Ümran Ünalan
Huriser Erol - Hayallerimden Vazgeçmedim
Deniz yıldızı hikayesi vardır, biliyor musunuz?
Yaşlı bir bilge adam kasabada yaşamını sürdürüyor bir zamanlar. Bir sabah uyandığında kalkıyor sahile bakıyor ve bir adam, el kol hareketleri yapıyor ve bu durum bir iki gün devam ediyor. Üçüncü gün sahile iniyor merakından ve binlerce deniz yıldızı ile karşılaşıyor sahilde. Denizdeki gelgit, hepsini kumsala atmış. Görmüş olduğu genç delikanlı onları birer birer denize atıyor, durmadan. Bilgiç adam diyor ki, “Yahu binlercesi var, ne fark eder? Bunların hepsini denize atamazsın.” Delikanlı eline bir tanesini alıyor yine ve havaya kaldırıp denize fırlatıyor. Attığı deniz yıldızını göstererek “Onun için fark etti.” Bakın ne güzel bir felsefe. Hayata lütfen böyle bakın. Bir kişi değil, binlercesine etki edecektir.
Ben Behzat Haymana, 1941 yılının temmuz ayında, İstanbul İstinye’de dünyaya geldim. İşletme ve Ekonomi mezunuyum. Sınai Kalkınma Bankasında 30 yıl çalıştım ve 10 yıl daha kurumun sosyal güvenlik kurumunun denetiminde iş hayatıma devam ettim. Fakat emekli olsam bile hiç durmadım hala daha aktif olmaya çalışıyorum. Şimdi İstanbul’da doğduğum semtte, İstinye’de yaşıyorum…
İkinci Dünya Savaşında başlayan bir çocukluk dönemi
Çocukluğum şu anda yaşadığım İstinye’de, kendi oyunlarımızı kendimiz oluşturduğumuz 2. Dünya savaşının en caf caflı olduğu bir dönemde geçti. Nüfus cüzdanlarımız 32 sayfalık bir kitapçıktı. Aldığımız her şey vesika ile: kömür, ekmek, odun… Amerikan bezleri verilirdi onunla iç çamaşırı yapardık. Bu günleri yaşadık ama şükür ki ikinci dünya savaşına girmedik. 4-5 yaşlarımdaydım hatırlıyorum, muşamba perdelerimiz vardı makaralı. Ben de çocuğum oyun yapardım kendime aç kapa yaparak. Polis gelirdi eve, ışık sızıyor dikkat edin diye.
Evimiz sahil kenarındaydı, bu yüzden çok erken yaşta yüzmeyi öğrendim. 7-8 yaşlarımda denizden kendim balık yakalardım, eve getirirdim ve yenirdi o balık. Hatta annem isyan ederdi çünkü evdeki çatalları bir sopanın üzerine taşla düzelterek bağlayıp öyle yakalardım balıkları. Evimizde buzdolabı bile yoktu, dayımın buzdolabı vardı onun içinden buzlar alır ve kullanırdık.
Haymana soyadı nereden geliyor?
Herkes genelde sorar, Ankara’nın oradaki ovanın ismiyle aynı olduğu için. Oralı mısın, oralı mısın? Babam, İstiklal Savaşı zamanında oradaymış, anlatırdı kendisi bana. Ben de Emirgan Ortaokuluna gidiyorum anlatırken. Dramatik olaylar var söylediklerinde, çünkü düşman haymana ovasını geçerse Ankara’ya varmış olacak, hatta meclisi Kayseri’ye taşımak için
hazırlıklar yapılmış. Babam da demiş “Şehit olmazsam bu gece, benim lakabımı Haymana koyun.” ve gazi oldu. Şarapnel yaraları doluydu vücudu. Bugünlerimizi onlara borçluyuz.
