sene evimize bir ton taş kömürü geldiğini hatırlıyorum. Bir maltızımız var, üstünde yemek pişer, çamaşır yıkanır, banyo yapılır. Babaannem Rize’den fındık getirtirdi, kabuğunu getirtirdi. Onları mangalda yakardık, hafif üstü örtülür ve sabaha kadar o mangal ortada dururdu. Gündüz de üzerine maltızı koyardık. Bahçeyle uğraşırdı babam, sebzeler olurdu küçük bahçemizde. O zamanlar yün yer yatağında yatardık, gündüzleri yatakları yüklüğe kaldırırdık.
Gülten Akın
46 senesinde 2. Cihan Harbi’ne sokmadı bizi İnönü, fakat savaş hepimizi etkiledi elbet. Çocukluğumda ekmek karneyleydi, muhtar nüfusa göre karne verirdi. 9 tane karnemizi fırına götürürdük, o pulları fırıncı alır, yapıştırır, kaydını tutardı. Rahmetli babam kurşun kalemle ekmeklere isimlerimizi yazardı, kimse kimsenin ekmeğine dokunamazdı. 9 yaşlarındayım, erkek kardeşimle fırına gittik bir gün. Fırıncıya; amca biz yazın çalışmak istiyoruz ama para istemiyoruz, bize birer ekmek ver, biz de sana pulları yapıştırmakta yardımcı olalım, dedik. Adam önce sıcak bakmadı ama kabul etti sonradan, e bütün mahallenin pullarını tek tek yapıştırmak zor iş. Başım derde girer size ekmek verirsem, akşam eve giderken gazete kağıdına sarın 2 ekmeği, dedi bize. O şekilde fazladan iki ekmek alırdık.
Babam maden eksperi, maaşı iyi sayılır ama 9 kişiye bakıyor tek başına, e yetmiyor haliyle. Un da zor bulunuyor zaten o vakitler, şeker de yok; anneciğim bize tatlı sunamıyor, börek yapamıyor. Babam çok zor şartlarda 1 kilo kadar bir un alabilirse anneciğim onu suyla pişirir, üstüne pekmez dökerdi tatlı olsun diye. Biz o dönem çayı çekirdeksiz üzümle içerdik.
Cahit Sıtkı Tarancı
Arkadaşlarla biz demirden çember çevirirdik. Kil toprağı bulup şekil verir ve sulu boyayla boyardık, bilye oynardık. Cevizin içini boşaltıp katranla doldururduk, ağır olurdu öyle. Karşıya cevizler koyardık, sonra katranlı cevizi birkaç metre ileriden atar, normal cevizleri vururduk. Kar insan boyu ve çok yağar o zaman Ankara’da, hatta 5-6 kişi bakkal yolunu küreyerek açarlardı. Kar yağdı mı kızak kayardık biz de. Sonra o kar eridiği zaman dumanlar çıkardı ve topraktan bir koku gelirdi, toprak kokusu. O koku çok hoşumuza giderdi.
Hamamönü Doğumevi’nin tam karşısındaydı İnönü İlkokulu, çok yakındı, tüm çocuklar oraya giderdik okula.
Ben 12-13 yaşlarındayken şimdilerde Ankara Hukuk Fakültesi’nin olduğu yerde ikinci evimize kiraya çıktık. Çok yüksek bir yokuştu orası, çamlık denirdi, havası da güzeldi. Kışın o yoldan aşağı kadar merdivenle kayardık arkadaşlarla kalabalık olunca.
Ben 15-16 yaşlarındayken son taşındığımız ev, Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı binasına epey yakındı. Ev sahibimiz belediye encümen azasıydı. O dönemde babam hem İşletmeler Bakanlığında çalışıyordu hem de sonradan dışarıdan maden işlerine girmişti, maddi durumu iyiydi. 3. evimizde elektrik vardı, telefon vardı, sonradan radyo geldi. Elektriği ve telefonu şirket öderdi. Bahçesinde yüzme havuzu vardı, hep yüzerdik orada. Bir de pompalı gaz ocakları çıkmış o dönem, ilki İsrail’den gelen Optimus marka. Babam aldı bir tane, annem onla yemek yapmaya başlayınca rahat etti.
Babam 6’da gelirdi eve. O eve geldiği zaman kız çocukları geceliklerini, erkek çocukları da pijamalarını giymiş onu beklerdik yemekte. Şimdi biz çocuk olduğumuz için futbolu çok seviyoruz, konservatuvar binasının arsasındaki sahada futbol oynardık. Babam çok uzun boylu, yapılı ve heybetli bir adam olduğu için karşıdan gelişi belli olurdu, arkadaşlarımız söylerdi babanız geliyor diye, biz hemen fırlardık, eve koşardık. O gelmeden pijamamızı giyer oturur öyle beklerdik.
Çıkrıkçılar yokuşundan babam giderdi hepimize kız erkek ayırt etmeden aynısından siyah çorap alırdı. Bir terzisi vardı babamın, oraya kumaş bırakırdı, sonra bana ve kardeşime gidip terziye ölçü vermemizi söylerdi. Ayakkabıyı o zaman Sümerbank çok güzel yapardı. Babam ölçülerimizi bilirdi, alıp getirirdi. Hiç kimse gitmezdi, öyle çoluk çocuk mağaza dolaşılmazdı.
Evde radyoda tiyatro dinlenirdi. O zaman radyolar bildiğimiz gibi çalışmıyor, teknik çok zayıf. Babam böyle bir hat geçirirdi, sürekli cızırtı olurdu radyoda ve ilk zamanları anneme, “Ben gelmeden radyoyu açmayın.” derdi. En sonunda gündüz boş kalmasın diye anneme yetki verdi, “Yalnız sen aç, çocuklar ellemesin.” diye. Annem açardı ara sıra, onları dinlerdik. 30-40 bölüm devam ederdi o tiyatrolar, merakla dinlerdik. En iyi radyo, Hollanda malı, dışarıdan getirtmişti babam fakat işte anten sistemi olmadığı için verim vermezdi. Zaten evde müzik vardı. 3 kişinin – en büyük ablamın, en küçük kardeşim Leyla’nın ve babamın sesi güzeldi. Erkek kardeşimin de müzik yeteneği vardı. Siz ona bir tane şiir verin, bestelerdi hemen, şarkıya dönüştürürdü.
Bayram günlerinde kapı kapı dolaşır bütün mahallede el öpmeye giderdik. Ya mendil verirlerdi bize veyahut şeker sunarlardı. Kimi de, bize çok yakın olanlar, para verirdi. Bayramlıkları hep babam alırdı; annem onlara karışmazdı, babam öderdi. Hep aynıydı kızların erkeklerin giydiği şeyler, değişmezdi. Müsriflik yoktu. Zaten mağaza çok azdı.
Bisiklet Kazası
12-13 yaşlarındayım, anneme bir gün çok yalvardım, “Anne beni n’olur götür, bak gör nasıl kullanıyorum bisikleti.” dedim. İnönü Stadı yoktu o zaman, o alan çayırlıktı, cambazlar gelirdi, bisikletçiler parayla 10-20 bisiklet getirir kiralar, 1 saat o alanı dolanırdınız. Anneciğim götürdü beni, başladım turlamaya, annemin yanına gelirken sahip çıkamadım bisiklete, anneme bi’ vurdum, annem düştü yere. Çok üzüldüm ama ben daha bir şey yapamadan bisikletçi adam koşa koşa geldi, annem olduğunu bilmiyor tabii; hemen kızdı bana, dövmeye kalktı beni. Annem “Ya n’apıyorsun sen, oğlum o benim.” dedi. Adam kem küm etti, e size vurdu falan. Annem durdurdu adamı. O günü çok iyi hatırlıyorum, çok üzülmüştüm.
Kurtuluş Ortaokulu ve Lisesi
Kurtuluş Ortaokulu’ndayken tarih öğretmenimiz jimnastik dersine giriyor, müdür yardımcısı aynı zamanda. Hareketi gösterir, kendi yapamaz. Bekardı, büfe gibi bir şey vardı ortaokulda, yazın orada kalırdı. Ayık zamanı zor bulunurdu, içkiye çok düşkündü. Çikolatayla beraber konyak içerdi. O kulübesinde otururken yanına toplanırdık ben, Kartal Tibet ve diğer arkadaşlar. Bana derdi ki “Oğlum koş şu bakkaldan çikolata al gel.”. Ben koşup gider getirirdim hemen, konyağı yanımızda içerdi. Hafif çakırkeyif ya, yakınlaşıyoruz tabii biraz. Kartal Tibet fırsattan istifade “Hocam burada imtihan et bizi.” derdi. Tamam derdi, not defteri hep cebinde. Kartal’a bir şeyler sorar, Kartal zaten her şeyi biliyor. Ona hemen bir 10 verir. Biz de sınıfta sınav olmamak için, “Hocam bize de bir şeyler sorun.” derdik, yarım yamalak anlatırdık, bize de 5-6 verirdi ama geçecek not verirdi. Bizimle öyle sohbet ederdi.
Öğlen paydoslarında herkes dağılınca masa üstünde parayla kaleler yapıp karşılıklı kaleden geçip gol atmaya çalışırdık. Yakalanırdık. Müdür yardımcımız ona çok sinirlenirdi. Yuvarlak bir sopası vardı, ortadan bölünmüş ve ortalarına çivi çakılmış ki kopmasın. Vurunca acıtırdı. Elimize birer tokat atardı, biz hocamız diye saygı duyardık ve o tokatı kabullenirdik, dağılırdık.
Bir gün İstiklal Marşı çalıyor, herkes dağılacak. Vehbi diye bir arkadaşım var liseden sonra okumayıp Hollanda’ya giden. O arkadaşım da arkamda, bana habire bir şey yapıyor, vücuduma değiyor dürtüyor falan. “Yav, yapma görecek müdür yardımcısı.” diyorum falan derken elinde bir çakı varmış parmak kadar. Omzuma şöyle azıcık battı ama hiç farkında değilim, acısı bile olmadı. Meğerse damara denk gelmiş. Üstümde lacivert okul elbisesi vardı. Dediler ki arkadaşlar, “Senin ceketin ucundan kan damlıyor.”. Neyse, İstiklal Marşı bitti, hazırolu bozduk, ceketi bir çıkardım ki ceketin kol astarı falan tamamıyla kan içinde. Çocuk korkmaya başladı mı, bir gece bekçisinin çocuğuydu. O zamanlar Yıldız semti hep araziydi, orada bekçiler otururdu. Çocuk hemen “Bizim eve gidelim.” dedi, bana bir şey olacak diye korkuyor. “Annem bekler.” dedim ama ısrar etti, gittik. Annesi bir gördü, “Eyvah, sen ne yaptın oğlum, damara gelmiş bak.” dedi. Kuyudan su çıkardı kadıncağız, ceketimi yıkadı. Biraz kuruttu, ütüledi falan. Eve geldim, annem tabii anladı bir şey olduğunu. O da kızdı biraz bana. Sonrasında kopmadık Vehbi’yle, Türkiye’ye geldiğinde beni bulurdu ben bankadayken, muhabbet ederdik.
