Tanju Mutlu - Bir Yaşam Öyküsü
Kenan Sarıdoğan - Yaşadıklarım
Aytaç AÇIKALIN 6 Nisan 1935 tarihinde Malatya’nın Arapgir ilçesinde doğmuştur. İlköğrenimini babasının görev yeri olan Çemişgezek’de, ortaokulu sırasıyla Elazığ, Trabzon ve Arapgir’de tamamlamıştır. 1955 yılında Diyarbakır İlköğretmen Okulu’ndan mezun olmuştur. Aynı yıl Diyarbakır Kâbi (şimdiki adıyla Bağıvar) Köyünde stajyer öğretmen ve başöğretmen vekili olarak eğitimcilik hayatına başlamıştır. Meslek yaşamı boyunca eğitim alanında öğretmenlikten il milli eğitim müdürlüğüne pek çok farklı kurumda, farklı görevlerde çalışmıştır.
Edirne İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ardından Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ayrılarak üniversitede yükseköğrenimine başlamıştır. 1980 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nden Eğitim Yönetimi Teftişi Planlaması Ekonomisi alanında doktorasını almış, 2002 yılında profesör unvanı ile Hacettepe Üniversitesi’nden emekli olmuştur. Halen aktif bir şekilde eğitim alanında çalışmayı sürdüren Aytaç AÇIKALIN, kendisini bir “güncel eğitim dinozoru” olarak tanımlamakta ve çeyrek asra yaklaşan meslek yaşamında ulaştığı “düşünceleri” ile eğitimcilere, ailelere ve öğrencilere ışık tutmayı sürdürmektedir.
Kulağa tuhaf gelen adıyla harita oyunlarının vazgeçilmezi, karayolu bağlantısı olmadığından yalnızca ve yalnızca oraya gitmek istenmesi dışında herhangi bir vesile ile gidilmeyecek bir ilçe Çemişgezek. Çocukluk günleri Tağar Çayı’nın böldüğü bu vadide, bir kapısı doğaya açılan küçük bir evde, kimi zaman dağlara çıkıp hayali ülkelerde gezerek, kimi zaman ancak salla geçilebilen serin sularda çimmeye giderek ama hep doğa ile iç içe geçmiş. Meraklı, sürekli yeni şeyler keşfetme peşinde ve yarası beresi hiç eksik olmayan bir çocukmuş.
“Babam sıhhiye eriymiş askerde, sonrasında da yıllarca sıhhiye memuru olarak görev yaptı. Köy köy gezer, hastalar ile ilgilenirdi. Çok çalışkan, çok disiplinli biriydi, sürekli yeni şeylere merak salar, farklı konularda kendisini geliştirirdi. Mesela geceleri uyumaz, yorganı başına çekip, gaz lambasının ışığında kitap okurdu. Sığır yetiştirmekten arıcılığa, terziliğe, fotoğraf çekmeye, keman çalmaya kadar ilgisini çeken konularda ilgili kitapları bulur, okurdu; meraklarının hakkını verirdi yani. Merak edip de ilgilendiği işlerden para kazanacak olsa da yine böyle meraklar uğruna harcardı. Ailenin üyesi olarak ben de yıllarca böyle değişik işlerle uğraştım, kimi zaman halı dokur, kimi zaman yerli “dokuma (tekstil)” satardık. Babamın ilgi alanı bir bakıma memuriyet maaşına gelir sağlardı; bazen tarım, bazen hayvancılık, arıcılık o esnada neyle ilgileniyorsa artık. İlginç arada sırada hastaları olurdu, onlara basit tedaviler uygular iğnelerini yapardı.
“Babam benim ustamdır,” derim hep, birçok konuda onu örnek almışımdır. Çok dakikti, kurallara önem veren bir insandı. Birine bir saat sözü verdiyse o saat dışında gelmesini kabul etmezdi. Benim de kendi kızıma aldığım ilk hediye bir saattir mesela. Üniversitede hocalık yaparken öğrencilerime bir saat verir, o saatten sonra ödevleri kapı altından atmasınlar diye kapının altını kapatırdım. (gülüyor) Bu iş disiplini de, dakiklik de, araştırıp öğrenme sevdası da hep babamdandır ama bizim derinlemesine bir baba oğul ilişkimiz pek yoktu, ben hep onu uzaktan izlerdim. Fotoğrafçılık yapardı mesela ama bizim birlikte çekilmiş bir tek fotoğrafımız yoktur.