1922’de savaş bittiğinde babama, “Terhis oldunuz.” diyorlar ve arkadaşları da “Ankara’ya geçelim, orada İstiklal Madalyası alacağız.” demişler. Fakat babam, o savaşın buhranlığı, depresyonu ve sıkıntısı ile madalya için savaşmadığını, almak istemediğini söyleyip, İstanbul’a ailesinin yanına dönüyor. Sonra annemle tanışıp, çocukları oluyor. Bir şarküteri dükkânı açıyor İstinye’nin sahilinde, ağaç altında… Her sene 20 gaziye yakın kişi gelir ve babamın dükkanında toplanırlardı ve ben 8-10 yaşında onların gerçek olduğuna inanılmayacak hikayelerini, anılarını dinlerdim. O yaşlarımda anladım hep bu ülke kan ile yazılmış.
Bir yaz akşamı, yine babam ve arkadaşlarının hikayelerinden sonra ona dedim ki “Baba, ne iyi etmişsiniz. Bize böyle güzel bir ülke bıraktınız. Her şey güzel, gürültü yok, patırtı yok.” Bana elini sallayarak dedi ki, “Sizin daha çok işiniz var.” Ben bu lafı hiç unutmadım. Çocuk aklımla o zaman anlamamıştım ama sonraları çok iyi anladım ne demek istediğini.
Yıllar sonra çıkan bir kanun ile madalyasını alamayan ve bunu ispatlayacak belgeleri olanlar için hak tanındı. Genelkurmay başkanlığına başvurduk oğlumla ve kısa zaman önce haber geldi bunun üzerine babamın madalyasını aldık. Oğluma da babamın ismini koymuştuk: Berkay. Ben de torunu olarak onun almasını istedim, 2021’in kasım ayında. Ağlamaklı olduk tüm aile, çok güzel bir andı bizim için.
İş hayatına erken bir giriş…
Sene 1960’lar, gazi babam o zaman İstinye’nin muhtarı. Ben de liseyi daha tam bitirmedim. Babam, beni Türkay kibrit fabrikasına biraz iş hayatını deneyimlemem için soktu. Görevim, makinelerin grafiğini yapmaktı: Bir kibrit kutusunu elinize aldığınızda üzerinde “Vasati 40 çöp” yazar. Yani ortalama 40 çöp. Eğer ki, kibrit çöpleri 38’in altına düşer ya da 42’in üzerine çıkarsa makineyi durdurmam gerekiyordu. Bu yüzden makineleri denetliyordum. Bir tane de masa verdiler bana, gencim tabi, hevesliyim ve düzgünce çalışıyorum. O zamanlar kibrit fabrikasına da bir sürü ziyaretçi geliyordu, kibrit nasıl yapılır görmek için. Bir gün, bir grup geldi ve başlarında siyah mantolu, siyah fötr şapkalı bir adam… Benim bulunduğum kısma geldiler ve o şapkalı adam masama geldi, önünde durdu. “Kolay gelsin evladım” dedi. Ama bu adam önde, diğer adamlar arkada dikiliyor bende kendime dedim, bu adam önemli bir adam olmalı, iyi cevap vermeliyim. Bana ne yaptığımı sordu ve güzelce işimi anlattım. Beş dakika beni sabırla ne yaptığımı dinledi. Arka tarafa da gözüm ilişti o dakikalarda, Fethi Bey var bana gözüyle ayağa kalk işareti yapıyor. Ben de görmezliğe geldim, herkese ayağa kalkılır mı diye.
Beni dinledi, dinledi ve sonra teşekkür edip gitti. Bir süre sonra iş müdürü Fethi Bey geldi, kızdı tabi bana. Ben de sordum kimdi o dedim. “Vehbi Koç” dedi, şaşırdım tabii. O zaman nereden tanıyalım, edelim? Rüyamda görsem inanmam. Meğerse her sene 1-2 defa gelir, kontrol edermiş. Bende kendi kendime kanıya vardım, bir ibre çıkarttım kendime. Koç kolay olunmuyor dedim.