Ben çok güçlü kuvvetli bir delikanlıydım. Bir keresinde iddiaya girdik arkadaşlarla. Yanımızda bir öğrenci yurdu yapılıyor, daha yeni tuğlaları örülüyor. Ben sırtımda iki kişiyi taşırım dedim, taşırsın taşımazsın. Ben inşaatın en alt kat duvarına yaslandım, birisi geldi omzuma bindi. Birisi de bir üst kata çıktı, oradan onun üstüne bindi. Hadi dediler, yürü. Şöyle bir beş metre kadar yürüdüm sırtımda iki kişiyle.
Kurtuluş lisesinde 1. sınıfı okurken şöyle bir hadisem oldu; bizim zamanımızda hocalara isim takarlardı. Her hocanın bir ismi vardı. Mesela bir hocamız vardı, “Yamuk” derlerdi ona. İmtihanlardan sonra “Yamuk bana 4 verdi, Yamuk bana 5 verdi” diye muhabbeti olurdu. Okulun büyük bir bahçesi var, teneffüste öğrencilerle birlikte hocaların bazıları da gezer bahçede. Bir gün geziyoruz 4-5 kişi samimi arkadaşlarla, sınav sonuçları da yeni açıklanmış. Arkadaşlar diyor ki işte, “Yamuk bana 4 verdi, 5 verdi, 6 verdi” falan, ben de “Bana da 4 vermiş Yamuk.” dedim. Meğerse hoca da arkadaymış, tesadüf bu ya, onlarınkini duymadı da benimkini duydu. “Bir dakika gelir misin?” dedi bana, “Buyurun hocam?” dedim, saygıda kusur yok. “Biraz evvel bir laf söyledin, ne dedin sen?” dedi, “Hocam bir şey demedim, arkadaşlarla konuşuyorduk.” dedim. “Yok bir şey söyledin sen.” dedi, ısrar ediyor bahçede. Ben de “Bir şey söylemedim.” diyorum. Arkadaşlara soruyor, onlar da “Biz bir şey duymadık.” diyorlar. Hocayla birlikte gittik müdür muavininin yanına. Ahmet diye matematikçi bir müdür muavini vardı, güçlü kuvvetli kara yağız bir adam. “Bu arkadaşa bir sorun bahçede ne dediğini.” dedi hoca. “Ben bir şey söylemedim hocam.” dedim. Hoca, “Yamuk diye bir laf söyledi baçede, bu ne demek, siz hocalara isim takmışsınız.” dedi. “Hocam ben öyle bir şey söylemedim.” dedim, yok söyledi yok söylemedi falan derken, elini kaldırdı bana tokat atacak, ben şöyle bir karşıladım elimle. O dönemlerde de benim boyum uzun, güçlüyüm bir de. Maksadım sadece tokadı engellemek fakat hızlı davranmışım, hoca bana vuramadan, karşıladığım yumruk hocanın suratına geldi. Ondan sonra hocayı dövdüm oldu tabii ve 10 gün okuldan tart, uzaklaştırma aldım. Velin gelsin, dedi, babam o zaman sık sık şehir dışında çalıştığı için annem gitti. Anneme “Böyle böyle, oğlunuza tart verdik, bundan sonra da belki tasdiknamesini veririz, okul hayatı biter.” demişler. Anneme açıkladım kendimi, ne yapacağız şimdi derken biz müdür yardımcısının arkadaşını arıyoruz. Karadenizli bir tanıdık vardı bizim, Harun Abi diye, o da öğretmenlikten hırdavatçılığa dönmüş. Tesadüf bu ya, konuşurken müdür yardımcısının kim olduğunu sordu, “Kurtuluş Lisesi’nden Ahmet hoca.” dedik, “Ya o benim sınıf arkadaşım.” dedi. “O konuda biraz sert bir adamdır, çok zor, nasıl ikna ederim bilmiyorum ama ben bir gideyim yanına, konuşmayı deneyeyim.” dedi. 2 gün geçti bu uzaklaştırma cezasının üzerinden. Altından girmiş üstünden çıkmış, ikna etmiş Harun Abi Ahmet hocayı. Beni affettiler, 10 gün cezayı çektim ama. 10 gün sonra okula döndüm, ben o Yamuk dediğim hocaya saygılar, selamlar gösteriyorum tabii gördüğüm her yerde, beni affetsin diye. Anladı hoca da tabii sonradan, affetti.
Yaz Tatilleri…
Ben ticareti çok severdim. Yaz tatillerinde ve hafta sonları ben, babamın haberi yoktu ama, nakliye şirketinde çalışırdım. Benim yazı rakamım çok güzeldir. Çağırırlardı, yazım düzgün olduğu için fatura keserdim. Hatta ben istiyordum ki orada devam edeyim, bizim patron “Askerliğini yap gel, seni nakliye şirketine iş ortağı yapacağım.” derdi bana. Kısmet olmadı, ben askere gidince orası da iflas durumuna gelmiş. Ben de askere gittim geldim, sonra bankaya girdim. Babam da hep bankacı olmamı arzu ederdi, onun isteğini yerine getirmiş oldum.
Yaz aylarında nakliye şirketinde işler çok azalırdı. İki arkadaş biz, gidip halden bir sürü meyve sebze alırdık. Kabaküllük diye bir yer vardı, oraya çıkardık, sebze meyve satardık. Biraz da para biriktirdiydim o zaman askerden önce, çok iyi olduydu. Bir defasında bir kese kâğıdı olayı yaşandı, biz erik satıyoruz, yanımızdakiler de erik satıyor. Onların kese kâğıdı bitince, bizim parayla aldığımız kese kağıtlarından tek tek çalıyorlar. Kavga oldu, ben ayırmaya kalktım, birisi bıçak attı, elimde dikiş izi durur hala. Neyse ki sonra polisler buldular onu, özür dilendi, barışıldı. Yani bankadan önce hayatı hep böyle hadiselerle, çalışmayla geçti benim.
Çocukluğumun başları zordu, savaş dönemine denk geldiğinden bir de. Ama özellikle 3. evimizde rahattık, çok mutluyduk. Ta ki babam vefat edinceye dek iyi geçti çocukluğumuz. 17 yaşındayken babamı kolon kanserinden kaybettim.
Ziya Osman Saba
Babamın vefatından sonra bir boşluk oldu, maaşı bağlanmadı, daha 6 ay varmış emeklisine. Telefonu kapattık, kira verecek durumumuz yok. Ev sahibimiz sağ olsun, “Merak etmeyin, biz sizi çok severiz, Ulvi Bey’in hatırı için şimdilik istemiyorum kirayı.” dedi. O sıralar benim 3 kız kardeşime de talip geldi, biz de annemle askere gidinceye kadar çalışmak için bana iş aradık. Ev sahibimiz bana kısa dönem bir iş buldu: mezarlık işlerinde kütük memurluğu. Sabahleyin beni alıyor cenaze arabası yol üzerinden, götürüyor, kapıda bırakıyor. Ben kış günü, o mezarların içinden yürüyorum. Mezarlığın ortasında müdürün ailesiyle yaşadığı müdüriyet binası var, memurlar da orada çalışıyor. Bana, sen bu kişinin yanında kütük memurluğu yapacaksın, gelenleri yazacaksın, yazın da güzelmiş dediler. Ben başladım yazmaya. Yalnız o birlikte çalıştığım amca çok yaşlı, hemen hemen emeklisi dolmuş. Gasilhaneden malzeme isteniyor, normalde o adamın işi ama bana diyordu ki, gidiver oğlum sen gençsin. Gasilhaneyle müdüriyet binasının arasında epey mesafe var, adama da acıyordum, tamam amca deyip hemen alıp götürüyordum, malzemeleri verip dönüyordum. Hayatımda çok ölü gördüm yıkanırken. O dönem için hiç unutmam, 73 lira maaş alıyorum; günde 25 kuruşla öğlen yemeği yiyorduk. 100 gram helva alıyorduk 10 kuruşa, 7.5 kuruş ekmek, bir de sucuk alıyordum yine 7.5 kuruşa. Sucuğu da şişlere takıp yanan sobaya tutup pişiriyorduk, masanın üstünde yiyorduk. Masa da.., sonradan öğrendim bunu. Gasilhanedeki ölülerin yattığı mermer olan yer, eskiden tahtaymış, şimşir ağacından yapılırmış. Meğer bizim yemek masaları, o eski tahta masalarmış, temizlenmiş falan tabii, ne yaparsınız…
Babam öldükten sonra oturmaya devam ettiğimiz evde, camlar çok geniş. Alt kattalar, 2 kız kardeş, küçüğün yaşı 16, annesi hemşire sabah işe gider, ablası ve kız kardeşi evde. Küçük olan çok esmer bir kız, çok güzel bir kız. O geniş pencerenin içine oturuyoruz iki arkadaş, kızın o kadar güzel bir gülüşü var ki, o kadar bir cana yakınlığı var ki, ben bu kıza âşık oldum o yaşlarda. Annem iyisiyle kötüsüyle her şeyi gören, takip eden bir kadın. Tabii biz pencerede otururken kızın annesi evde yok, ablası da içeri gidiyor. Annem anlamış bizim durumumuzu. Ama yani öyle bir durum ki, anneme diyeceğim anne bu kızı isteyelim diye, ama daha talebeyiz, oluru yok. Annem annesine söylemiş, “Kızına sahip çık, bir şeyler söyle, benim oğlan oraya gidiyor, ayrılmıyor kızının peşinden.” diye. Onun üstüne kız biraz çekilmeye başladı, 1 sene sonra falan da çıktılar o evden. Ben de ona bir şiir yazdım. Hayatımda sadece bir tane şiir yazdım ve o bittikten sonra, yani sevdiğim kız elden gittikten sonra bir daha da şiir yazmadım. Yazdığım kâğıdı da bir yerde saklarım hala, 68 sene evvel yazılmış bir şiir… Düşünmeden sevdim onu, çocukluk aşkıydı. Sonrasında bankaya girinceye dek kimseyle ilişkim olmadı.
“Bir kaşar da ben yesem…”
Mezarlıktaki işten ayrıldıktan sonra Mamak’taki yedek subaylık okuluna gittim. Bir buçuk sene askerdeydim, 6 ay Mamak’ta okul, 1 sene de kıta İslahiye’de, 6 ayı asteğmen 6 ayı teğmen olarak; 1961’in yarısında tezkere verip Ankara’ya döndüm.
Mamak’ta beni motor subayı/kademe subayı olarak ayırdılar. Şansıma, çok rahat bir gruptu. Başımızda binbaşı talimat verirken bir arabayı sökerdik, sonra toparlardık parçalarını yeniden. Orada ben öğrendim arabanın parçalarını falan. Biz grup olarak arabayı sökerdik, çalıştırırdık, sonra Kayaş’a ayran içmeye giderdik. Diğer gruplar bize gıpta ederdi, onların dersleri daha ağırdı, derlerdi ‘Yav biz burada ders çalışıyoruz, siz n’apıyorsunuz?’ O kadar rahattık.