Kayalardan Kamyonlar
En yakın olduğum, beni geliştiren, yetiştiren kişi ağabeyimdi, ablam da bize anne gibi bakar, derslerimiz ile ilgilenirdi; ama ağabeyim çok başkaydı benim için. Odamıza kendince bir kitaplık yapmıştı, becerikliydi elinden gelirdi öyle şeyler. Oyuncaklarımızı o yapardı. İki kardeş birlikte oynadığımız oyunlar vardı, ayrıca topluca oynadığımız özel oyunlarımız da vardı; mesela bayramlarda toprağa bir daire çizip, ortasına çivi çakar, üstüne koyduğumuz parayı cevizlerle dışarı çıkartmaya çalışırdık. Bir de topaçlarım vardı, hatta hiç unutmam bir defasında, bıçak körelir diye kızacak korkusuyla annemden gizli mutfaktan aldığım bir bıçakla gizli gizli bir topaç yapmıştım. Ama çivisi yok; bulamadım, “kabara çivisi” denir bunlara, ayakkabıların altına çakılırdı. Eve gelen bir misafirin ayakkabısının altında keşfetmiş ve çekmiştim gizlice iki tane. Çıkışta ayakkabısını giyerken adam fark etti tabii çivilerin gittiğini ama iş o ortamda kaynadı gitti ve bana bir şey diyen olmadı. Buz üstünde yarışını yapardık bu topaçların, güzeldi oyunlarımız.
O zamanlar ilçede sadece iki kamyon vardı, biri belediyenin diğeri de Şoför Hamdi’nindi. Hamdi Ustayı izlerdim kamyonu tamir ederken, çok özenirdim. Hayalim kamyoncu olmaktı o zamanlar. Kayalıklar vardı evimiz hemen yakınlarında, oradaki kayalardan şöyle üzerine çıkabileceğim bir tanesini seçmiştim kendime kamyon olarak. Sağına soluna çer çöp saplayıp kendimce düzenlemiştim, benim kamyonumdu o. Üstüne biner tüm dünyayı gezerdim. Yıllar sonra bile, ne zaman bir yere araçla gidilecek olsa “Verin ben süreyim,” derim, araba sürmek hasretimdir benim.”
“Savaş vardı tabii o yıllarda. Biz ülke olarak yaşamadık belki ama hissederdik. Bir akşam babam eve geldiğinde bütün pencereleri halıyla, battaniye ile kapatmıştı, “karartma yapılacak” diyordu; radyodan “ajanstan” haber almıştı ve bir emir gibi uyguluyordu. Vergi memurları gelirdi mevsiminde ansızın, insanlar neyi, nasıl yapacaklarını şaşırırlardı. Dağdaki çobanlara haber salınır koyunların, keçilerin, sığırların bir kısmı dağda bırakılırdı, memurlar gidinceye kadar. İhtiyaçtan fazla ürün saklamak yasaktı. Buğdayımız, unumuz vardı kendimizin ürettiği, her ihtimale karşı annem, unumuzu döşek yapmış divanın üstünde sermişti, gizlemişti ama günah olur diye divana oturtamıyorduk. (gülüyor) Ekmek, karneyle alınırdı ama aldığımız ekmekler de zaten saman dolu, yenmez halde olurdu.
İlçede ortaokul yoktu; benim ilkokulu bitireceğim yıl babam ortaokula devam edebilmemiz için tayin istedi. İlkokul bitince Çemişgezek’te ortaokul olmadığından Elazığ Lisesi’nin orta kısmına yazdırdılar, o zaman ağabeyim de lise kısmında okuyordu, bir süre Elazığ’da tuttukları bir evde kaldık. Büyük şehir nedir ilk defa orada gördüm ben. Ablam arada gelip çamaşırımızı yıkar, yemek yapardı ama zordu idare etmek. Daha dönemi bitiremeden babamın tayini Trabzon’a çıktı. Soğuk bir Şubat günü apar topar taşınmak zorunda kaldık, kayıt için gittiğimiz lise müdür okul müdürü kızmıştı babama, “Bu zamanda, karne dönemi sonunda çocuk mu getirilir?” diye. Ama çok azmettim, hem sınavlarımı başarıyla verdim hem de bütün öğretmenlerimin gözüne girdim. Trabzon benim öğrenim yaşamımda bir yükseliş noktasıdır.
