Seçim Palabıyık – Uzun Ufkun Yolcusu

Çiftçi bir ailenin çocuğuyum. 54 yılı seçimleri sırasında doğduğum için adım Seçim konulmuş. Ama adımı hiç sevmedim. Soyadımız ise dedemin bıyıklarından gelir. Biz mübadille gelen ailelerdeniz. Dedem Yunanistan’dan Kandıra’ya gelmiş, orada babaannemle evleniyor. Fakat kardeşlerinden ayrı kalmak istemediği için Bafra’ya yerleşmişler. Bize mübadilden dolayı iki katlı bir Rum evi verilmiş. Amcam, babam, dedem, babaannem birlikte yaşardık. Evimiz ağaçtan bölmeyle ikiye bölünmüştü. Bir kısmında biz yaşıyorduk diğer kısmında dedemin kardeşi yaşıyordu.

Biz dört kardeştik en büyükleri bendim. Hayvanlara düşkün büyüdüm. Dürüstlük, doğruluk, cesur olmak, kadına önem vermek önemliydi ailemizde. Bize bunlar yadigâr kaldı. Annem disiplinliydi, gözümüzün yaşına bakmazdı. Hem tutumlu hem de çalışkandı. Babama düşkündü. Yarı terziydi, kıyafetlerimizi o dikerdi. Babam ise güçlü, çalışkan ve cesur bir adamdı. Annemi sevdi. Annem zaten gözünü açmış babamı görmüş. Babamı severdim ama ondan korkardım da. Sevgisini belli etmeyen bir adamdı.

En büyük görevim su taşımaktı. Çeşmelerden su alır yemeklerde onu kullanırdık. Bakkala gitmek, tütün kırmak ve dizmek diğer görevlerimizdi. Bunlar en küçük çocuklara bile verilecek görevlerdi. Sabahları uykumu bölüp tarlaya götürmelerinden korkardım. Gece dua ederdim, yağmur yağsın da tarlaya gitmeyelim diye.

Zayıf bir çocuk olduğum için okula akranlarımdan geç başladım. Rumlardan kalma, sobalı, yüksek tavanlı bir okulda okudum. Büyük bir bahçesi, yüksek ağaçları vardı. Okulun camları kırılıyor diye toplarımızı keserlerdi. O dönemlerde top kıymetliydi. Sıralarda 3 kişi otururduk. İlkokul öğretmeni her şeyimizdi, sınıfın kralıydı. Yakın olduğum öğretmenlerim oldu hatta 4. sınıfta öğretmenimin sağ koluydum. O kadar yakındım ki dolabının anahtarını bana verirdi. Ama ben bu görevi kötüye kullanmıştım. Parmakla gösterilen öğrencilerdendim, çalışkandım. Babamın ceviz ağacından yapılmış çantasıyla derse giderdim. Tahta olduğu için çantanın akustiği iyiydi. Arkadaşım Faruk tvist çalar bizde sobanın etrafında bayılana kadar oynardık.

Biz ağzını çeşmeye dayayıp lakır lakır su içen çocuklardık…

Çocukken topa bir de sinemaya özlem vardı. Komşular sokaktaki çocuklara parayla ekmek aldırırdı. Bende bizim evdeki markalardan 5-6 marka alır pusuda beklerdim. Komşunun verdiği ekmek paralarını sinemaya ayırır bendeki markalarla da ekmek alırdım. E tabi sonunda anneme yakalanırdım da… Diğer özlemimiz ise çizgi romanlardı. Zagor, Tommiks, Teksas gibi çizgi romanlara düşkündük. Onları almak isterdik.

Oyunları kendimiz üretirdik. Düğmesine fildiş oynardım. Bilyeye fildiş derdik. Düğmeyi diker bilye ile vurmaya çalışırdık. Bir gün benim düğmelerim bitti. Bende dedemin paltosundan bir düğme söktüm. Dedem paltoyu giyerken bakıyor ki düğme yok. Baya bir azarlamıştı bizi.