Babamın vefatından sonraya denk geldiği için Mamak’taki okul dönemim, maddi olarak zordayız, cebimde hiç para yok. Bir buçuk gün iznim var, resmi olarak eve gelip elbisemi çıkaracağım. Herkes dağıldığı için mahşeri bir kalabalık oluyor okul çıkışı. Bir tane otobüs oluyor, saatte bir defa dolanıyor oradan. Otobüse kalmadan hep birlikte gitmek için öncesinde arkadaşlar dolmuş kiralıyor ve bana da diyorlar, “Asım gel.”. Arkadaşlar siz gidin, ben bir arkadaş bekliyorum, diyorum, gönderiyorum onları. Sonra otobüs geliyor yarım saat sonra, ‘otobüs geliyor haydi gidelim’ diyorlar, ‘yav siz gidin’ diyorum, ‘ben bir arkadaş bekliyorum sonra dolmuşla gelirim belki’, falan diyorum. Orası hemen hemen boşalınca ben doğru tren yoluna iniyorum. Bu hayatımın en acı günlerinden biri. Tren yolunun demirlerinin olduğu yerler tahta o zamanlar. O yolların tahtalarına basa basa, Mamak’tan Demirlibahçe’ye 2 durak, 45 dakika kadar yürüyorum. Kimse görmesin diye, resmi elbiseyle o arka yoldan eve geliyorum. Annemden bir şey isteyemiyorum, verecek durumu yok, babamın maaşı yeni bağlandı ama biriken kiralara gitti hepsi. Eve böyle dönüyorum, iznim bitince aynı yoldan geri askere dönüyorum. Okulda bakıyorum millet, zengin çocukları hepsi, kantine gidiyorlar. Kaşar peyniri, salatalık, domates falan koyuyorlar ekmek arasına orada, o çocuklar da çıkan yemeği yemiyorlar da onu yiyorlar. Çıkan yemek de o zaman yağlı bir koyun etiyle ıspanak yemeği sürekli. Ben ona talim. O kadar üzülüyordum ki o zaman, şöyle bir kuruşum olsa da bir kaşar da ben yesem diye. Kardeşim, o dönemlerde subaylıktan ayrıldı ve sivil hayatta saksafon çalıyordu düğün salonlarında. Çorum’da yatılı bir okulda bir orkestra kurmuşlar, orada maaşlı çalışmaya başlamış. Bir gün bana 30 lira gönderdi, 1960 yıllarında. O 30 lira bana 300 bin lira gibi geldi. Istıraplı geçen ilk 3 ayımdan sonra o parayla ben o kaşar peynirini yedim, otobüse bindim evime geldim.
Çadır Hapsi
Okul dönemi biterken kura çektik, İslahiye diye bir çektim ben, hayatımda duymamışım. Meğer Gaziantep’in kazasıymış, Suriye hududunda bir yer. Oraya gittik, dedik ev tutalım. Ama bekara ev vermiyorlar ve tutacağımız ev öyle bir yerde ki, mezarların ötesinde ve gece yarısı ışıklar sönüyor. Ee, ne yapayım derken, ben vazgeçtim ev tutmaktan; arkadaşlarımın nöbetlerini de tutmaya başladım, astsubayların, subayların falan. Nöbet tuttuğum yerde bir yatakhane var, ekstra yemek de geliyor ücretsiz, ev kirası yok bir şeysi yok. Ama tabii ev kadar rahat değil ve mesuliyeti de var, beni gece arıyorlar mesela. Muharebe birliği olduğu için biz hiç dışarıya çıkamazdık, yürüyüş falan yapamazdık. Şimdiki Esad’ın babası da Esad’tı, onunla da Türkiye arasında yine bir sıkıntı vardı, 5. zırhlı tugay oradaydı o dönemde. Şimdi ben nöbetçi subayım; bir gün tuğgeneral, kumandan, “Herkes yürüyüşe çıkacak, biz de dahil.” dedi, ben de gittim. Döndük, yemekhaneyi akşamları ders için kullanıyoruz, çocuklara coğrafya tarih falan öğretiyoruz, kitapları var bunların. Nöbetçi subay bu dersleri vermekle mükellef. Bir çavuş geldi bana, “Teğmenim, çok yorulduk, mümkünse erken yatabilir miyiz?” dedi. Gerçi her zaman için kontrol var ama o akşam düşünmeden “Yatın hadi, madem öyle, ders yok bugün.” dedim. Tam ben de yattım, kapıda beni bekleyen nöbetçi onbaşı koştu odaya, “Teğmenim, binbaşım geldi.” dedi. Jeeple gelmiş, o da tugayın en büyük nöbetçisi. “İsmin ne?” dedi bana binbaşı, dedim “Asım Sayman”. “Niye ders vermedin, sen nöbetçi değil misin?” dedi, halbuki ben nöbeti de başkasının yerine tutuyorum. “Kumandanım böyle böyle oldu, ben de izin verdim yorgun oldukları için.” dedim. “Sen nasıl emir verirsin yorgunluğuna falan, dersse ders, askerliği bilmiyor musun?” dedi, beni de bir güzel haşladı. “Yarın görüşürüz senle.” dedi, gitti. Bir de baktım, bölük kumandanına yani yüzbaşıya, benim üstüm, “O Asım Sayman’a üç gün çadır hapsi verin.” demiş. Karargâh bahçesine çadırı kurdular, çadırın içinde 3 gün ben hapis. İçerde uyuyup uyanıyorum, yemeğim geliyor orada yiyorum, çadırın başında kapıda bir tane nöbetçi er. Aman çocuklar bir üzüldüler… Bana yağdırıyorlar böyle, çikolatalar falan geliyor kantinden; “Ya oğlum getirmeyin, boş verin.” diyorum. Öyle İslahiye’de kahraman oldum asker arasında.
Hakimiyet-i Milliye Meydanı’nın Köşesi, “Müşterinin Kalesi”nin ev sahibi: İş Bankası
1961 senesinin ortasına denk geldi tezkere verip Ankara’ya dönüşüm. Tabii, bir iş bulma telaşıdır başladı sonrasında. Baban hayattayken “Benim iki tane arkadaşım var, bu iki arkadaşım size her zaman için öldüğümde yardımcı olur.” derdi. Arkadaşlarından birisi, Hayri Tokay, İş Bankası İştirakler Müdürü’ydü o zaman. İki numaralı ablamın eşinin işe girmesine de yardımcı olmuştu, ablam önüme düştü, “Hayri abimize söyleyelim.” diye. Hayri Bey çocukluğumu biliyor tabii, beni görünce şaşırdı epey. Personel müdürünü çağırttı, giriş formu istetti, doldurdum. “Yazın da çok güzelmiş.” dedi, o dönemde bütün kayıtlar elle tutulduğundan rakamı kötü olanları almıyorlardı bankaya, rakamlar okunaklı yazılmalıydı. “Tamam, sen İş Bankası’na girersin, ama antrenman olsun diye önce bankanın umumi mağazalarında muhasebe öğren 1 hafta, acemi başlama.” Dedi Hayri Bey. Bu mağazalar da İş Bankası binasının tam karşısındaydı. Bir hafta orada muhasebe öğrendim, bir hafta geçti, ses seda yok. 13 gün sonunda ablamla beraber tekrar çıktık Hayri Abi’ye. N’oldu geldi mi evrakların, dedi; “Hayır, gelmedi.” dedim. Hemen Personel Müdürü Ahmet Bey’i aradı, “N’oldu bu çocuğun işi?” dedi, o da kem küm etti. Hayri Abi, “Derhal yarın başlasın.” dedi. Derken işte belgeler geldi, biz 6-7 kişi hepimiz o tarihi binada başladık.
Bu esnada meclise de müracaat etmiştim, işe alım sürecinde istihbarat araştırması yapıldığı için uzamıştı sonuçlanması. Tam İş Bankası’na başlayalı bir ay oldu, meclisten bir arkadaş telefon açtı senin işin oldu, gel bekliyorlar, diye. E şimdi nasıl ayrılayım bankadan… Oranın maaşı 525 lira, benim bankada maaşım da 489 lira 1961’de. N’apayım, şefe bir sorayım, dedim. Becerikli bir elemanım ben, nakliye şirketinde çalıştım, daktilo yazabiliyorum, facit çevirebiliyorum falan; iyi bir memurum ve beni bırakmak istemiyor şef de. “Şefim benim böyle bir müracaatım vardı, olumlu sonuçlanmış, maaşı da şöyle ama siz ne dersiniz?” dedim. Oğlum, dedi; “Madem bana sordun, orada o maaşa gidersen en fazla personel şefi olursun, kendine faydan olmaz, eşin dostun gelip torpil ister, onlara iş bulursun. Ama sen burada şef muavini olursun, şef olursun, müdür olursun, yükselirsin.” dedi. Doğru söylüyorsunuz, dedim; arkadaşıma meclise gelmeyeceğimi haber verdim. İşte böyle girdim bankaya, Ekim 1961, 24 yaşındaydım.
1964-1965 seneleri, İş Bankası Merkez Şube’de memurluk zamanlarıma tekabül ediyor. 1968’de merkez şubede şef muavini, 1975’te ise şef oldum. Sonrasında 1976’da ikinci müdür olarak Kadirli, Adana’ya gittim. 1977’de ise müdür olarak Yeşilhisar’a geçtim. 1980’de tenzili rütbeyle Ankara Merkez İşçi Havaleleri’ne döndüm. Sonrasında emekli boşluğundan Çıkrıkçılar Şubesi’ne, ardındansa Küçükesat Şubesi’ne geçtim; Küçükesat’tan emekli oldum.
“Yuvan olsun!”
Annem ve en küçük kız kardeşim Leyla’yla birlikte yaşıyoruz, ben bankada çalışıyorum. Annem o dönem babamın emekli maaşıyla geçiniyor, durumu iyi. Annemle beraber pazara gidiyoruz, geliyoruz eve, annem şu soğanı şöyle doğrayacaksın diyor doğruyorum, kavur oğlum diyor kavuruyorum. Anneme yemek hususunda yardım ederken çok güzel öğrendim her şeyi, çok güzel yemek yapabiliyorum.
Ben bir türlü evlenmek istemiyorum. Ulus merkezde, bankanın 300 kişilik kadrosunun %80’i kadın, benim çalıştığım 14 kişilik ekibin yalnızca 3-4 tanesi erkekti. Kızlı erkekli tiyatroya davet ederlerdi, ben gitmezdim. Bir kız hoşuma gidiyordu orada, neşeli birisi falan, adı Menekşe’ydi. Mesai olduğu vakit herkese bir kız düşerdi evlerine bırakmak için. Ben de Menekşe’yi bırakırdım evine, Hamamönü’nde otururdu. Babası ölmüş, 5-6 kardeş, Menekşe eve bakıyor. Yolda sohbet ederdik, çok neşeli, candan birisiydi, hoştu. Sonra bankadan ayrıldı, evlenip Kanada’ya gitti.