Yaklaşık iki yıl yaşadık Trabzon’da ama çok sıkıntı çektik orada maddi açıdan. Mesela, babamın eve kaç gram helva getirdiğini hatırlamıyorum ama son lokmayı kimin yiyeceği belirsiz olduğundan bitmezdi o helva. O dönem ben gazete satmak, vapurdan inenlerin bavulunu taşımak gibi işlere başlamıştım, Okulda Kızılay’dan giyecek yardım yapmışlardı benim için. Babam emekli olunca ailecek, geldiğimiz zamankinden çok daha az eşyayla, ben yollarda üstüm kat kat örtülü, hasta yatar halde döndük Arapgir’e.
Sıtma, hastalık, yoksulluk, bunlar hep vardır benim kuşağımın geçmişinde ama yoksunluk yoktur. Yoksulluk herkesin hayatını birbirine benzer kılmıştı bir bakıma, bulunmayan şeyler de zaten bizim ihtiyaç veya isteklerimiz arasında yoktu. Bu yüzden yoksulluk çektiysek de yoksunluk çekmedik.”
Diyarbakır
Ortaokulu Arapgir’de tamamladıktan sonra Öğretmen Okulu sınavında başarı gösterip, Diyarbakır İlköğretmen Okulu’nda yatılılık kalma hakkı kazanmış. Efsaneleri, türküleri, zamana meydan okuyan tarihi ve kültürel yapısıyla hem Diyarbakır’a, hem de uzun yıllar aynı yastığa baş koyacak olduğu, sınıf arkadaşı Diyarbakırlı bir genç kıza düşmüş gönlü. Mezun olduktan sonra yine Diyarbakır’da başlamış ilk görevine: Kabi (Bağıvar) Köyü stajyer öğretmeni ve başöğretmen vekili.
“Karış karış gezerdim Diyarbakır’ı, kentin tüm hanlarını, hamamlarını, konaklarını, camilerini, kiliselerini bilirdim. Şehrin tarihi, kültürü hakkında okurdum. O dönemde edebiyat ile bir bağım oluşmuştu zaten. Sınava giriş kâğıtlarımı okuyan edebiyat öğretmenim Zekiye Hanım da, beni çağırıp kitaplar vereceğini söylemişti. Bunlar üzerinde konuşurduk. Gördüğüm ilgiyle beraber zaten benim edebiyata olan ilgim de artmıştı, artık şiirler, düz yazılar yazıyor, duvar gazetesi çıkartıyordum. Herkes benim edebiyatçı olacağımda hemfikirdi. Ama ikinci sınıftayken resim dersimize giren Sıtkı Fırat’ın benim üzerimde etkisi oldu, onun yönlendirmeleri ve desteğiyle kendimi geliştirdim resim konusunda.
İkinci sınıfın sonlarına doğru bir kız arkadaşım olmuştu, bu işler şimdiki gibi değildi tabii o zamanlar. En fazla el ele tutuşmak vardı, kitapların arasına yazdığımız mektuplarda anlatılır, böyle gizliden yaşanırdı sevgimiz, heyecanlarımız. Mezun olduktan sonra da evlendik. Hani derler ya her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın vardır, diye. Böyledir de hakikaten, hala saygıyla anarım ilk eşimi.
Salın da gel aman aman aman hey
Meydan kız görsün aman
Serpil de gel aman aman aman hey
Düşmanlar ölsün aman
O zamanlar Gazi Eğitim Enstitüsü, öğretmenler için tek yükseköğrenim kapısıydı; Enstitü iki bölüme başvurmaya müsaade ediyordu, ben de ilköğretmen okulundan mezun olduktan sonra hem resim hem de Fransızca bölümlerine başvurdum. Sınavlara yetişmek başlı başına bir dert iken bir de sınavlar çakışıyordu. Fransızca sınavlarını kaçırmamak için resim sınavlarındaki bazı çizimleri yarım yamalak bırakıp çıkıyordum bazen, sonradan duydum ki sınav komisyonu bu yarım resimleri artistik olarak değerlendirmişler; onları çok etkilemiş. (gülüyor)
İki bölümün de sınavlarını geçtim geçmesine ama beni bu kez de seçme telaşı sardı, kafamda bin bir türlü düşünce. Evlenmem lazım, gelire ihtiyacım var, gelecek kaygısı… Bir bankta oturmuş hangisine gitsem derken bir hanımefendi gelip bana ne düşündüğümü sormuştu. Kararsızlığımı anlattığım vakit “Resim bölümü üç, Fransızca iki sene. Ankara’da üç yıl demek senin için bulunmaz fırsat. Resim bölümünü seç sen.” diyerek bu bölümü seçmemi tavsiye etmişti. Meğerse o gün benimle konuşan Enstitü Müdürü Vedide Baha Pars’mış. Onu dinleyip resim bölümünü seçtim. Nitekim dediği gibi de oldu, Ankara bana çok şey kattı. Dolu dolu, aktif bir öğrencilik yaşamım oldu orada. Fransızcayı da yan dal olarak yine aldım tabii ama herkes edebiyatçı beklerken ben resim-iş öğretmeni oldum.