Biz ağzını çeşmeye dayayıp lakır lakır su içen çocuklardık. Arkadaşlıklar kuvvetliydi, kavgalar ise teke tekti. En büyük zevkimiz, komşunun bahçesinden meyve yürütmek olurdu. Çünkü onlar daha lezzetliydi. Evlerin önünden karpuz arabaları geçerdi. Evde karpuz olmasına rağmen o arabalardan karpuz aşırırdık. Arabacı da görürse bir iki kırbaç indirirdi elimize. Günü yaşıyorduk, gelecek kaygımız yoktu.

Bayramın en makbulü…

Bayramda kim para kim şeker veriyor bilirdik. Önce para verene gidilirdi. Eniştemin cüzdanında yeni basılmışçasına gıcır para olurdu ve biz onun gelmesini dört gözle beklerdik. En çabuk eskiyen hep ayakkabılardı. Bayramlarda hep yeni bir ayakkabı lazım olurdu. Bir bayramda ayakkabı alıyorduk. Ben birini çok beğendim, iskarpin. Ayakkabıcı 32.5 diyor annem 30 diyor. İkisi de Nuh dedi peygamber demedi. Benim de cebimde sımsıkı tuttuğum 2.5 liram var. Dayanamadım çıkarttım, “şak” diye masaya vurdum. “2.5’ta benden” dedim. Biz o gün ayakkabıyı aldık. Eve gidince annem “alışverişime nasıl karışırsın” diye bana dayak attı. İyi bir ceza yedim. Yedim ama geçti, yine ayakkabılar başucumda yattım…

Su, sakız, bazen de gazoz satar harçlık çıkarırdım. Bize düzenli harçlık verilmezdi. Annem bazen 25 kuruş verirdi. Onunla da “iki onluk bir beşlik” dondurma alırdım. Üç kardeş, bir yandan burnumuz akardı bir yandan dondurmayı yalardık. Evimizde radyo yoktu. Anneme yalvarırdık ama almazdı, çok tutumluydu. Bizde maçı dinlemek için mecburen komşunun camına giderdik. Evin çocuğu camı açar radyonun sesini de yükseltirdi. Tam heyecanlı yere gidecekken ya camı kapatır ya da sesi kısar bizi çatlatırdı. Nihayet biz de anneme radyo aldırabilmiştik. “Arkası Yarın” programını severdim. Biz sünneti de üç kardeş birlikte olduk. Sünnetimizde müzik radyodan geliyordu…

FİGEN’ Dİ ADI…

Ortaokullar 3 seneydi. Sözel derslerde hep iyiydim. Babam Almanya’da olduğu için veli toplantısına annem gelirdi. Bir gün annem öğretmenlerimin ismini liste yapmamı istedi. Bende yaparken radyo dinliyordum. Fen bilgisi hocamın soy ismine, radyodaki şarkıcının soy ismini yazmışım. Sınıfa girdiğimde “beni nasıl türkücü ismi yaparsın” diye evire çevire dövdü. “Eti senin kemiği benim” diye verilen çocuklar olduğumuzdan sesimiz de çıkmazdı.

Orta ikide sevdalandım. Bir gün sıranın üstüne kalp çizip “F, S” harflerini kazıdım, Figen’di adı. Kız görünce utandı, F’yi silmeye çalıştı. En önde otururdu. Ben de onun iki arkasındaydım. Öndeki çerçeveli resmin camına Figen’in yansıması vururdu. Ben 8 ay oradan Figen’i izledim. Sene sonunda da onu izlemekten ders dinleyemediğim için 8 zayıfım oldu.

Liseyi bitirene kadar evimizde elektrik yoktu, gaz lambası vardı. Atımız elektrik akımına kapılmıştı. Dedem, at o şekilde öldü diye elektriğe savaş açtı. Kendisi ölünceye kadar eve elektrik girmeyeceğine yemin etti. Ancak dedem öldükten sonra elektrik geldi.