Ben şık giyinirdim bankada, müdürümüz isterdi ki herkes beyaz gömlek giysin şık olsun. Bir gün Leyla ütü yapmamış, biraz ona sitem ettim. Annem de onu çok severdi, “Niye kızıyorsun kardeşine, evlen de eşin yapsın.” dedi. Benim de canım sıkıldı, iki numaralı ablamda kalmaya başladım. Ablam da dedi ki: “Gel seni evlendirelim, bir yuvan olsun.”, ben yine “Evlenmeyeceğim.” dedim. Ablam o zaman belediyede nikah memuru Müşteba Bey’in sekreteriydi. Merkezde tek bir nikah memuru var o zamanlar zaten. Ablamın bir arkadaşı vardı, o da belediyede çalışıyordu, onunla çok samimiydi. O demiş ki, “Gel, kız kardeşimle tanıştıralım.” Annem tepki gösterdi biraz. Bir kış günü, hafif de kar yağıyordu, Sıhhiye’de Eti Bank Sokağı’nda, bir apartmanın giriş katı. İsmi Ayla, sarışın, manken gibi. Anladığım kadarıyla o da beni beğenmiş, bir ikramda bulunuyor ki… Kız kurtulmak da istiyor evden; abla çalışıyor, ihtiyar annesi, dayısı, yengesi, çocuğu – kalabalık bir ailede bütün evin yükü onda. Biz derdimizi anlattık, dayısı “Düşünelim.” dedi. Halbuki meğer her şey hazırmış, çoktan razılarmış. Dışarı çıktık, anneme sordum ne düşündüğünü, annemin içine sinmemiş kızın gösterdiği yakınlık, annemin gönlü olmayınca “Bu iş olmaz.” dedim ben. Ablam üzüldü tabii, kızın ablası da çok ısrar etmiş ama olmadı.
“Bana ellerini ver…”
Tabii biz annemle barıştık, eve döndüm ben ama 2 numaralı ablam Gülen karıştırıyor yine bir işler. Eşimin ablası eşimden 8 yaş büyük, yani benle yaşıt. İki kız kardeşler, erkek kardeşleri ve babaları vefat etmiş, anneleriyle yaşıyorlar. Ta biz çocukken, bizim sokakta, bizim evin yakınlarında bir yer tutuyorlar, kadıncağız Çocuk Esirgeme Kurumunda aşçılık yapmaya başlıyor, o maaşla çocukları büyütüyor. Babam çok severdi çocukları, birkaç çocuk gelir bizde kalırdı, eşimin ablası da kalırdı, ablamlarla yatardı. Eşimin 2 yaşındaki halini biliyorum. Mahallede, bir hırkası var böyle el örgüsü, ufacık esmer bir kız. Tabii ben unuttum onu. Onlar sonradan taşındılar oradan, ev değiştirdiler. Yalnız annemle temas halindeydiler, bağlarını koparmadılar. 2 numaralı ablam da eşimin ablasıyla görüşüyordu. Eşim Mübeccel Hanım, 18 yaşlarındayken ablasının yanında kalıyor, ablasının çocuklarına bakıyor. Sonrasında işe girmiş; Ankara Hastanesi’nde ortada bir göbek var, o göbekte telefonları bağlayan bir kişi var, santral gibi bir şey, orada çalışıyor. Ablam kafaya koymuş, “Gel bir gör kızı. Sen hastanenin içinde oturacaksın, ben yanına gideceğim, onu oradan çıkaracağım, o seni görmeyecek.” dedi. Ben hanımın sadece belden üstünü santraldeyken gördüm, oradan çıkmadı. Çok koyu siyah saçlı, benim de hoşuma giderdi öyle. Eve geldik, “Ya ben göremedim ki kızı doğru düzgün.” dedim, ablam “Dur ben halledeceğim.” dedi. Ablam ne yaptı etti, Mübeccel Hanım’ı çıkardı oradan. Önümden yürüyerek geçti. Ben boyunu posunu beğendim, tabii huyunu suyunu bilmiyorum. Bu evlilik kısmet işi işte. Bankada Yıldız Hanım diye çok iyi birisi vardı, ona talip olmayı düşünüyordum, ama sonradan vazgeçmiştim, neden vazgeçtim bilmiyorum. Sonra bu durum oldu işte, ablam fikrimi sordu, beğendiğimi söyledim. Annesi zaten annemin ahretliği, annem dünden razı. “Ee, gidelim isteyelim Mehmet Bey’den.” dediler. Mehmet Bey de iki aileyi de tanıyor. İstemeye gidiyoruz, Mehmet Bey tamam diyor, eniştesi tamam diyor, Mübeccel Hanım’ı içeri çekip soruyorlar beğendin mi diye, ablam felaket zaten tam çöpçatan, Mübeccel Hanım da tamam diyor. Sonra hemen hazırlıklar yapıldı, tam da Mehmet Beyler’in karşı dairesi boşalmıştı, hemen oraya sandalyeler falan geldi, bizim nişanımız orada oldu. Ablasıyla benim ablam biraz tanışmamızı da istiyorlar, biz birlikte yürüyoruz el ele, zaman geçiriyoruz falan. Fakat o zaman para yok, o kadar zor ki… Emekli sandığından çeyiz parası alabilmek için şimdi nikah yapalım da düğün seneye olsun, dediler; tamam dedik. Nişanlıyız şimdi, eşyayı ben yapacağım, Mübeccel de çeyiz parasından destek olacak. Ben mesai yapıyorum, ablası çağırıyor akşamları, ben zaman zaman yalan söylüyorum mesaim var diye, gidemiyorum, para yok. Bir kızın evine giderken bir çiçek çikolata götürmek lazım ama anca aldığım maaşla evimin eşyalarını düzüyorum o dönem. Taksitle halı alıyorum, onu alıyorum bunu alıyorum falan. Nikahımız oldu sonrasında, gittik Müşteba Bey’e, zaten ablam orada sekreteri, eniştesi geldi şahit oldu. Çıktık bir muhallebicide tatlı yedik. Sonrasında eniştesi yedek subay oldu, ablasıyla Edirne tarafına gittiler. Eniştesi düğün için kendisini de beklememizi istedi. Nikahlanınca en alt katta bir ev kiraladık; öyle bir yer ki yol üzerinden insanların bacaklarını görüyorsun, kotlu, ucuz, 75 liralık bir ev. O zaman 480 lira civarında maaş alıyorum ikramiyeler hariç. Borç olmasa o parayla geçiniriz de işte borç var. Tanıdıklar yardım etti, evi badana ettik, eniştemin bir tanıdığı bize Astsubay Düğün Salonunu ayarladı ucuza, Mübeccel Hanım’a gelinlik kiraladık. O salonda düğünümüzü yaptık, o eve gelin olarak geldi.
Nazım Hikmet
Biraz paralandık, borçlar bitti, o evden çıktık, aynı mahallede başka bir yer tuttuk. O evde Özlem doğdu, evlendikten 4 sene sonra. O dönem annem hasta, çocuğa bakacak gücü yok. Mübeccel Hanım işten çıkmak zorunda kaldı. 2 sene sonrasında da Ulvi doğdu. Bizim bütün aile yakın oturuyor o zaman, evimiz anneme yakın, ben mesaiye kalınca zaman zaman Mübeccel Hanım annemde kalıyor, ben onları oradan alıyorum, gidip geliyoruz falan; öyle idare ettik. Tam Mübeccel Hanım’ın Ulvi’ye hamile olduğu sıralar, doğum vakti de gelmiş neredeyse. Dedim ki, bir şey olursa anneme git. Ben o akşam mesaideyim, gece 12 olmuş çalışıyorum. O gece sancısı tutuyor, anneme gidiyor Mübeccel Hanım; birlikte doğumevine gidiyorlar, çok yakın zaten. Eve de not bırakıyorlar, biz gidiyoruz senin de işin bitince gel diye. Ben bir geldim, eve baktım Mübeccel yok, notu gördüm apar topar doğumevine gittim, “N’oldu anne?” dedim, Ulvi doğmuş. Ben bunu duyunca bir sinirlerim boşaldı, sevinçten ağlamaya başladım. Baba olmak çok güzel bir şey. Anne dedim, “İsmi babamın ismi olsun.”
Tabii, o zamanlar daha ikinci evimiz, nereden bilebilirdim ki 9 tane kiralık ev değiştirip 4 tane gayrimenkul alıp satacağım sonraki senelerde… Ankara’daki en son evimiz Aşağı Ayrancı son durak, Atakule’ye çıkan yerde Platin Sokak’taydı. Özlemin kızı doğduğunda orayı kiraya verdik, İstanbul’a taşındık, Güneş’e bakmaya başladık. Dede olmak baba olmaktan çok farklı. Çocuklardan çok seviliyor torunu. Ben Güneş’in adını duydum mu, ağlardım. Annesi çalışıyor Karaköy’de, biz bir buçuk yaşında Güneş’i aldık yazlığa götürdük, orada büyüttük, annesi ayda bir gelirdi. Anneannesinin çok emeği var Güneş’te.
Çoban Kavurması
Evlendiğimizde Mübeccel Hanım 18 yaşındaydı, ben de 26. Yemek yapmayı bilmiyor, endişeleniyormuş bu evi nasıl çekip çevireceğim diye. Merak etme dedim, yemeği ben yaparım, sen de öğrenirsin. Sonrasında Millî Eğitim Bakanlığına daktilo olarak işe girdi Mübeccel, orada 3 senelik bir çalışma hayatı var memur olarak. Sanat liselerine alet edevat gönderiliyor, kaydını da Mübeccel Hanımlar tutuyor. 3 kız çalışıyorlar daktilo olarak, sefertası var o dönem, herkes evden bir yemek getiriyor, birleştirip ortak yiyorlar. Yemekleri ben yapıyorum o sıralar. Hiç unutmam, bir gün ben Mübeccel Hanım’a çoban kavurması yaptım, çok güzel oldu. İşte de “Ya ne güzel yemek yapmışsın, biz bunu bilemeyiz, yapamayız.” demiş arkadaşları, O da benim yaptığımı söylemiş, arkadaşları çok şaşırmış. Tabii şimdi eşimin şu anda yaptığı yemekleri ben yapamam bile ama mutfağa hevesim hep vardır annemden kalma.