Ankara’nın havasını, sokaklarının tozunu soluyarak geçen üniversite yıllarının ardından yolu bir kez daha Malatya’ya düşmüş: Akçadağ İlköğretmen Okulu’nda öğretmenlik.
Akçadağ İlköğretmen Okulu eski köy enstitülerinden kalma bir yerleşkeye kurulmuştu; kurulmuştu sözü belki uygun değil, yeni programı ile ilköğretmen okulu havasıyla işleyişi ile varlığını sürdüren bu yapının içine tıkılmıştı. Köy enstitülerinin işleyişi, geleneği de binayla beraber devam ediyordu bir bakıma, 43 binadan oluşan büyük bir okuldu. Atölyeler, hamam, fırın, bini aşkın öğrenci ve yüzlerce dönüm arazi, traktörler, ahırlar… Daha sonradan, atandıktan üç ay sonra, bu okulun satın almadan sorumlu müdür yardımcısı oldum. Zor işti 1100 yatılı öğrencinin kaldığı bir okulda satın alımla ilgili işlerin sorumluluğunu almak. Geceleri uyumayıp eski ihale defterlerini karıştırır, çözmeye çalışırdım neyi nasıl yapmışlar diye. Bozulan su sistemini onarmaktan, kamyon geçsin diye yürüyerek karda yol açmaya kadar çok işle uğraştık. Ben resimden ziyade hep iş öğretmeni gibi hissettim kendimi orada. Bu okulların felsefesi de zaten Prusya’daki iş okulu felsefesinden gelir: “Bilmek, yapabilmektir.”
Okulda bulduğumuz eski bir matbaa makinesini kullanmayı öğrenmiştik mesela bazı öğrencilerle. Akçadağ İlköğretmen Dergisi’ni çıkarmaya başladık, dönemin başbakanı İsmet İnönü ve milli eğitim bakanı Ahmet Tevfik İleri’ye dahi gösterme şansımız olmuştu bu dergileri. Ahmet Tevfik İleri okulumuzu ziyareti esnasında yaptığı konuşmada “Sizden essah öğretmenler yetiştirmenizi beklerim.” demişti, peki neydi “essah” öğretmen? Bu soru hala dahi benim kafamı kurcalayan bir sorudur.
Ben çok sevdim orada çalışmayı, çok şey kattı bana Akçadağ İlköğretmen Okulu. Eğitim anlayışım ile ilgili bazı şeyleri zamanla değiştirmemi sağladı. Çok disiplinliydim, ben nöbetçi olduğum vakit okulda her şey düzen içinde işlerdi; ama ertesi gün olduğu gibi devam ederdi. Öğrenci de döverdim, sonradan anladım ki bu şekilde şiddete ve korkutmaya dayalı bir eğitimin zararı faydasından çok.
O dönem siyasi olarak da çalkantılıydı Türkiye, ama bizim okulumuza pek yansımamıştır bu. Bizde disiplin suçu olan şeyler bahçeden kayısı çalmak, izinsiz okuldan çıkmak gibi şeylerdi, siyasi suçlar değil. Zaten bir okula siyaset duvarı delerek gelemez, öğretmenlerin sırtından gelir, okul personelinin sırtından gelir. O nedenle de onların şikâyet etme hakkı hiç yoktur.”
Van Kız Öğretmen Okulu
Malatya’nın ardından bir sonraki görev yeri Van olmuş: Van Kız Öğretmen Okulu kurucu müdürlüğü.
Van’da geçirdiğim iki yıl, meslek yaşamımın en verimli, en keyifli yıllarıdır. Van Kız İlköğretmen Okulu çok başkaydı, çok özeldi benim için. Öğretmenlerle birlikte okul inşaat halindeyken biraraya geldik; dönem başladı, yüzlerce yatılı öğrenci gelecek ama okulda daha kapılar bile yok. 500 kişilik yatılı okul ama ne binanın elektriği suyu bağlanmış, ne öğrencinin barınacağı bir yer var. Mutfak çalışmıyor, yemekhaneyi açamıyoruz. Jandarmanın, esnafın desteği ile giderildi bazı eksikler. Kumaş aldık, bayan öğretmenlerin nezaretinde kız öğrenciler nevresim, çarşaf, yastık yüzü diktiler. Zor zamanlar geçirdik, hem eğitim kadrosu olarak bizim hem de öğrencilerimizin çok sıkıntı yaşadığı durumlar oldu. Ama “okul kurmak” çok zevkliydi, çok güç de olsa.