Her şeyden düşüp gitmek bambaşka bir uyanışa…

Ergenken bir an evvel büyümek isterdim. Çabuk parlardım, her şeyi bildiğimi sanardım. Lise 1ve 2 çift dikiş bitti. Kardeşlerimle lise bire kadar birlikteydik. Babam kumar bağımlılığından kurtulmak için Almanya’ ya gitti. Babamdan sonra annem ve kardeşlerim de Almanya’ya gitti. Babam benim okumamı istedi. Onlar Almanya’ya gidince 2 sene halam ve eniştemin yanında kaldım. Onların evi moderndi en azından floresan ışığı vardı. Disiplinli bir aileydi.

Yeni bir ortam, yeni arkadaşlar… Uzun süreli bir uyum süreci yaşadım. Çok fazla arkadaşım yoktu. Evde de disiplin olunca birinci sınıfı geçmiştim. Lise ikide yanlış arkadaşlar edindim. Kumar oynuyordum. Hatta bir gün kumar oynayabilmek için ceketimi satmıştım. Babamın dershaneye gideyim diye gönderdiği parayı, başka şeylere harcamıştım. Bedelini de sınıfta kalarak ödedim. Babam Almanya’dan geldiğinde eniştem acı gerçeği söyledi. “Bundan bir cacık olmaz. Bunu Almanya’ya götür, bu okumaz” dedi. Babam sinirlendi, ben okuyayım diye beni Türkiye’de bıraktı. Bu sefer de Ordu Lisesi’ nin paralı yatılı okuluna kaydoldum.

Ordu’da kimseyi tanımıyordum. Yanıma bir arkadaş geldi. Hızlı bir gece geçirdiklerini ve ot kullandıklarını söyledi. O dönem esrarla tanıştım. Ot kullandığımız bir gece polise ihbar edildik. Ben erken ayrılmıştım. Diğerlerinin başı belaya girdi. Bu olay beni çok etkiledi çünkü arkadaşımın babası onu okutmak için baya fedakârlık etmişti. Ama biz haylazlık peşindeydik. O olaydan sonra onlarla ilişkimi kopardım. Otla da bir daha bağım kalmadı.

Biz parçalanmış bir aileydik

Aşklar hep platonik olarak kaldı. Açılamama, söyleyememe vardı. Bir tane kızla tanışmıştım. Adı Ayşe’ndi. Her sabah yatakhane penceresinden bakar onun okula gelmesini beklerdim. Camdan bakışırdık. Arkadaşlık teklifimi kabul etmişti. Yan yana yürürdük, öyle bir süreçti bu arkadaşlık. Bir bayram günü telefon etmiştim. Annesine yakalanınca, Ayşen ile arkadaşlığımız sonlandı. O dönemin “Konak Sineması” meşhurdu. En vizyon dünya filmleri gelirdi. O dönemlerde hüngür hüngür izlediğim, unutamadığım film “Love Story” idi.

Sene sonu geldiğinde beni pansiyona almadılar. Haylaz öğrenciydim, benden hoşlanmazlardı. Velim tayin edilen müdür yardımcısı, müdüre “Aman hocam! Eve ocağa sokma, okula alma onu” dedi. Ben Samsun’ a, doğduğum o Rum evine döndüm. Bafra Lisesi’ne devam ettim. Yine dağınık, tembel, öğretmenlerle kavga eden, kendiyle kavga eden, okula geç kalan, dersi takmayan ve kendini problemli gibi göstermeye çalışan bir tipim. Hiçbir öğretmenin görmeye tahammül edemediği bir öğrenciydim.