40 Bin Liralık Yumruk
Sene 1964-1965 civarı, Ankara merkezde memurum o zamanlar, Hasan diye de bir odacımız var. Odacılar holde dolaşırdı, biz tezgâha vurunca hemen gelirdi, evrağı verirdik, vezneye götürürlerdi. Severdik Hasan’ı, herkese yardımcı olurdu; “Hasan, bize bir sigara al, üstü sende kalsın.” derdik. Tutmuş bir gün Hasan, akşam herkes gittikten sonra oturmuş daktilonun başına, güzel bir dilekçe yazmış, bir kişinin ismini yazmış, 40 bin liralık çek diye yazmış, her şeyi tam yani neyse onu yapmış. Bir de yandaki ilgili kısmın şefinin imzasını da taklit etmiş, aynı imza birebir. Bunu vermiş vezneye, birisiyle ortak olmuşlar, onun parasını almış oradan. Ertesi gün de 3 gün rapor almış, eve gitmiş. E tabii vezne 40 bin lira açık verdi, o zaman çok büyük para. Polisler geldi, herkesi soruşturuyorlar, dilekçenin yazıldığı daktiloyu arıyorlar. Müfettişler içeride oturuyor, karışık ortalık, herkes bir diğerinden şüpheleniyor, o imza atan şef de mi ortaktı falan diye. Beni çağırdı merkez müdürü, “Daktiloya otur, bütün servisin daktilosunda şu cümleyi yaz.” dedi ama daktilodan çıkmadı bir şey. Bizim orada para çektiğin zaman kontrol pulu diye bir şey vardı; veznedar isim söylediği zaman müşterideki pulla numaralar eşleşirdi. Hasan’ın kullandığı pul bizim servisten çıkmış meğer, oğlan bizden almış pulu. Kendisi başka daktiloda yazmış, bir diğer şefin imzasını atmış falan yani tam dört dörtlük, çok zeki bir çocuktu zaten. Biz de korktuk pul bizden olunca, şimdi araştırma yapacaklar pul nerden çıktı diye, biz sorumlu tutulacağız. Bizim şefimiz “Asım, bu kontrol pullarının kalanlarının hepsini yırt, at tuvalete, çek sifonu gitsin.” dedi bana. Şefe de çok bağlıyız biz, çok iyi bir insandı. Gittim pulları yırttım attım ama, zamklı ya pul üste çıkıyor, sifonu çekiyorum ama gitmiyor. Dışarıdan vuruyorlar kapıyı, “N’apıyorsun içeride, çık artık!” diye, “Ya durun!” diyorum, bir daha sifonu çekiyorum. Neyse, en sonunda gitti. Müdür çağırdı, “Kontrol pulu sizden çıkmış Asım, arkasını getir bana.” dedi, “Yok. dedim. Demiyorum ki tuvalete attım, başımız derde girecek. “Müdürüm bu pul bu kadar önemli bir şey değil, biz bazen yaptığımız paket ayrılınca da arkası zamklı diye bu pulu yapıştırıyoruz.” dedim. Vay, bir kızdı ki bana, dedi “Nasıl söylüyorsun bunu, bankanın kıymetli bir şeyi bu.”. O ara ben yeni bir elbise diktirmiştim tam da, 2-3 gün sonra onu giydim. Tabii herkes birbirinden şüpheleniyor ya hala; müdür bana “Ooo bayım, bakıyorum şık giyinmeye başladın.” dedi. Tabii şaka söylüyor ama benim içim gidiyor böyle. Biz de bir an evvel bulunsun da kurtulalım istiyoruz zaten, herkes zanlı oldu. Neyse, ertesi gün müdür odasındayken bir kadın girmiş odasına. Demiş ki, “Ben Hasan’ın eşiyim.” Hasan o zaman raporlu, evde. “Hasan gece biraz içki alır, cebini yokladım, cebinde 39 bin lira kadar para var, nereden buldu bu parayı müdür bey? Bana, Almanya’ya gideceğim sonra sizi aldıracağım diyor.” demiş. Öyle çözüldü olaylar, eşini ele vermemek için de 5’ten sonra mahsus tatbikat ediyorlar, olayı güya canlandırıyorlar. Veznedarı koydular vezneye, tatbikatta Hasan’a da sordular, neyi nerden aldın götürdün diye. Hasan tam veznedeyken veznedar bir yumruk attı ki cama, 40 bin liralık! Oradan kafasını uzatıp odacının gırtlağına sarıldı. Elektriğe tutmuşlar veznedarı, adamcağız bunalmış kaç gündür. Sonuçta suçlu bulundu diye biz bir rahatladık ki anlatamam.
Bahçede Kümes
Ben Ulus’ta memurken tavuklarım vardı. Çok cins tavuklardı. O dönem evin 1 dönüm bir bahçesi vardı, bütün ağaçlar var, kayısı vişne falan. Güzel bir kümes yapmıştım, teli de vardı. Ev sahibi de tanıdıktı bir şey demedi zaten. Kümesimde brahma, koşin (cochin), rhode island, plymouth, hacıkadın.., çeşit çeşit tavuk vardı. En iyisi de koşindir, 7 kilo gelir, paçalıdır. Ara sıra çıkartırdım gezerlerdi, çok iyi beslerdim onları. Ulus’taki halden gelirken işkembe getirirdim, kümesin yanında bir tahtanın üstünde keserdim onu, acı biberle karıştırıp koyardım; tavuklar bayılır işkembeye. Yumurtalarını çok etkiler o, iri olur yumurtaları. Bakardım, her sabah yumurta dolu. Bir alıştılar ki bana horoz falan, tutardım elimi, elime zıplardı. Özlem doğduğunda kayınvalidem geldi memleketten. Holde yatıyor o, kadıncağız gece kalkmış, şöyle demiş camdan bir bakayım. Bi’ bakmış kümesin orda bir karanlık. Birisi giriyor bahçeye, çuvalın içine hepsini dolduruyor, götürüyor o güzelim hayvanları. Ondan sonra ben bir daha tavuk besleyemedim. Öyle severdim, öyle tanırlardı ki benim geldiğimi, evlatlarım gibiydi onlar.
Hafta Sonu Maçları
Benim bir futbol merakım vardı, maçlara gitmeden imkân yok duramazdım; İzmir’e, İstanbul’a… Trabzonspor’u tutarım ben, Ankara’da da Ankaragücü’nü tutarım. Biz bankadan arkadaşlarla bir bakardık ki İstanbul’da ne var, Fenerbahçe’yle İstanbulspor maçı var. Cumartesileri banka yarım gün olurdu, 12’de biterdi. Biz cumartesi akşamına bileti alırdık, Rüzgârlı Sokak’tan Gazanfer Bilge’nin otobüsleri kalkar, gece bineriz, sabahleyin erkenden Ali Sami Yen stadına geliriz, maç biletini alırız; sonra oradan köfte ekmek, doğru stadın içine. Maç seyreder, akşam geri döneriz. Hanım hiç itiraz etmez, kabullenirdi sağ olsun.
Bazen beni gruba gönderirlerdi, ‘grup’ para götürmek ya da getirmek demektir. Mesela Çorum’dan haber gelirdi, paramız birikti, gelin alın diye. Ankara Ulus’taki Merkez Şubesi o zaman paranın toplandığı yerdi. Öyle bir kasa vardır ki şubenin altında, Macarlar yapmış, topla tüfekle yıkılmayacak bir kasa, muazzam bir şey. Bütün civar kasaba ve vilayetlerden para toplanıp oraya getirilirdi. Orada sayılır, sonra Ankara’daki Merkez Bankası’na giderdi. Gruba bir memur ve bir veznedar giderdi. Beni de müdür çok sevdiği için sık sık gruba gönderdi, yevmiyeleri yüksekti, o zaman için 75 lira. Ben bu yevmiyeleri direkt hanıma verirdim, bir de çok sevdiği için gelirken bir kitap alır getirirdim, gönlünü alırdım.
Bir cumartesi günü, bir maç olacak çok gitmek istediğim ama evden de utanıyorum artık sürekli gittiğim için. Nasıl gideyim bu maça, arkadaşların da hepsi gidiyor… Mübeccel Hanım’a “Gruba gideceğim, gruptan çağırıyorlar.” dedim. Pembe yalan. İyi dedi, inandı. Cebimden verdim bu defa, 150 lira grup parası diye. O zamanlar yan evimizde posta müdürünün ailesi var, yan yana oturuyoruz. Oradaki uyanık kız, Ulvi’ye çok bakardı o zaman, severdi çocukları. “Mübeccel abla, Asım abi nerede?” diye sormuş. “Gruba gitti.” demiş Mübeccel de. Kız, “Ya cumartesi günü banka açık olur mu, nasıl gruba gitti?” demiş, Mübeccel anlamış tabii yalan söylediğimi. Biz pazar gece otobüsüne biniyoruz maç dönüşü, pazartesi sabah eve uğramadan direkt bankaya iniyoruz. Ben hemen açardım telefonu, postane yakındı, Mübeccel giderdi oradan konuşurduk. Pazartesi sabah açtım telefonu, “Mübeccel ben geldim, bankadayım.” diye haber veriyorum. Bana, “Maç nasıldı?” dedi. “Ne maçı?” dedim, çat kapattı. Eyvah, dedim, nasıl olacak bu iş nasıl düzelteceğim… Bir kitap bir tatlı alıp eve gittim akşam, af diledim, sağ olsun affetti beni, barıştık.
Balık Kaynardı Gölbaşı
Balık merakım vardı bir de benim. Hafta sonu gece 3’te kapıma gelir arkadaşım Saim, botu ve ağları var onun. Bir yandan da hanımdan utanıyorum, “Yav kim bu saatte…” diyorum. “Kalk, senin Saim arkadaşındır.” diyor. Biz biniyoruz arabasına, doğru Gölbaşı’na gidiyoruz daha güneş doğmadan. Ben hemen ağı atıyorum omzuma, bottan aşağıya göle giriyorum, ağı yavaş yavaş bıraka bıraka karşıya kadar yüzüyorum. Ondan sonra elimize büyük bir sopa alırız, vururuz suya, ağa takılır sazanlar turnalar. Bütün mahalleyi doyuracak kadar balık getirirdim. Bütün dağıtıyorduk balıkları, komşulara veriyorduk. Gölbaşı öyleydi o zaman, balık kaynardı.
Güvercin Gübresi
Ben çok ev değiştirdim. Bahçelievler’de bir evimiz oldu, bodrum kat, kotlu. Bu ev öyle bakımsız bir evdi, yaptırdık ettik falan. Gelen bahçeye bir şey atmış, giden bahçeye bir şey atmış. Ben orayı temizledim tabii bir güzel, kimse bir şey atmamaya başladı zaten. Dedim ki ben bu bahçeye bir şeyler ekeyim. En iyi gübre güvercin gübresidir. Çok kuvvetlidir, çok koyarsanız yakar, verim alamazsınız, az koymanız gerekir. Bizim oturduğumuz yerde soba bacalarının bağlandığı böyle bir baca vardı, o bacanın içine yazın güvercinler girer, en aşağı 20-30 güvercin. Bunların tabii pislikleri bacanın altına dökülmüş hep. En alt kattan girdim oraya, bir teneke güvercin pisliği çıkardım oradan. Meraklıyım, gencim, belledim bahçeyi, gübreledim, toprağını kuvvetlendirdim. Ispanak diktim. Bir ıspanak oldu, bir güzel ıspanak oldu ki, üst komşulara kucak kucak verdim. Asma diktim, o yeşerdi gitti. Şunu yaptım bunu yaptım, herkes böyle bayıldı oraya. İlk zamanları bizle pek samimi değillerdi, sonra samimi olduk hepsiyle, ya Asım Bey sen cennet ettin bahçeyi, ne güzel oldu falan dediler. Çiftçiliğe merakım çoktu benim, bir çiftliğim olsa çok güzel olurdu.