Hiç unutmam, öğrenci kabul ettiğimiz ilk gece, henüz elektrik açılmamış, nöbetçi öğretmen elinde bir denizci feneriyle rengi atmış bir şekilde çıktı geldi, “Müdür Bey, yatakhaneyi görmeniz lazım.” dedi. Gittik, fenerimizin aydınlattığı bütün bu koridorlarda insan pisliği vardı. İki yıl sonra askerlik için okuldan ayrılacağım vakit o durumu anımsattım, söz alan öğrencilerden biri “O gece, koridoru kullananlardan biri de bendim. Öyle temiz, beyaz yere, o fayanslı yere bu işin yapılacağını hiç aklım kesmedi. Ben bütün hayatım boyunca ahırı, ağılı kullanmıştım bu iş için.” dedi. (gözleri doluyor) Muş’un Varto ilçesinden gelen güzel bir çocuktu. Şimdi o çocukla, o öğretmenle meslektaş olmanın gururunu yaşıyorum.
İşte bunun gibi, bizim eksikliğinden endişe ettiğimiz şeyler aslında çocukların çoğu için hayatları boyunca hiç görmedikleri, varlıklarından bile haberdar olmadıkları şeylerdi belki de. Örneğin, o zamanlar çocukların ailelerine yazdıkları mektupları kontrol ederdik. Bir gün mektupları okumaktan sorumlu olan öğretmen arkadaş bir mektup getirdi. Bizim sefalet dediğimiz, üzüldüğümüz durumları çocuk ailesine anlatırken “Biz burada çok rahatız, masada yemek yiyoruz, karyolada yatıyoruz.” diye yazmış. Hem utandım yaptığımız işten hem de yaptığımız işin çocukları mutlu ettiğini görmekten gurur duydum mektubu okuyunca. O günden sonra da zaten mektupları okumayı, yönetici diliyle söyleyelim, “ihmal” ettik.
Manisa
Otuz iki yaşındayken. Manisa Er eğitim merkezi Doğukışla’da, acemi er eğitim alanında yapmaya başlamış çeşitli nedenlerle ertelenmiş olan vatani görevini. İki yıl süren askerlik döneminde de yine eğitim alanında askerlik yapmış, ilk temel eğitimini alan askerlere genel ve silah eğitimi vermiş. Her daim gözlemleyen, öğrenmeyi seven bir insan olarak askerliği de bir öğrenim süreci haline getirmiş kendisi için.
Askerliğim bana hem Batı Anadolu’yu, Ege kültürünü tanıttı hem de ülkemizin kuruluşundan eğitim sistemimizin yapısına kadar her yerde hâkim olan “askeri düzen” hakkında bir kavrayış sağladı. Kuruluşundan itibaren Türkiye kamu kuruluşları, özellikle okullar askeri temellidir. Çünkü sistemi kuranlar asker kökenli devlet adamlarıydı. Okullarımız da kışla mantığında düzenlenmiştir mesela, öğrencileri “askeri bir disiplin” içerisinde tutmak için. Bu yüzden askerliği deneyimlemek hem bu sistemi daha iyi anlamamı sağladı hem de pek çok farklı bakış açısı kazandırdı bana.
Bir gece askerlerle talim için dışarıdayız, bölüktekilerin çoğu bir şekilde eğitim görmüş, tahsilli kişiler. Kutup Yıldızı’nı sordum, cevap yok. “Astronomi dersi okutulmadı mı size?” dedim, gencin biri çekinerek cevapladı: “Okuduk ama biz gündüz okuduk komutanım.” İşte bu, bu bize çok şey anlatmalıdır. (gülüyor)
Kastamonu
Terhis olacağıma yakın Bakanlığa yazmıştım, sonrasında ne yapacağımı sormak için ama yazdığım yazılar cevapsız kalmıştı. Ben de yetkililer ile görüşmek üzere Ankara’ya geldim ama sanki görünmezdim orada. Bakanlıkta görüştüğüm yetkililere sitem etmiştim hatta: “Köydeki çobana bile askerden döndükten sonra sorar ağası, ‘Oğul, bizimle çalışacak mısın?’ diye.”