Sene sonu karnemde 10 zayıf vardı. Artık amcamlarla aynı evdeydik onlarla yemek yiyordum. Hiç unutmuyorum, bir gün amcamlarda yemek yiyoruz. Amcam ekmeği kesiyordu. Bir dilimi kesti, ekmeği bana doğru attı. Hiçbir kötü niyeti olmadığını biliyorum ama yutkundum, doldum. O ekmeği babam atsa umurum olmaz ama kolay bir şey değildi… İnsan en ufak şeyden etkileniyor. Biz parçalanmış bir aileydik. Ailemle yılda bir ay bir araya gelirdik. O bir ayda da sevgi yüklemesi yaparlardı. Bende alışık olmadığım için onu yadırgardım.

Benim işler hâlâ biraz karışık… Koşuyorum, düşüyorum, yürüyorum

Karnemde sekiz zayıf vardı. Yedi gece sabahlayarak bitirme sınavlarına hazırlandık. Gece çalışıyorduk, sabah sınava giriyorduk. Böylece sekiz zayıfın yedisini kurtardım. Ama hala mezun olamadım. Beni bırakan hocaya da hakaretler etmiştim. Babam, benim adıma hocadan özür diledi. Böylece ben kaldığım tek dersi de verdim, mezun oldum. Benim enstitü kazanmam ses getirdi. Çünkü kimsenin bakmadığı, umursamadığı biriydim. Babam ısrarla Almanya’ya davet etti ama ben okumak istedim. Böylece Bursa maceram başladı. Bursa’da bir akrabada kalıyordum. Babamın gönderdiği parayla kirayı öderdim. Bir miktar da ev bütçesine katkıda bulunuyordum.

O yıllarda ülkücülerle yakınlaşmaya başladım. Okulda sağ sol çatışmaları yoğundu. İkinci sınıfta akraba yanından ayrılıp arkadaşlarla eve çıktık. Bir gün enstitü boykota gitti. Bende öldürülen ülkücü gençleri protesto için boykot uyguluyordum. Enstitü önüne bir Chevrolet taksi

geldi. İçinden fötrlü, paltolu bir adam çıktı. Babamdı, nutkum tutuldu. Baba bile diyemeden sarıldık birbirimize. Onu bir otele yerleştirdim fakat sesten uyuyamayınca eve gittik. Babam sabah olup ev şartlarını görünce üzüldü. Giderken bana hesap açtı ve daha iyi bir eve çıkmamı söyledi. Gariban olduğumu düşündü. Babam, gidene kadar cebinde ne kadar para varsa durdu durdu bana verdi. Babamı ilk defa bu kadar sahip çıkarken görmüştüm…

Meğer yapabileceğim tek meslek varmış, onu olmuşum

Mezun oldum ve Havza’ ya atandım. Tuğla bir okulda öğretmenliğe başladım. Sağ sol olayları yine sıkıntılıydı. Hatta tabanca almak zorunda kalmıştık. Mesleğime aşıktım. Çocukların çoğu köyden gelirdi. Kara lastik kokusundan burnumun direği düşerdi. Onları çok severdim. Sınıfta türkü, marş söylerim, hatta top oynardım onlarla. Güler eğlenirdik, gariban çocuklardı. Şartlar kötü olsa da ilk heyecan, ilk aşk unutulmuyor.

Hep sevilen, efsane hocalardan oldum. Öğretmenlik, mesleğe başladığın andan itibaren giydiğin bir kıyafetti. Öğrenciler sevdalı gözlerle bakardı bize. Hayatı yeniden yaşasam seçtiğim mesleği kesinlikle değiştirmezdim. Lisedeki hocam bir gün ne olmak istediğimizi sordu. Sıra bana geldiğinde “Seçim, öğretmen olmak istemez” dedi. Ben de o kadar hırslandım ki alttan yukarıya bakarak “Öğretmen olacağıma köpek olayım daha iyi” dedim. Beni hınçla dövdü. Büyük lokma yiyeceksin büyük konuşmayacaksın. Onu diyen adam öğretmen oldu, üstelik mesleğine de aşık.