Yaz Akşamları
Çocuklarla biz çok güzel günler geçirdik. Annem yazlık sinemaları çok severdi. Ben doğmadan evvel çocuklara çocuk arabası aldım. Özlem serinlikte mışıl mışıl uyur, biz film seyrederdik yazlık sinemada, annemi bırakır eve dönerdik bitince. Filmler değişti mi diye sorardı annem, değiştikçe giderdik sinemaya. Sandalyeler, gazozlar dağıtılır falan. Annem müziği de çok severdi, Gençlik Parkı göl gazinosuna Adnan Şenses gelirdi, Zeki Müren gelirdi. Bana telefon açarlardı oradan, ben çalışıyorum, annem dolmalar yapmış yemek hazırlamış, Mübeccel’le çocukları da almışlar, yer kapmışlar, bana da bilet almışlar. Ben iş çıkışı direkt oraya giderdim, annem kapıya gelir bileti verirdi, girerdim içeri. Akşam sanatçı çıkardı, dinlerdik, sonra yayan yavaş yavaş yürüyerek dönerdik eve. Çocuk arabası da var. Annemle beraber İstanbul’a giderdik. Onun Kadıköy’de bir aile oteli vardı, 2 gün olsa yine gider orada kalırdık, özlerdi annem İstanbul’u. Köprünün bir ayağının oradaydı otel, annem yine Ankara’dan hazırlıklı giderdi yemek falan. Çocukları denize sokardık.
“Masamı çıkarabildiniz mi?!”
Şef muavini olduğum dönemler… 300 kişilik bir kadro vardı. Merkez müdürüne, “Ya bize 5-6 kişi söyleyin üstün vazife yapanlardan, liyakat zammı vereceğiz.” Demişler. Bu 5-6 kişiden sadece iki tanesi memurlardan seçilecekmiş, o iki memurdan biri ben seçildim, bana geldi o zam – 50 lira o zaman için. Çünkü ben çok çalışıyordum, çok aktiftim; hiç yemek yemeden işimin başında öğlenleri dahi çalışırdım. Çok yoğun bir işim vardı. Kurslar vardı o zaman, o şekilde kurslara da giderek kendimizi geliştirerek yükselirdik.
Ben Merkez Ulus Şubesi’nde şef yardımcısıyken, şefimiz tayin oldu gitti. Müdür de bana dedi ki, “Senin başına şef vermeyeceğim, sen kendin şubeyi idare edeceksin, zamanı geldiğinde seni şef yapacağım.” Olur, dedim. Ben her sabah 7’de bankadayım tabii, çok çalışıyorum. Merkez müdürümüz çok popüler ve sosyetik bir insan, defilelere gider, tiyatrocular yanına gelir falan. Herkes beyaz gömlek giyecek, derdi, tıraşlı ve pırıl pırıl bir kadro isterdi. Çok da iyi bir müdürdü. Bir gün bana geldiler, saat sabahın 7’si, “Şefim, merkez müdürünün odasından duman çıkıyor.” dediler. Görevli temizlemiş odayı, aşağı inmiş. Elektrik düğmesinden parlamış yangın. Görevliyi çağırdık, odanın kapısını bir açtık, oksijen girince iyice parladı alevler. Ama milyonluk bir oda, elips şeklinde bir masa var kocaman, halılar falan nasıl lüks. Ben hemen paltomu getirdim, yangın kovaları var orada, “Üstüne su dökün!” dedim. Odacıbaşına dedim, “Sen de gel hemen!”. Aldık ıslak paltoları başımıza, daldık odaya. En başta masayı dışarı çektik, çünkü müdürün masası önemlidir, çok şeyler vardır içinde. İtfaiye çağırdık bu arada ve müdürün evine telefon açtık. Eşi çıktı, “Hanımefendi böyle böyle bir hadise var, mecburen girdik odasına.” dedim. Müdür kalktı geldi hemen ve bana tek söylediği laf şu oldu: “Masamı çıkarabildiniz mi?!”. Böyle böyle biz odacıbaşıyla çıkardık, dedik. Müdür şimdi benim çalışmamı görüyor, bu çabamı görüyor. Beni ikinci müdürler sevmezdi. O zaman biz memurlara kredi verirdik, 3 aylık 500 lira falan, ama “Benim imzam olmadan hiçbirine kredi vermeyeceksin.” demişti müdür, müdür muavinleri de dahil. Müdür bir gün bir yemek vermiş ikinci müdürlere, herkes biraz alkol alınca içinde ne varsa dökmeye başlamış, beni kötülemek için bir sürü şey söylemişler. E müdür muavinleri diyor ki, “Sen bize kredi ver, biz sonra imzalatırız müdüre.”, ben de kredi vermiyorum tabii imzayı görmeden. O yüzden kinlenmişler bana. Müdür bir yumruk atmış masaya, “Hangi şef 7’de geliyor işinin başına?!” demiş. “Hangi şef yangında girip masa kurtarıyor, siz o çocuğa bir şey daha söylerseniz gözüme görünmeyin!” demiş. Ertesi gün sabahleyin geldim ben işe, beni çok seven Ali Ferruh Vargören diye bir ikinci müdür çağırdı yanına, o anlattı bu olayı, “Müdür seni ne kadar çok seviyormuş, vurdu yumruğunu, hepimize posta attı.” dedi.
Herkes öğlen yemeğini yer, Ulus’ta gezintiye çıkar; ben yemeğe dahi çıkmıyorum o dönem, bir tane sandviç aldırıyorum, çocuklara öğleden sonra yapılacak işleri hazırlıyorum. O kadar çok senet geliyor ki, biri bitiyor biri geliyor. Bir de çok fazla şube yoktu o zaman, civarın bütün müşterileri ordaydı. Ben işi yetiştirmek için uğraşıyorum. Sene 1975-1976, bir gün bir baktım, arkamdan geçerken “N’aber şef?” dedi bana müdür. Benim de canım sıkıldı, “Ben şef değilim, şef muaviniyim.” dedim. Ben o sırada hala resmi olarak şef muaviniyim, bütün arkadaşlarımın şefliği çıkmış, benimki olmamış, üzülüyorum ama elimden bir şey de gelmiyor. Yanına çağırdı beni, niye öyle dedin diye. “Müdür Bey, benim bütün arkadaşlarım şef oldu, benim torpilim yok, ben hala muavinlikteyim.” dedim. “Sen git çalışmana devam et.” dedi, gittim. Ertesi günü, arkamdan gelip yine bana “Hadi şef!” dedi, “Gel şef olarak imza at.” Odasına gittim, “Genel müdür muavini Saim Bey’e söyledim, seni not aldı, ilk taammümde şefliğin çıkacak.” dedi müdürüm. Hakikaten de çıktı şefliğim ama Samanpazarı şubesine. Dedim, “Ya müdür bey, benim Samanpazarı’na tayinim çıktı?”, “Nasıl olur ya?” dedi, gene gitti üstle konuşmaya. Demişler ki: Otursun yerinde, biz onu gitmeden yeni bir taammümle naklederiz buraya. Müdür, “Seni hiçbir yere göndermiyoruz.” dedi, “Ama çağırıyorlar.” dedim, “Müdürle konuşun, dersin.” dedi. Bir baktım, hakikaten kimseye nasip olmayan şey, yani ben daha önce benzerini hiç duymadım İş Bankası’nda, ben hiç Samanpazarı’na gitmeden tekrar merkez şubeye tayin edildim.
“Varto’ya gidiyoruz…”
Adana-Kadirli’ye gittiğimizde bir ihtilal olmuştu, belediye başkanlarını aldılar görevden ve kaymakamları hep belediye başkanları olarak tayin ettiler. Ben gittiğimde, Kadirli’nin nüfusu 45 bin civarındaydı, Mehmet Can diye birisi belediye başkanı olmuştu, ilerleyen zamanda bu adam Adana Kadirli’den milletvekili oluyor ve sonra da adalet bakanı. Meşhur bir kişi, Yaşar Kemal’in Teneke romanı bu kişiyi anlatır. Zamanında bilinmemiş kıymeti, gittikten sonra yaptıklarının değeri anlaşılmış. Kadirli’den bir bakarsınız öteki tarafı görürsünüz, her yer açıktır, yol planları harikadır. Kadirli tam bir sosyete, lise mezunundan aşağısı yoktur. Giyim kuşamdaki değişiklik ilk oraya gelir, kimse kimseye bakmaz. Harika bir yerdir, dışarıdan gelen kişilere çok iyi gözle bakar, misafirperverdir. Mübeccel Hanım da çok sevmişti orayı. Yemesi içmesi, her şeyi çok güzel bi yer.
Sene 1977, Kadirli’de 2. müdürlüğümden sonra Yeşilhisar Kayseri’de İş Bankası şube müdürüyüm. O aralar Özlem sınıf birincisi lisede, bütün notları 10’du, sınıfta da mümessil olarak seçmişler meğer. Bizim bankacılıkta Yeşilhisar’da 3 sene kaldığımda başka yere gidebiliyorum, emekli olmaya hak kazanmışım. Gittim personel müdürü Ersin Bey’e, “Müdürüm, böyle böyle 3 senem geçti, benim kızım çok güzel okuyor, Ankara’ya dönmek istiyorum.” dedim. Bana sertçe, “Müdür mü var ya, nasıl yapacağız tayinini senin, çık dışarıya!” falan dedi. Öyle kaba bir hareket hiç görmedim. “Siz beni niye kovuyorsunuz, ben size düzgünce geldim, tayinimi istiyorum.” dedim, “Yapamam senin tayinini.” dedi. “Bakın müdür bey ben sizden şunu istiyorum, Asım senin tayinini 3 ay sonra yapabilirim dersiniz, ben sizin konuşmanızı senet olarak kabul ederim, 3 ay daha çalışırım, beklerim.” dedim. Çıktım, ama çok sinirlendim. 50 metre ileride, beni çok seven organizasyon müdürü var, o da müfettişlikten geliyor. Yolda karşılaştık, “N’oldu Asım?” dedi, anlattım ne olduğunu. “Merak etme, olur böyle işler, boşver.” dedi, beni rahatlattı. Yeşilhisar’a geri döndüm, eve gittim, hanım dedi ki “Niye gittin, şimdi bizi sürecekler başka yerlere…”. “Ya ben emekliliği doldurdum, basarım dilekçemi, sizi alır Ankara’ya dönerim.” dedim. Tam koltuğuma oturdum, yanlışlıkla telefonu servise bağlamışlar, genel müdürlük. Şef Hamza Tarla “Müdür Bey, sizi istiyorlar, personel genel müdürü.” dedi. Tamam, dedim kendi kendime, ben herhalde gidiyorum Varto’ya falan, biletimi hazırlayayım. “Odaya bağlayın telefonu.” dedim, benim devre arkadaşım, Teoman Sayıldı, personel müdür muavini, telefonda. “Hayrola Teoman?” dedim, “Seni tayin edeceğiz.” dedi, “Dalga geçiyorsun.” dedim. İş Bankası tarihinde daha kimseye nasip olmaz böylesi çünkü normalde tayin için yönetim kurulu toplanır, şu şubeden şu şubeye tayin edildiniz diye hem size mektup gelir hem bütün şubelere yayılır tayinler. Teoman, “Yok, hakikaten tayin edeceğiz, ama bir şartımız var. Seni ikinci müdür olarak alacağız.” dedi, yani tenzili rütbe. Ama ben dünden razıyım, yeter ki Ankara olsun. “Aynı şubeye İşçi Havaleler 2. Müdürü olarak geçeceksin. Merkez Bankası’nda kur farkları var; onlar yığılmış, her gün Genel Müdürlük bizi rahatsız ediyor, kur farklarını kapatın diye.” dedi. “Tamam da, bu şubeyi kime bırakayım?” dedim, “Bana muhasebecinin ve servis şefinin ismini ver. 7 kişilik bir kadro; şefi müdür vekili yap, muhasebeci de hem şefliğe hem muhasebeye baksın, sen hemen yarın gel başla.” dedi. Çocuklara dedim böyle böyle, tamam dediler. Toplandık döndük Ankara’ya. İşçi Havaleleri’ne geldim ben, bir baktım bir çuval dolusu kur farkı dekontları birikmiş, cevap verilmemiş, 8 şef ve 8 muavin, 135 kişilik bir kadro ama herkes dağılmış. Ekibi topladım, “Çocuklar, gece 12’ye kadar bu iş bitinceye kadar her gün çalışacağız, mesai ödemeniz de yapılacak, bu bitecek, rahatlayacağız.” dedim. Herkes onayladı, bir başladık ki.., aman Yarabbim, devamlı devamlı geceler, her gün rapor veriyorum müdüre, şu kadar azaldı diye. Çok sıkı çalıştık. On beş gün falan oldu, normale bindi her şey nihayet. Tabii bu arada, özlem Ankara’da en güzel bir liseye girdi, Çankırı Caddesi’ndeki kız okuluna. Ben artık orda 2. müdür olarak 135 kişinin başındayım, günde 7 bin tane havale geliyor, onları imzalıyorum. Kur farkları bitti, artık günlük işi yapıyoruz. En aşağı bir buçuk, iki sene İşçi Havaleleri’nde çalıştım. İkinci müdürlük şartıyla geldiğim ve bir daha müdür olamayacağımı kabullendiğim bu yolda, tekrar müdür olacağımı o zamanlar bilmiyordum tabii.