Sonrasında tayinim çıktı tabii ama o dönemde bu olaylar olsun, duyduğum şeyler olsun Bakanlık’a karşı ufaktan bir soğukluk girmişti içime. Bir toplantıda, meslektaşlarımdan birinin bana “Senin Bakanlık’taki adamın kim?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Bunlar benim için asla düşünülemeyecek şeylerdi, hiçbir zaman bir gruba dâhil olmak ve onların desteğini almak ihtiyacını hissetmemiştim. Bu tutumumu sonrasında da hiç bozmadım, hep dürüsttüm, hep çalışkandım. Ben birilerinin ya da bir grubun, inancın, ideolojinin değil; yolum emeklerim sayesinde hep açıldı. Nitekim bu görev için hiçbir talepte bulunmadığım halde Hatay İl Milli Eğitim müdürlüğüne atandım.
Öğretmen okulları bana çok şey öğretti, beni yetiştirdi; devlet teşkilatında rüşvet nedir öğrendim, bakanlık nedir, milli eğitim nerededir, işler nasıl işler… Eğitimde yöneticiliğe dair çok şey kazandım.
Hatay: Üst Yönetimin Yeniyetmelik Cesareti
Hatay’ın farklı farklı milletlerden insanların oluşturduğu rengârenk bir kültürel dokusu ve etnik yapısı vardır. Bu yüzden de zordur orada dengeyi sağlamak. Benim için de hem ilk defa il çapında bir yöneticilik yapıyor olmam hem de Hatay’ın bu yapısı nedeniyle farklı bir deneyim oldu orada il milli eğitim müdürlüğü yapmak. Otuz beş yaşında, Türkiye’nin en genç milli eğitim müdürüydüm. Bir mezarlık nasıl nakliye edilir, kemikler nasıl taşınır bunları orada öğrendim.
Hatay ilginç bir yer hakikaten, okul yapmak için bir yeri istimlak edecek olduk, 28 farklı hisse çıkıyor! Lübnan’ın eski dışişleri bakanının dahi hissesi var. Mesela bir okulun bahçesinde eski bir kilise duvarı vardı, yıkacak olduk İrlanda’dan Dünya Kiliseler Birliği’nden adamlar geldi ellerinde çantalarla. (gülüyor) Tabii duvar yoktu artık.
Hatay’da iken bu siyasi çekişmelerden yana da çok sıkıntı yaşadım ama adil kalmaya, araya konulan adamlara göre değil usulüne göre iş yapmaya çalıştım hep. Örneğin, bir gün parti başkanı geldi, “Müdür Bey çok iyisiniz, iyi çalışıyorsunuz biraz bize de yardım etseniz.” dedi. Asi nehri üzerindeki tarihi köprüyü göstererek dedim ki, “Ben bu köprüden geçerken bana herkes selam veriyor, sizin işlerinizi yaparsam sadece sizinkiler selam verir.” Ki zaten şunu öğrenmişlerdi, eğer araya bir adam, “torpil” girer, birilerini koymaya çalışırlarsa ben işlerini daha da zorlaştırıyordum.
Van’da çalışmış olmak bana bir cesaret vermişti, “Daha uzak nereye gönderebilirler ki?” diye düşünüyordum. Bu yüzden bir korkum yoktu. Zaten şikâyetler artınca dönemin Milli Eğitim Bakanı bizzat çağırttı: “Müdür Bey siz ne iş yapıyorsunuz orada? Adalet Partililer de sizden şikâyetçi Hak Partililer de.” (gülüyor)
Tabii bunların neticesinde görev yerim değiştirildi, Edirne Milli Eğitim Müdürlüğü’ne atandım.
Edirne
Edirne’de işler bir süre, en azından benim için daha rahat yürüdü çünkü Vali’nin kararlarımızı uygulamaya koyarken bir desteği vardı. Ama politik sıkıntılar azalmak yerine arttı, öğrenci hareketlerinin arttığı dönemlerdi. Biz öğrenciyi korumak adına ılımlı yaklaşsak da bunlar solculuk, halkı isyana teşvik olarak algılandı. Bu siyasi sıkıntılarla birlikte artık yaptığım işi sevmemeye başlamıştım.
Nitekim dönemin Milli Eğitim Bakanının bizzat ısrarı neticesinde, sözde bir soruşturma ile Kırklareli’nin 1100 nüfuslu bir ilçesindeki ortaokula resim-iş öğretmeni olarak atamam yapıldı. Durumu mahkemeye taşıyarak itiraz etme hakkım vardı. Bu hakkı kullanmama karşılığında Ankara’yı istedim. Aklımda üniversiteye dönmek… Böylece kırkımdan sonra, benim için “gelin olup çıktığım ev” gibi gördüğüm Milli Eğitim Bakanlığı ile olan bağım artık kopuyordu.