Babamın vefatından sonra ekonomik bir zorluğa girdik. 27 Mayıs ihtilali ile bir kanun çıktı o zamanlar. Okumuş Türk gençlerini eğitim vermek için Anadolu’ya göndermek. Ben de o sıra Taksim’de liseyi bitirmiştim. Arkeolojiye merakım vardı ve 2 sene okudum onu hatta. Ne olacağım dedim sonra etrafıma, öğretmen olacaksın lisede dediler. Ben istemedim. Şimdi keşke diyorum bazen bitirseydim diye çünkü şimdi büyük holding gibi yerlerde çok iyi işler yapan insanlar var ama o zamanlar değildi tabi böyle. Sonra beni Mardin-Silopi’ye (şimdi Şırnak’a bağlı) öğretmen olarak atadılar. Orada iki sene vazifem oldu ve okulda tektim. Hem müdür hem öğretmen hem de hademelik yapıyordum.
Hem çalışıp hem okumak…
İstanbul’a döndüğümde Sınai Kalkınma Bankasında işe girdim. Bir yandan da Marmara Üniversite’si Ekonomi ve İşletme okumaya başladım. Üniversiteye girişimde eşime yüksek tahsil yapmak istediğimi söylememle başladı. Kendisi de Denizcilik Bankasında çalışıyordu. Tabi bu kararım evi de etkileyecekti o yüzden onun desteğini de almak istedim ve nur içinde yatsın, beni çok destekledi. 65-66 yıllarında imtihana girdim. O zamanlar tabi internet, bilgisayar yok. Okullara listeler asılırdı. Sultan Ahmet Ticaret vardı, o zamanların en iyi üniversitelerinden. Listeye gittim baktım, 4 kişi ile kaçırmışım ve kısmet dedik ne yapalım. Meğerse daha sonra yedeklerden girebiliyormuşum, bunu dönem başladıktan haftalar sonra öğrendim ve maalesef kayıt için şansım olmadı. Bir sene sonra tekrar sınav için hazırlanıp, Marmara Üniversitesini kazandım. Hayatımda ben çok çalıştım, rahat yaşayabilmek için gereken her şeyim var şimdi, çok şükür. Ama hiçbir zaman para hırsına girmedim. Çünkü ne kadar para hırsına giren kim tanıdığım varsa şu an hayatta değil. Beş kazanmak yerine üç kazanmayı tercih ettim.
Eşimle de iş hayatımda tanıştık. Benim hayatımdaki en büyük şanslarımdan birisidir. Aynı muhit ve aynı ortamda bulunuyorduk. Nasıp kısmetmiş. O da çalışıyordu. Bir oğlumuz oldu. Güzel bir hayatımız vardı. Fakat hastalıklar, ameliyatlar derken yaklaşık 16 yıl önce, 58 yaşında eşim aramızdan ayrıldı. Huzur içinde yatsın. Çok iyi bir eş ve insandı. Evlilik bir şans, ama evlenmek için evlenmememiz gerekiyor kesinlikle. Ben gerçekten şanslıydım.
Bir çocuğun dahi fikrini dikkate alırım
İş hayatımda da özel hayatımda da bu felsefe ile devam ettim. Karşındaki insanı anlamaya çalışmalısın. Birisi sana bir şey söylediği zaman, bu çocuk dahi olsa dikkate almalısın. Hele şimdiki çocuklar… Torunum, benim en iyi arkadaşım. 12 yaşında. O da bana çok güvenir. Birlikte fikir alışverişi yaparız. Ödevlerinde, eğitiminde yanında olmaya çabalarım. O yaşları bilirsiniz, bazen ailesine zaman zaman itiraz ediyor. Benimle ama hiç münakaşaya girmez. Bana diyor, “Dede, sen öğretmenlik yapmışsın. Benimle de çalışır mısın?” Şimdi çarşamba akşamları onun yanına gidiyorum ders çalışmaya. Derslerinde motive ediyorum ve hep de etmeye devam edeceğim.