Silinen İmza
Bir gün, Kenan Evren Paşa, emekli tazminatlarından %25 vergi alınacak deyince, bütün müdürler emekli olmaya başladı. Biri bana telefon açtı bir gün, “Asım seni Çıkrıkçılar Şubesi’ne müdür yaptılar.” dedi. “Yav, dalga geçme benimle, benim imzam var beni müdür yapmazlar.” dedim. Baktım, beni tanıyan bir müdür de aynı şeyi söyledi, inandım. Şimdi tüm müdürler emekli olunca benim imza ortadan kalkmış. Böylece yeniden rütbem yükseldi, Çıkrıkçılar’ın şube müdürü oldum.
Bankacılıkta mevduatı ve krediyi yükseltirsek şube derecemiz de yükseliyor. Civardaki esnafı bankaya çekmek o yüzden çok önemli. Gittiğim zaman Çıkrıkçılar 14. şubeydi. Ben oradaki dükkanları teker teker geziyorum. Kayalar’a gidiyorum, çıkrıkçılardaki büyük zücaciyeci, para çok da sayacak adam yok, nasıl göndereyim sana, diyor. Hiç merak etme diyorum, hemen veznedara haber ediyorum, gel çabuk buraya diyorum, oturup birlikte para sayıyoruz; müdürün görevi değil tabii normalde. Bana bir gün bir müşteri dedi ki, “Siz dolaşıyorsunuz, oysa bizim size hayırlı olsuna gelmemiz gerekirdi ama değiştiğinizi bilmiyorduk. Eski müdürünüzü sevmezdik, biz ona hoş geldine gittik, o bir gün ayağımıza gelmedi.” dedi. “Beni müdür olarak kabul etmeyin, ben İş Bankası’nın bir neferiyim, çalışacağım tabii, buradan ekmek yiyorum.” dedim. Çok sevdiler beni, mevduat aldı yürüdü o şubede, epey başarılı olduk.
90 Milyondan 2 Milyara
Bir gün bir baktım bir mektup, 2 derece atlamış Çıkrıkçılar. Haberimiz olmazdı bizim öncesinde, yukarıda değerlendirilirdi. Sonrasında bana, “Sizi Küçükesat Şubesi’ne veriyoruz.” dediler, 9. sınıf bir şube, fevkalade. 1981-1982 seneleri arasında bir vakit, ben artık Küçükesat’a geçtim. Şube batmış, şube müdürü görevden alınmış; beni de oraya düzelteyim diye veriyorlar. İsmet Demirtaş o zaman bölge müdürüydü, beni çağırdı, “Asım biz seni biliyoruz, sen orayı düzeltirsin.” dedi. 90 milyon mevduatı var o zaman için, hiç unutmam, “Mevduatı yükselt, 2 milyara getir, seni başka bir yere alacağım.” dedi müdür. “Müdürüm ben yoruldum artık, beni merkez şubesine müdür yardımcısı olarak alın, personel işine bakayım.” dedim. “Tamam, onu da yaparız.” dedi. Şimdi ben o şubeye bir başladım, bir kredi vermiş ki eski müdür sağa sola, bankerlerden komisyon almış, bana şikayetlere geliyorlar, insanlara çek vermişler, bankerler batmış falan. Bir bakıyorum ki senetlerin borçlusu çocuk çıkıyor. Ben bunların en aşağı %70’ini temizledim. Mevduatı 2 milyara getirdim. Zaten odada hiç oturmazdım. O dönemde vergi iadesi diye bir şey var. Bazı şeyler fişten çıkardı Özal zamanında. KDV fişe dahil edildi ve fiş vermek zorunlu hale getirildi. Bazıları fatura fiş vermezdi, kaybı oluyordu Türkiye’nin, o yüzden Maliye Bakanlığı alınan her şeyin fişini de almayı zorunlu hale getirdi. Bunlar bir zarfa yazılıp bankaya verilirdi. İş Bankası bunu kontrol eder, Maliye’ye bildirir, Maliye de hesap numaraları üstünde bir listeyle gelir ve sonra biz hesaplarına geçerdik vergi iadelerini. 25 bin kişilik bir kadro var orada ve genel müdürlüğe de çok yakın. İş çok olunca yanıma güvenlik görevlisini alırdım, otururdum masaya hole. Hepsi yaşlı, herkes ilk günü getiriyor. Salona 40 kişi falan sığıyor, diğerleri dışarıda kuyrukta. Ben facitle kontrol ederim, güvenlik görevlisi geçersiz fiş var mı diye bakardı. Hiç tanımadığım müşteriler omzuma vururdu, “Sizin gibi müdür hiç görmedik biz!” diye. Müdürün işi değil çünkü o, müdür hiç salonda çalışır mı… Müşterilerim yüksek şahsiyetlerdi benim, Saadetin Bilgiç, Seyfettin Orhon, benden maaş alırlardı. Cahit Kayaalp, meclis başkanlığından emekli. Küçükesat o zaman çok popüler bir semt tabii… 7000 emeklisi var, 3500 tane de sigortalı emeklisi var. Yani 10.500 kişi bir anda geliyor ya da en azından yarısı geliyor ilk günler. En aşağı 5-10 gün hızlı çalışmak lazım, fedakârlık istiyor. Ben bu şubede bu işlerle uğraşırken çok yoruldum.
“Niye tayinini çıkardığımı biliyorsun, değil mi?”
Ben Küçükesat’ta çalışırken Halkçı Parti diye bir parti kuruldu; başkanı Necdet Calp, yardımcısı Rahmi Gümrükçüoğlu. Bunlar bizim oraya bir hesap açtılar ve her akşam beş milyon para getiriyorlar. Akşamları kasalar kapandığı için ertesi günün fişiyle alıyoruz onu. Veznedarımız Adnan, çok temiz bir çocuk, yetiştiremiyor. Yanına bir tane odacı arkadaş var, ortaokul mezunu ve çok zeki bir çocuk, onu veriyorum; herkes kontrol ediyor, parafını atıyor ve götürüp ana kasaya yerleştiriyorlar. Derken ertesi gün oldu, bir baktık, bir milyon açık. Hepimiz şaşırdık. Böyle bir durumda müfettiş çağırmam lazım, e Adnan’ı açığa alacaklar, çok da sevdiğim bir veznedar. Karısı da İş Bankası’nda başka şubede çalışıyor. Biz Yukarı Ayrancı’da oturuyoruz o vakitler; kapı çaldı, bir baktım annesi babası ve Adnan. Babası emekli ilköğretim müfettişi. “Müdür Bey, sen mecburen müfettiş çağıracaksın ve bizim oğlanın işine son verecekler. Sen bize bir müsaade et, biz memleketten sağdan soldan bir para toplayalım, açığı denkleyelim.” dediler. “Olur, bir gün kasayı açık tutayım.” dedim, sadece ben, muhasebeci ve veznedar biliyor. İlk defa o gün herkesin üstü arandı. Parayı da arıyoruz, oraya buraya düşmüş olabilir mi diye ama hiçbir yerde yok. O gün 29 Ağustos, ertesi gün de 30 Ağustos, yani tatil. “Hiç üzülmeyin, tatilde gelin halledelim.” dedim ailesine. Geldiler dediler ki, “Biz yalnızca 800 bin bulabildik.” “Tamam, benim de 200 bin lira param var, onu size vereyim bu açığı kapatalım.” dedim. Bana bir şey olmaz ama ihtar gelebilir tabii kasayı kapatmadığım için. Biz bu para açığını kapattık fakat kaybolan para nerde, kim aldı.., çok inceledik, bir türlü bulamadık. Ben ertesi sabah çok erken gittim bankaya, 7 buçukta. Her odacıda bir anahtar var. Zeynep diye bir kız var, “Diğer odacı nerede?” dedim. “Sizin geleceğinizden 5 dakika erken gelir o.” dedi. Zeynep’i çağırdım, “Başka neler var, anlat bana.” dedim. O odacıdan da şüpheleniyorum çünkü ben, çok uyanık. “Müdür Bey, hepimizde anahtar var ya, burayı pazar günü açıyor, rakı ve meze getiriyor, burada arkadaşlarıyla, yabancı kişilerle eğleniyorlar. Sabahleyin ben rakı şişelerini toplayıp atıyorum. Bana da ‘Konuşma sakın!’ dedi, korkumdan size gelemedim.” dedi. Aynı zamanda bu çocuğun çok gece hayatı varmış, kumar falan oynarmış. Biz onu göz hapsine aldık. Hepimiz ondan şüpheleniyoruz aslında ama diyemiyorsun ki adama, nerde bir milyon diye. Sonra, biz bir oyun yaptık, ben bir gün “Bir daha arayın parayı çocuklar.” dedim; parayı gizlice bir köşeye koyduk, olaydan haberi olmayan bir çalışan da parayı orada buldu, “Buldum!” diye getirdi bir milyonu. Öyle yerine koyduk. Baktım olacak gibi değil, ben bu odacı oğlanı burada tutarsam kötü olacak. Bölge müdürü İsmet Demirtaş’ın yanına gittim, “Müdürüm, bu çocuk uyum sağlayamadı buraya, başka bir şubeye alalım.” dedim. Müdür Karşıyaka şubesine verdi çocuğu. Tayin listesini elden aldım geldim. Gel buraya, dedim; geldi. “Senin tayinini çıkardım ben buradan. Niye tayinini çıkardığımı biliyorsun, değil mi?” dedim; koştu elime sarıldı. “İki çocuğun olmasa ben sana yapacağımı bilirdim.” dedim. Böyle işte, Küçükesat Şubesi’nde hırsızlıkla kendimiz başa çıktık.