Kötü öğrenciden iyi öğretmen olur. Ben ne kadar sorunlu olan öğrenci varsa hep yanında oldum. O yaşlar hata yapılabilen, yeni şanslar hak edebilen yaşlar. “Bir cacık olmaz” deyip çizemeyiz bu insanları. Bu işte sevmek önemli. Mesleği zafiyete uğratmadan hoş görmeyi de bileceksin. Meğer yapabileceğim tek meslek varmış, onu olmuşum.

Bir yanım diken öte yanım gül, kanıyor/Bir dert ki bende çare yok, sende insaf yok

Öğretmenliğimin ilk yılında annem, babamın ameliyat olduğunu ve oraya gitmem gerektiğini haber etti. Babamın beyninde tümör varmış. Bir aya yakın orada kaldım. Babam ameliyattan sonra bir daha bitkisel hayattan çıkamadı. Biz cenazeyi alıp Türkiye’ye dönmek zorunda kaldık. Benim babamla duygusal yakınlığım yoktu. Babam da duygularını belli eden bir adam değildi. Kaç yaşında olursam olayım onun kararları vardı. Cesaretinden etkilenirdim. Hiç bilmediği bir ülkeye atını arabasını satıp tam teşekkürlü, bir kelime Almanca bilmeden gidebildi. Çok büyük cesaret… 65 yılında bütün varını yoğunu satıp Almanya’ya sapasağlam giden babam, tabut

içinde döndü. Annem, babamı dünya gözüyle görmemi istedi ama tek kelime bile konuşamadık. Kapıldım bir rüzgâra, süreklendim…

Sevdam derim ona… Biz bakışlarla anlaşanlardanız…

Bafra’ da hafta sonları düğünlere giderdik. Bir düğünde sınıf arkadaşımın, yanımdan bir kıza işaretler yaptığını fark ettim. O kız meğerse annemin ahretliğinin kızıymış. Ertesi gün arkadaşımı ittim kaktım “O daha çocuk” dedim. O da arkadaş olduklarını ve niyetlerinin de ciddi olduğunu söyledi. Bana da “Git kendine yatırım yap, hep kendi sınıfından kızlar buluyorsun” dedi. O sırada lise 1’lerin katındayız, karşıdan üç tane kız koştura koştura geliyor. “Şu sektire sektire gelen esmer, zeytin gözlü kız da benim olsun” dedim. O arkadaş bizim tanışmamıza vesile oldu. Eşimle de öyle tanışmış olduk.

Eşim Bafra’nın yerlisiydi, Çerkez bir kadındı. Son sınıftayken dünürcü gönderdik ama bir türlü tamam demiyorlar. Hatta neredeyse kızı vermiyorlardı. En sonunda verdiler tabi. Evlendiğimde 26 yaşındaydım, birbirimizi severek evlendik. O zamanlar serbestlik yoktu. Bir parka gitsek bile baldız yanımızda biterdi. Bir yıl nişanlı kaldık ve bu bir yıl boyunca ben her akşam eşimin evinde yemek yedim. Babaannesi ben gelmeden başlatmazdı yemeği. Ben gurbetçi çocuğuyum. Aile üyeleriyle ilişkilerim duygusal anlamda kesintiye uğradı. Birbirimizi tanıma konusunda eksiklikler oldu. O nedenle eşimle ilişkim benim için önemliydi.

Ben çok şanslı bir adamım dünyaya bir daha gelsem yine eşimle evlenirdim. Benim aileme dahi sahip çıkan sıcak bir kadındır. Seven bir kadındır. Ona minnettarım. Ben onun ilk göz ağrısıydım. O beni benden çok sevdi ve bana iki güzel çocuk verdi. Bende onu çok sevdim. Eşim her zaman dişi kuştu. Sevdam derim ona… Biz bakışlarla anlaşanlardanız… Dünyada en büyük hayal kırıklığım eşimin “seni sevmiyorum” demesi olurdu herhalde. Necdet Tokatlıoğlu- Dua, eşimle benim şarkımızdır. Evlendiğimizden bir yıl sonra bu şarkının sözlerini eşime yazmıştım, hâlâ saklar mektuplarımı…