Ankara
Yıllar sonra Ankara’ya dönmek, bende lunaparktaki bir trenin hızlı yükselişinden sonra yeniden aşağı inmesi gibi bir his yaratmıştı: boşluk duygusuyla birlikte gelen hoş bir his. Yeniden öğretmenliğe dönmek üstümdeki yükü hafifletmişti, ben de o zamanlar için yönetimle sıkıntısı olan bürokratların bir nevi sığınağı haline gelen Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi’nin sınavlarına girdim. Amerikalılar tarafından kurulmuş, üst düzey bir hizmet içi eğitim kurumuydu. Sınavı kazandığım için bir yıl boyunca öğretmenlik görevinden muaf tutuldum. TODAİ’nin bana katkısı çok oldu, farklı kurumlardaki yöneticilerle tanıştım, sistemi daha iyi anlamaya başladım.
Aynı dönemde yüksek lisans için Ankara Üniversitesi’ne başvurmuştum ama öğretmen okulu mezunu olduğum için lise mezunu, eğitim enstitüsü mezunu olduğum için de üniversite mezunu sayılmıyordum. Vermem gerek yirmi altı ders vardı. Bunları tamamlayıp yüksek lisansa başladım. Benim için çok zorlayıcı ama azim ve şevkle çalıştığım bir dönemdi. Müthiş bir mutluluk ve coşkum vardı. Bu da başarıma yansıyordu.
Yüksek lisansını bitirdikten sonra o sıralar yeni kurulmakta olan Eğitim Fakültesi Proje Araştırmaları Merkezi, (EFAM’a) plan-proje uzmanı kadrosuna girmiş, Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde Eğitim Yönetimi Teftişi Planlaması Ekonomisi alanında doktora yapmaya başlamış. Bu dönemde gerçekleştirmiş olduğu çalışmalar bir bakıma meslek hayatının yönünü değiştiren, yetişkinler için eğitim vermeye odaklanmasını sağlayan sürecin temelini atmış.
12 Eylül Darbesi sürecinde doktora öğretim görevlisi olarak eğitim verdiği Ankara Üniversitesi’nden, yardımcı doçentlik ünvanını alacağı Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ne geçmiş. Anadolu Üniversitesi’nde görev yaptığı esnada mevcut ilkokul öğretmenlerinin, lise düzeyinde öğretmen okullarından mezun olmaları nedeniyle oluşan mağduriyetleri gidermek adına bir projeye imza atar: İhtiyaca dikkat çekmek adına kamuoyu oluşturulur, açık öğretim fakültesi bünyesinde söz konusu öğretmenler için bir önlisans programı hazırlanır ve program YÖK’ten onay alınarak hayata geçirilir. Böylece yüz otuz bin öğretmenin, yıllardır süregelen önemli bir problemi çözüme kavuşturulmuş olur.
Yönetimin kimi çalışmalarını eleştirmeye başladığı ve bulunduğu üniversitedeki mesleki doyumu sorgulamaya başladığı bir sürecin ardından yeniden Ankara yolları görünür, bu kez durak emekli olana dek çalışmayı sürdüreceği Hacettepe Üniversitesi’dir.
Ankara’ya Dönüş
Hacettepe Üniversitesi benim için yeniden alana dönme fırsatı bulduğum bir yer oldu. Bakanlık ile birlikte yürüttüğümüz, öğretmenlerin, okul yöneticilerinin eğitimi ve geliştirilmesi açısından çok verimli çalışmalar oldu. Hizmet içi eğitim çalışmalarına olan katılımım da program yürütücüsü olmaktan öte gerçekleştirmeye dönük bir hal aldı. Zamanla kendi programlarımı planlayıp, sunmaya başladım. Uygulama kadar araştırma yönünden de kendimi geliştirme ve eksiklerimi giderme fırsatım oldu.
Meslektaşlarımla birlikte Eğitim Yönetimi Teftiş Planlaması Ekonomisi (EYTEPE) Kulübü’nü kurduk, başlangıçta kulüp amacımız eğitim, haberleşme, programlara gelen konukları ağırlama gibi şeylerdi. Bu dönemde çeşitli gelir-giderler için fatura kesebilmek, eğitimler için kurumsal teklifler sunabilmek adına amatörce de olsa kurduğum bir şirket vardı, ismini Personel Geliştirme Merkezi (PEGEM) koymuştum. Daha sonra bu şirket bünyesinde kendi dergimizi, Türkiye’nin eğitim alanındaki ilk akademik yayınını ”Kuram ve Uygulamada Eğitim Yönetimi” dergisini çıkardım. Zor işlerdi, ben de işin uzmanı değildim ama iyi bir amatördüm.