Kuşadası’na Doğru…
Sene 1982-1983, Küçükesat’tayım hala. Ne eve söyledim ne arkadaşlarıma söyledim; bir müşterim vardı. Batıhan’ın içinde Batı Sineması ve 30-40 tane dükkân vardı. Babası ölmüş çocuğun, dükkanları satıyormuş. Bu müşterim dedi ki, “Dükkanlar çok ucuz, ben aldım bir tane, sana da alalım.” 5 milyona veriyormuş çocuk, aldım bir dükkân, ‘oğlum okumayacak olursa ona dükkân açarım’ diye düşünerek koydum kenara.
Küçükesat’ta ben çok faal çalışıyorum ama bıktım artık, çok yoruldum. Kuşadası’nda yazlık alan bir arkadaşım, “Gel, sana da buradan bir yazlık alalım.” Dedi. Gittik, 29 Ekim’di hiç unutmam, hanımın haberi yok. Zaten ben bir muhit aldığım zaman söylemezdim hiç. Yazlık 10 milyon, param yetişmiyor. Daha önce aldığım dükkâna güvenerek çekleri imzaladım, oradaki bir yazlığa girdim. Telefon açtım oradan Mübeccel Hanım’a, “Ben yazlık aldım, emekli dilekçemi vereceğim.” dedim. 48 yaşındayım o zaman. Şaşırdılar, şubedekiler de şaşırdı, “Nasıl olur, sen faal bir insansın.” diye. “Bu kadarı bana yeter, masa başında mı öleceğiz?” dedim. Ben emekli dilekçemi verdiğim vakit o dönemin genel müdür muavini İsmet Demirtaş izinliymiş, kendisi beni Küçükesat Şubesi’ne veren adam. Yoksa imkân yok dilekçe verdirttirmez bana, yırtar atar. Ben emekli oldum. Sonradan vedalaşmaya İsmet Demirtaş’ın yanına gittim, “Hayrola Asım?” dedi, “Müdür Bey siz yokmuşsunuz, ben emekli oldum, şimdi ancak size allahaısmarladık demeye gelebildim.” dedim. “Yahu ben seni nasıl bırakırdım, ben seni Konya Merkez şube müdürlüğüne düşünüyordum.” dedi. O dönem Konya merkez çok büyük şube; 6-7 tane şube oraya bağlı, lojmanı falan var, maaşı muazzam. “Müdür Bey, ben yorulduğumu size söyledim, siz beni buradan 2 milyar yapınca alacağım dediniz, almadınız. Ben yoruldum artık.” dedim. Banka işi de böyle bitti işte, 1985’te emekli oldum.
“Biraz da yaşamak lazım…”
1985’ten bu yana Kuşadası’ndayım. Nisanda gider, ekimde döneriz; 7 ayımız orada geçer. Bu yaştaysam ben, Kuşadası’nın havasına borçluyum. Önce küçük bir ev aldım oradan, sonra değiştirip başka kooperatife – dubleks ve büyük bir yere girdik. 190 hane sitemiz, herkesle konuşkanız, kime sorarsanız gösterirler evimizi.
Yani, biraz da yaşamak lazım. Ben 35 senedir orada yaşıyorum, hakikaten yaşıyorum. Sigarayı bırakıp gittim, daha da içmedim. Dört gözle bekliyorum, nisanım gelse de bir kaçsam diye. Büyük yerleri sevmiyorum. Orada hadise yok bir şey yok, tertemiz bir hava, vasıta kokusu yok kalorifer kokusu yok, çünkü Kuşadası’nın içi de değil, sahil. Denizden iyot, ormandan çam havası alıyorsunuz.
Biraz yürüyüş yapıyoruz, biraz denize giriyoruz. Ben denizi pek sevmiyorum, çok girdiğim için usandım herhalde. Yanmayı seviyorum kumda. Çocuklar geliyor, eş dost geliyor bazen, onlarla zaman geçiriyoruz. Bizim orada bir parkımız var, kimsede yok öyle bir güzel park. O parkın bakımını biz yapıyoruz, tapusu belediyede. Yazın evler çok sıcak oluyor ama o park çok serin oluyor. Kooperatifin her şeyi orada, yılda bir toplantılar falan orada yapılır, masa sandalye falan parka götürülür. Çayımızı yaparız içeriz, kahvemizi yaparız içeriz, tavlalar okeyler oynanır orada. İçimizde çok profesör, bir tane bakanımız var, hepsi mütevazı insanlar. Çok çeşitli mesleklerde insanımız var, herkes emekli, hepsiyle oyun oynarız. Kuşadası’nda her şey var, bütün marketler, çok geniş orası. Diyebilirim ki 500 metre ilerisinde ne ararsan var. Pazar Kuşadası’nın içinde kuruluyor. Kuşadası’nın plajı çok küçük, en fazla 2 dönümlük bir yer. Ama bizim oranın 30 kilometre falan sahili, kumu çok güzel. Açık deniz olunca deniz bazen hırçın oluyor, bazen güzel oluyor. 30 bin tane falan ev var sahilde, çok lüks oteller var. İlerideki koyda çok güzel denize giriliyor, etraf çok güzel zaten, Davutlar’da kaplıcalar var, Güzelçamlı’nın havası çok güzel. Nisan ayında gidin bülbül sesini duyuyorsunuz, insanlar gelince kayboluyor bülbüller.
Bahçemde kendime göre çok şey yetiştiriyorum. Patlıcanı, biberi, çeri domatesi… Trabzon’dan getirttiğim asmam var, kokulu beyaz güllerim var, begonvilim yaseminim melisam var. Arkadaş grubum çok iyi orada. Kadınların da ayrı grupları var, gidip okey oynuyorlar. Diyebilirim ki, insan buralara gelmek istemiyor. Doğalgaz gelmek üzere, gelse mutlaka sene boyu da oturulur orada. Gezilecek de çok yerleri var, Güvercin Ada var, Meryem Ana var, Efes var, Şirince var, Pamukkale var; buralar hep yakın yerler. Yediklerimiz hep organik, ne ararsan var ve de ucuz. Giyim kuşam burada değişik, ayağınızda bir sandaletle gidiyorsunuz parka, rahat. Zaten bankaya gitmeye de lüzum yok, bankamatikler var bizim orada.
Oraya gittiğim zaman ben gençleştiğimi hissediyorum.
Deniz Kenarı Tavlası
Tavlayı çok seven bir insanım, oturdum mu 4 saat oynarım. Epey iddialıyım da. Aydınlı, fabrikatör Mehmet Bağlı diye bir arkadaşım vardı; evlerde telefon var o dönem, Kuşadası’nda aynı sitede oturuyoruz. Bana telefon açar, “Usta, müsait misin?” derdi. “Müsaitim.” derim, 2 dakika sonra arabasıyla gelir, beni alır, denize götürür. Deniz çok uzak değil fakat o kadar keyifli adam, yürümez o 150 metre kadarlık mesafeyi. Arabayı park eder, denizin kıyısına otururuz biz; deniz berrak, dümdüz. Ben güneşlik falan istemem, ona güneşliği takarım kendim güneş altında kalırım. Tavlaya bir başlarız, başımızda 20-25 kişi birikir seyretmeye. Bir oynarız oynarız, eşi bize hazır yemek getirir, orada yemek yeriz. O kadar oynarız ki, saat 12’ye doğru gideriz, 5’e kadar oynarız. Gazozuna oynarız, gazozlar gelir falan. Derken bir bakarım ki, deniz kabarmış, dalga… Yani o sakin deniz kabarmış, biz farkımızda bile değiliz. Sonra kalkarız, eve döneriz birlikte.
Tanrı’nın Cevabı: Kadıkalesi / Anaia
Kuşadası’nda Kadıkalesi diye 600 yılından kalma bir yerleşim yeri var, Göbeklitepe gibi çok muazzam bir şey. Rahmi Koç biraz para vermiş çalışmalarına; içinden kilise çıkmış, bizim evlerin altına kadar geliyor tüneller. Ama maddiyat yok, çok yavaş ilerliyor keşfi. Neler neler bulmuşlar, mezarların hepsini gittik gezdik, çok muazzam. Ben o arada bir mektup yazdım Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’a. “Sayın bakanım, burada bir Kadıkalesi var, siz bilirsiniz mutlaka. Ama bu kaleye kimse el atmamış, bir tek Rahmi Koç’un verdiği parayla biraz uğraşılmış ama ödenek yok. Siz iki müfettiş gönderin, baktırın; duvarları çöküyor bu kalenin, içinde kiliseler var, yeraltı geçitleri var, muazzam bir yer. Turist, Meryem Ana ve Efes’in yanında bir de buraya gelir, turizm açısından da çok iyi olur.” falan dedim. Ondan sonra bir baktım, bu mektubuma cevap olarak bir milyon lira para göndermiş oraya. Ben hayretler içinde kaldım. Orada bir profesör kadın var ekibin başında, o söyledi. “O mektubun bende, bir milyon da para gönderdi Mehmet Ersoy.” dedi. Şimdi bu parayla üstünü kapatıyorlar, duvarlar kötü olmasın, yazın da altında çalışalım diye. Höyük gibi, üstüne bina yapmışlar, altında tarihi eser. Çok aşağı indiler, çok güzel kiliseler falan buldular. Yeraltı tünelleri açılsa, bir temizlense oralar falan, oranın altı bütün şehir. Ama para meselesi. Şimdi o profesör emekli oldu, yerine başkası geldi. Yazın talebeler geliyor, hocalarıyla birlikte çalışıyorlar. Şimdilik bizi gezdirdiler yalnız. Etrafı çevrili, turist girmiyor daha.
“Bu can sizden davacı olmayacak.”
Ben şunu tavsiye ederim yaşadığım hayattan, insanlar hep çalışmamalı. Çok hızlı çalışmamalı. Dünya çok kısa, bu ne zaman anlaşılıyor biliyor musunuz, yaşlandığınız zaman. Gençlikte, çalışırken anlaşılmıyor bu, hiç bilmiyorsunuz. Hayatı zannediyorsunuz ki ben para biriktireyim, hırslanıyorsunuz, işte şöyle yapayım şunu yapayım… Hiç, boş bunlar. Hayatta, eğer bir iş yerinde çalışıyorsanız, mutlak surette bir ay izin kullanacaksınız. Gideceksiniz bir yerde, dinleneceksiniz. Ben sürmenaj oluyordum çalışmaktan. En küçük kız kardeşim Leyla’nın eşi beni İskenderun’a portakal bahçesine götürdü, salıncak yaptılar bana, ben orada 15 gün dinlendim. Onun için yani, her şey çalışmak, her şey para değil. Evet, o da çok önemli, para da mevkii de önemli, önemli ama sıhhatinizi de düşüneceksiniz. Yapacaksınız, çalışıp bir mevkii sahibi de olacaksınız, paranız olacak, ayaklarınız üstünde kalacaksınız ama kendi vücudunuzu da düşünmeye mecbursunuz. Bu can sizden davacı olmayacak.
En sevdiği film: Salako
En sevdiği aktör: Kemal Sunal