Çocuklarım evde doğdu. O dönem hastanelerde bebeklerin karışması gibi durumlar oluyordu. Oğlumun doğumunda gece yarısı karımın sancısı tuttu. Eve ebe hanım geldi. Bende yan odada doğumu dinledim. Oğlum olduğunu odadakilerin sesiyle öğrendim “Oğlan! Oğlan!” diye bağırdılar. Çok duygulandım, şükür secdesi yaptım. İnsan ders alır, diğer çocuğunu hastanede doğurur. Ama kızımın doğumunda da ebe geldi. Bu sefer de yan odada oğlumla bekliyoruz. Ama şunu biliyoruz %100 çocuklarımız karışmadı…

Bende o çorbaya kaşığı daldırdım, çünkü zaten ona açtım…

30-50 yaş arası hem çocuklarımızın yetişme dönemi hem de zorlukların olduğu bir dönemdi. Çocuklarımız davranışlarıyla, çalışkanlıklarıyla parmakla gösterilen çocuklardı. Biz o yıllarda hep çalıştık. Öğrencilerime değerleri öğretmeye, onların bilgilerini artırmaya, kendilerine güvenlerini yüceltmeye çalıştım. Onların zaman zaman abisi, amcası oldum.

O yıllarda yaşadığım en büyük zorluklar eşimin önce babasını sonra annesini kanserden kaybetmesiydi. Tedavi süreci insanın umudunu zorlardı. Eşimin yanında olmaya gayret ettim, onlar benim de ailemdi. Kendi ailemde doyamadığım hep aç olduğum zenginlikleri vardı: Sevgi. “Bir damat değil evlat aldık” derledi. Aile eksikliğimi onlar giderdi. Onların duygu yoğunluğu vardı. Bende o çorbaya kaşığı daldırdım çünkü zaten ona açtım. Onların kaybı bizi epey üzdü. Aynı anda çocuklarımızı üniversiteye hazırlıyorduk. Ama neyse ki şükür atlattık.

Hayat ikiye döndü: Karım ve ben…

Hep sevdim ve sevildim. Lise 1’leri ben almak, onlarda iz bırakmak isterdim. Mutlu mutsuz günleri birlikte paylaştık. Geçmiş geçmişte kaldı, şu yaşa tekrar döneyim demem. Kötü bir öğrenciydim iyi bir öğretmen oldum. Her türlü oyun da oynarım, genç gönüllüyüm. Her yaşın bir güzelliği var. Bu yaşta olmanın en güzel yanı emekli olmak. Eşimden başkasına hesap vermiyorum, daha özgürüm, objektif ve tarafsız bakabiliyorum. Ailede tek eksik torunlar, bir dede torun ilişkisi özlemi duyuyorum. Onların üstünde iz bırakmak isterdim. Gelecekten beklentim, onların yanında olup anı biriktirmek.

Çocuklarımızla ayrı kaldığımız zamanlar özlerdik birbirimizi. Bu yüzden bayramlar, toplanma zamanları çok önemliydi. Onlar olmadığı zaman buruk olurdu. Yapraklar takvimlerden koptukça aile bireylerimizi teker teker kaybettik. Hayat ikiye döndü: Eşim ve ben…

Ömür dediğin nedir ki? Ömür dediğin bir gün o da yaşadığın gün

Bu hayat çok hızlı geçiyor ve nasıl geçmiş hiç anlamıyorsunuz. Su gibi gitti. Her yaşa alışmaya başlıyorsunuz. 60 da geliyor 70 de. Ömür dediğin nedir ki? Ömür dediğin bir gün o da yaşadığın gün. İz bıraktığıma inanıyorum. Dolu dolu yaşadım. Çocuklarımız güzel, duyarlı insanlar oldular. Herhangi bir öğrencimin, eğitim hayatını sonlandırabilecek olmaktan hep korktum. Beni zorlayanlar olurdu. Sıkıntılar oldu ama sorunsuz hallettik. Tüm öğrencilerime dokunamadım tabi. Ama dokunduğumu zannettiklerim, bir gün “dokunamadınız” derse hayal

kırıklığı yaşarım. Görevini içtenlikle yapan öğretmenlerdendik. Her yaşı dolu dolu yaşadık. Şimdi tek müdürüm, amirim karım.