500 yıllık bir yadigara sahip olmanın verdiği gurur
Biz 3 katlı bir evde yaşıyorduk fakat savaş öncesi baba tarafım 15-20 kişi bir köşkte yaşarlarmış. Uzun yıllar boyunca kulağımda Kebire Hala ismini işitmiştim fakat kim olduğunu öğrenmek çok uzun sürdü. Amcamın beni ve kızını çağırdığı bir gün vardı, 50 sene evvel. Yanına gittiğimiz gün, bize bir deri çanta uzattı, eski. Ne olduğunu sorduğumda, onun bizim ailemizin belgeleri olduğunu ve Osmanlı döneminden kalma bir vakfa ait olduğunu söyledi. Kendisi daha ben doğmadan 1938 yılında bunu araştırmaya başlamış fakat devam etmekte güçlük çekmiş. O gün ise bu görevi bize devretti.
33 yaşlarında ne yapacağımı bilemez halde ellerimde büyük bir yadigâr tuttuğumu fark ettim. İlgili kişiler bulduk, çünkü dosyalar hep Osmanlıcaydı. İncelemeler sonucu ortaya çıkan sonuçta, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman döneminde II. Selim’in Lalası Hüseyin Paşa’nın torunları olduğumuzu öğrendik. Babam ve amcam tarafından kulağıma yerleşmiş Kebire Halamın ise, Hüseyin Paşa’nın 1562 yılında, 500 yıl evvel kurduğu vakfın son başkanlığını yaptığını öğrendik. Bu vakıfların varisleri olduğumuzu anladık ve araştırmalarımızı da ona göre yapmaya devam ettik. 2021 yılının aralık ayında, gerçek torunları olduğumuzu da mahkeme sonucu ile kanıtladık. 1976 yılında dokuz kişi ile çıktığımız bu yola çok emek verdik ve sonucu tüm yaşadığımız zorluklara değdi. Bugün hala daha bu gerçeğin ağırlığını omuzlarımda hissederim ve gurur duyarım. Onca şey yaşadım, başardım belki ama bu olayın hayatımda çok ayrı bir yeri vardır.
Başlangıcı olmayan bir “Emeklilik Hayatı”
Çalıştığım bankada 25 yılı dolduran emekli olurdu. Fakat üst seviyedeki yönetim benim kalmamı istediler ve 5 sene fazla çalıştım. Bir yandan da bankanın sosyal güvenlik vakfında
yarı zamanlı olarak üyeler tarafından seçilmiş denetimlerini yapıyordum. 30 senenin üzerine 12 sene daha burada denetim için çalışmaya devam ettim. Hala daha giderim, raporları isterim. Bir şekilde elim yine orada olur.
Şimdi düşündüğümde de kendimi 80 yaşında çok hissetmiyorum. Çevreme baktığımda 10 yıl geriden geldiğimi düşünüyorum. Bunu da tabi bilinçli hareket etmeme borçluyum. Bazı fedakarlıklar yapmak zorundayız. Benim uzun yaşamak gibi bir hedefim yok, yaşadığım sürece sağlıklı yaşamak hedefim. Sağlıksız olduğun sürece uzun yaşamanın ne önemi var? Hala yürüyüş yapmaya çabalar, günde 5000 adım atmaya çalışırım. Elbette yaşımın getirdiği zorluklar var tabii ama çok şükür. Hayatımız devam ediyor.
Babamdan bana, benden size: Daha çok iş var
Bizlerin hala çok işi var. Babamın söylediğini ben de şimdi sizlere söylüyorum. Yapmanız gereken çok iş var. İnsan sınama-yanılma ile yaşar. Sistem bu ama bir yanıldığımızda bir daha yanılmamız gerek, dersimizi çıkarmamız gerek. Tolstoy, “İnsan ne ile yaşar?” kitabında şöyle bir olay anlatır: Gün bitene kadar ne kadar yol yürüyüp dönerseniz o kadar toprak sizin olur demişler fakat hırsına yenik düşen insan yolda helak olur, ölür. Hemen bir mezar açılır ve oraya gömülür ölen ve derler, “İşte ona bu kadar toprak yeter.” Hırsımızı bir kenara bırakıp öyle yaşamak, en değerli derstir alınması gereken.
En sevdiği kitap: İnsan ne ile yaşar?
En sevdiği şarkı: Bu Ne Sevgi Ah, Bu Ne Izdırap- Abdullah Yüce