Bodrum katında bir oda vermişlerdi bana, binanın önünden geçenlerin sadece ayakkabıları görünüyordu pencereden. O odada çok kıymetli insanlarla, bana çok şey katan sohbetlerimiz, dur durak bilmeyen çalışmalarımız oldu. Ama benim için Hacettepe’de çalıştığım yılların bana en büyük hediyesi, ikinci evliliğimden olan tek kızımdır. Baba olmayı tattım, hayatımda ilk defa gelecek hakkında düşünmeye başladım.
Ancak daha sonra kurmuş olduğu şirketi ve derginin basımını devretmiş, 1995 yılında profesörlük unvanını almış ve 2002 yılında emekliliğini alıncaya değin üniversitedeki çalışmalarını yoğun bir şekilde sürdürmüştür.
İstanbul ve Çanakkale
Emekliliğimden sonraki yıllarım, hayatımın en güzel yıllarıydı benim için. Bir süre İstanbul’da yaşadım. Yoğun bir seminer ve eğitim programım vardı. Aile-Çocuk-Okul (AÇO) Birlikte Başarım Merkezi’ni kurdum, bir süre sonra burada danışmanlık yapmak bana anlamsız gelmeye başladı. Merkezi kapattım. Ailelerin çocukları bozduğunu, zarar verdiklerini görüyordum. Bu konuda anne babalara, eğitimcilere seminerler vermeyi sürdürdüm. Ama İstanbul zor bir şehir, bir süre sonra onu uzaktan sevmeye karar verdim.
Eskiden beri içimde denize kıyısı olan bir ilde görev yapma isteği vardı, seneler öncesinden Gökçeada’ya (İmroz’a) niyet ettim, daha doğrusu niyetime çıktı; bu adadaki öğretmen okulu yöneticiliği söz konusu olmuştu ama ulaşımı zor olduğu için cesaret edememiştim. Yıllar sonra o adada bir ev aldım, çocukluğumdaki gibi bir kapısı doğaya açılıyordu. Evimin hemen arkasında bahçeden sonra sadece keçiler ve dağlar, vardı. On yıl kadar Gökçeada’da yaşadım, doğaya itaat etmeyi öğrendim orada. Fotoğrafçılığa olan ilgimi derinleştirme şansım oldu, makinemi alır doğaya çıkardım. Gökçeada’nın kıyılarını, koylarını, köylerini, şelalelerini karış karış gezdim, fotoğraflarını çektim.
Ada’da yaşam güzeldir ama bir gün güneşin tadını çıkarırken başka bir gün vapur seferlerinin iptal edildiğini öğreniyorsunuz. Yetişkinler ile olan seminerlerim devam ediyordu ama hava koşullarıdır, denizdir, vapurdur derken bana sürekli bir sıkıntı çıkıyordu. Daha sonra Eceabat’a / Kilitbahir’e taşındım, şimdi burada yaşıyorum. Pandemi başlayana kadar eğitimlerim devam ediyordu, sonra bilgisayar ortamından yapmak beni biraz zorladı. Ben katılımcıları salonun girişinde karşılamayı, hoş geldin demeyi severim. Program bittiğinde yine kapıda durup, ağırlamak isterim. Bu yüzden uzaktan sunum yapmayı sevemedim.
Üzerime kayıtlı bir arabam var, bunun dışında ne bir ev ne başka bir mülküm var. En değerli iki varlığım, kızlarım. İki kız babasıyım. Biri şefkat, diğeri sevgi kaynağı benim için.
Beni tanıyanlar soruyorlar “Nasıl vakit geçiriyorsun?” diye, ben vakit geçirmiyorum, yaşıyorum. Okuyorum, dinliyorum, yemek yapıyorum, dışarı çıkıyorum, geziyorum, türkü söylüyorum. Vakit kendisi gelip geçiyor. Ama bir gün onu, yani “zamanı”, bir atlatacağım ki asıl o anlamayacak nasıl gelip geçtiğimi.
*Bu yazı Aytaç AÇIKALIN ile yapılan görüşmeler neticesinde yazılmıştır. Hayatını anlatan Derin Kuyuların İnce Serin Suları kitabından alıntılar yapılmıştır.