Deniz kenarında evimiz var. Orada bahçemizde toprakla uğraşıyoruz. Eşimle her akşam ağ atarız. Sabah ben ağı çekerim eşimde meraklı gözlerle bir şey çıkacak mı diye balkondan izler. Hayat hep gülüşlerle, yan yana sıcak geçmiş. İkiye dönen hayatımızda eşimle tek tartışmamız televizyonun sesi oluyor…

Bir bütünün içinde kök salmışız yaşama…

Hayat sürprizlerle dolu, belki de en büyük sürpriz henüz gelmedi. Yaşadıklarımı değiştirmek istemezdim, hatalarımla güzeldi. Bazen sorgusuz sualsiz yaşamak lazım gelir. Hayat vermiş, almam mı? Hayat verdiyse vardır bir sebebi. Herkese saygı gösterip saygı aldım, bu günlere güzel geldim. Birilerine dokunmak iyi hissettiriyor. Görmediğim yerleri görmek ve sağlıkla bu ömrü tamamlamak isterim. Bazen öğrencilerimi görüyorum. “Hiç unutmuyorum hocam” dedikleri anıları var. Hayatınla ilgili ne planlarsan planla başkasına dokunduğun anda onun planlarına karışıyorsun… Geleceğe, onlara ektiğim şeyleri miras bırakıyorum. Onlar aracılığıyla geleceğe uzanmayı dilerim. Bizler yeryüzünde ayrı yönlere uzuyoruz ama köklerimiz birbirine bağlı. Bir bütünün içinde kök salmışız yaşama…

En sevdiğim şair: Mehmet Akif Ersoy

En sevdiğim yazar: Emine Işınsu

En sevdiğim kitap: Sancı 

En sevdiğim film: Love Story 

En sevdiğim şarkı: Necdet Tokatlıoğlu- Dua

Büşra Alpyağal, Yazar
Büşra Alpyağal, Yazar

Katılımcıların kendi hayatlarını gözden geçirmeleri bekleniyordu fakat bende onları dinledikçe yaşamımı gözden geçirmiş oldum. Her görüştüğüm insandan farklı dersler aldım. Kiminden cesaret edebilmeyi kiminden birilerine dokunmayı. Seçim Bey ise bir insanı çokça değil doya doya sevebilmeyi öğretti bana. Süreç boyunca güldük, şarkılar dinledik, ağladık, hoş sohbetlerimiz oldu. Şimdi gözlerimi kapatıp onu düşündüğümde, sabaha karşı ağları denize fırlattığını gün doğarken ağları çektiğini görebiliyorum. Tatlı eşi balkonda. “Ne çıktı acaba” diyen gözlerle bakıyor ağlara. Birlikte sofrayı hazırladıklarını, Seçim Bey’ in “salatayı da ben yapayım” dediğini duyuyorum. Gün batımında gözlerinin buluştuğunu, gözleriyle anlaştıklarını biliyorum. Sevdadan söz ediyorlar şimdi… Orhan Veli demiş ya hani bir yer var biliyorum, her şeyi söylemek mümkün; epeyce yaklaşmışım duyuyorum, anlatamıyorum. Ne desem olduğumuz yere varamayız, durduğumuz yeri anlatamayız… Aynı gün aynı saatte, o hep aynı masada, bazen beyaz gömlek bazen koyu bir üstle, gök rengi gözleriyle karşımdaydı. Yollar, kırlar, insanlar geçti. Her şey birdenbire oldu, her şey birdenbire…